“İnsan ‘gerçeği’ arar: kendisiyle çelişkili olmayan, aldatıcı olmayan, değişmeyen bir dünyayı, gerçek dünyayı – insanın ıstırap çekmediği bir dünyayı; çelişki, aldatma, değişim – ıstırabın nedenleridir! Olması gerektiği gibi bir dünyanın var olduğundan şüphe etmez; ancak ona giden yolu bulmak ister…
İnsan burada gerçeklik anlayışını nereden alır? Istırabı neden değişimden, aldatmadan, çelişkiden türetir [de] mutluluktan değil? Hor görme, yok olan, değişen, değişime uğrayan her şeye karşı nefret – tutarlı kalanların bu değerlendirmesi nereden gelir? Açıkça gerçek istenci burada sadece sabitlerin dünyasına duyulan bir arzudur.
Duyular aldatır, nedenler hatayı düzeltir: Dolayısıyla insan, nedenin sabitlere giden yol olduğu sonucunu çıkartmıştır; en az duyusal fikirler, ‘gerçek dünyaya’ daha yakın olmalıdır – en fazla talihsizlikler duyulardan gelir, onlar aldatıcı, yanıltıcı, yok edicidir. Mutluluk sadece var olmakla garanti edilebilir; değişim ve mutluluk birbirini dışarıda bırakırlar. Bu nedenle en yüce arzu, varlığı olan şeylerle birlik kurmak istemektir. Bu, en yüksek mutluluğa giden yol için kullanılan formüldür.
Özetle: Olması gerektiği gibi bir dünya vardır; içinde yaşadığımız dünya bir hatadır – bizim dünyamız var olmamalıdır.
Varlığı olan şeylere inancın sadece tek bir sonucu vardır: gerçek oluşa duyulan inançsızlık, oluşa duyulan güvensizlik, olan her şeyin düşük değerlendirmesidir.
Ne tür bir insan bu şekilde düşünür? Verimsiz, ıstırap çeken bir tür, hayatından bezmiş bir tür. Tam tersini hayal ettiğimiz insan, varlığı olan şeylere inanmak zorunda kalmaz; hatta onları ölü, sıkıcı, umursamaz olarak küçümserdi. Olması gerektiği gibi olan bir dünyanın olduğuna, gerçekten var olduğuna dair inanç, olması gerektiği gibi olan bir dünyayı yaratmak istemeyen verimsizlerin inancıdır. Zaten varmış gibi varsayarlar ve ona ulaşmanın yollarını ve araçlarını ararlar. ‘Gerçek istenci’ – yaratma istencinin güçsüzlüğü olarak. Arzularımıza uygun bir dünyanın kurgusu: Bu gerçek dünyada saygı gösterdiğimiz ve keyifli gördüğümüz her şeyi birleştirmek amacıyla psikolojik hileler ve yorumlardır.
‘Gerçek istenci,’ bu aşamada temelde bir tür yorumdur, ki en azından bir yorumlama gücünü gerektirir. Bir basamak daha fakir doğmuş ve artık yorum yapma ve kurgular yaratma gücüne sahip olmayan aynı insan türü, nihilistleri meydana getirir.
Nihilist, dünyayı sanki olmaması gerektiği bir durumdaymış gibi ve olması gerektiği gibi bir dünya yokmuş gibi yargılayan insandır. Bu görüşe göre, varoluşumuzun (eylem, ıstırap, istençli olma, duygu) hiçbir anlamı yoktur: ‘Boşuna’ sözcüğünün dokunaklılığı, nihilistin dokunaklılığıdır…
[Öte yandan] sadece olanı saptamak isteyen ‘bilgi insanları’ hiçbir şeyi olması gerektiği gibi belirleyemeyen insanlardır. Bir ara tür olan sanatçılar: Onlar olması gereken hakkında en azından bir görüntü belirler; her şeyi olduğu gibi bırakan bilgi insanlarının aksine, gerçekten de değişiklik yaptıkları, biçim değiştirdikleri dereceye kadar verimlidirler. ” [1]
“Kavramları oluşturmada… ilk olarak dil çalışır, daha sonraki zamanlarda ise bilim. Arının önce petek yapıp sonra bunları balla doldurması gibi bilim de durmadan, kavramların o büyük kolumbaryumunda, görüşlerin mezarlıklarında çalışır, hep yeni ve daha yüksek katlar inşa eder, destek kurar, temizler, yeniler eski hücreleri ve çabası her şeyden önce o muazzam yükselmiş bölmeli binayı doldurmak ve bütün duyusal dünyayı, yani insanbiçimci dünyayı bunun içinde düzene sokmaktır. İşleyen insan, hayatını akıntıya kapılıp gitmemek ve kaybolmamak için akla ve aklın kavramlarına bağladıktan sonra, araştırmacı kendi kulübesini bilimin kulesinin dibinde kurar ki ona yardımı dokunsun ve mevcut tabya altına kendi de sığınabilsin. Ve sığınmaya ihtiyacı da vardır. Çünkü durmadan üstüne üstüne gelen korkunç güçler vardır ve bunlar, bilimsel hakikatlerden tamamıyla farklı, çeşitli armalarla bezenmiş ‘hakikatler’i karşısına dikerler.
İnsanın o mecaz oluşturma içgüdüsü, o temel içgüdü, ki asla yok sayılamaz, çünkü aksi halde insanı da yok saymak olur bu; bu güdü onun o kayıplara karışmış ürünleri kavramlardan onun zorunlu şatosu olarak onun için yeni, düzgün ve sağlam bir dünyanın inşa edilmesiyle aslında ne alt edilmiş ne de dize getirilmiştir. Kendine faaliyeti için yeni bir alan ve yeni bir nehir yatağı arar ve bunu efsanelerde ve genel olarak sanatta bulur. Yeni aktarmalar, mecazlar ve kinayeler yaratarak durmadan altüst eder kavramların hücrelerini ve levhalarını, durmadan o, uyanık insanın dünyasını, son derece rengarenk, amaçsız, ilişkisiz, cazip ve hep yeniden sanki bir rüya gibi kurma konusundaki merakını ortaya koyup durur. Aslında uyanık insan yalnızca donuk ve kurallara uygun kavram ağı sayesinde şunu açıkça bilir ki uyanmaktadır ve işte bu yüzden de o kavram ağı bir kez sanatla yırtıldığında rüya gördüğü inancına kapılır.
Pascal şu iddiasında haklıdır: Biz, eğer her gece aynı rüyayı görecek olsak, her gün gördüğümüz şeylerle uğraştığımız gibi onunla da uğraşırdık: ‘Bir zanaatkar, eğer her gece tam on iki saat boyunca rüyasında kral olduğunu görse, sanırım, der Pascal, her gece rüyasında tam on iki saat zanaatkar olduğunu gören kral kadar mutlu olur.’ Mitoslarla uyarılmış bir halkın, mesela eski Yunanların, uyanık günü, sürekli etki eden mucizeyle, mitosun kabul ettiğine göre, gerçekte bilimsel yolla uyanmış düşünürün gününden çok rüyaya benzer. Eğer her ağaç bir kere peri olarak konuşuyor ya da bir Tanrı bir boğa kılığında genç kızları sürüklüyorsa, Tanrıça Athena Pisistratus’un eşliğinde Atina’nın pazarlarında güzel atlarla giderken görülüyorsa – ve saf Atinalı buna inanıyordu – o zaman her an, rüyada olduğu gibi, her şey mümkündü ve bütün doğa insanı sarıyordu; sanki kendisi her türlü kılıkta inanı kandırma şakası yapan Tanrıların yalnızca bir maskarasıymış gibi.
İnsanın kendisinde, aldatılmaya izin verme konusunda baş edilmez bir eğilim vardır ve ozan ona destansı masalları hakikiymiş gibi anlatır ya da tiyatrocu oyunda gerçek kraldan daha kralca davranırken o, mutluluktan adeta büyülenir. Rol ustası zeka, zarar vermeden kandırabildiği sürece özgürdür ve öteki köle hizmetlerinden kurtulmuştur ve ardından Satürn şenlikleri yapar; daha verimli, daha zengin, daha gururlu, daha becerikli ve daha atılgan olamaz hiçbir zaman. Yaratıcı bir gönül rahatlığı içinde mecazları birbirine karıştırır ve soyutlamanın sınır taşlarını öylesine yerinden oynatır ki mesela nehri insanları kendi gittiği yere götüren hareketli bir yol olarak adlandırır. Şimdi o hizmet belirtisini üstünden atmıştır: Başka zamanlar, yaşama azmi içindeki zavallı bir bireye yol ve araç göstermek gibi sıkıcı bir işle yükümlüdür, sanki efendisi için yağma ve talana çıkan uşak iken şimdi efendi olmuştur ve sefillik ifadesini utanmadan yüzünden silebilmiştir. Şimdi yaptığı her şey, daha önce yaptıklarıyla karşılaştırıldığında rol tadındadır, daha öncekiler ise kötü birer kopya… Zeka, insan hayatını taklit eder ama onun iyi tarafını alır ve ondan memnunmuş gibi görünür. Zavallı insanın tırmanarak hayatla başa çıktığı o muazzam kavramlar binası, özgürleşen zeka için, en cüretkar oyunlar için, yalnızca bir taslak ve oyuncaktır. Bunları kırıp bozduğunda, dağıtıp saçıp sonra alayla tekrar birleştirdiğinde, ilan eder ki o ihtiyaç çarelerine gerek duymamaktadır, kavramlarla değil, sezgilerle yönlendirilmektedir. Bu sezgilerden hareketle hiçbir yol o korkunç şemalarını, soyutlamaların ülkesine götürmez: Kelime onun için üretilmiş değildir, insan dilsizleşir, onu gördüğünde ya da bir sürü yasak mecazlar ve duyulmamış kavram katkılarıyla konuşur; amacı en azından eski kavram setlerinin yıkılması ve alaya alınmasıyla şu anki güçlü sezginin izlenimine yaratıcı biçimde uymaktır.
Akıl insanı ile sezgi insanın yan yana bulunduğu çağlar vardır; biri sezgiden ürker, öteki soyutlamalarla alay eder – ikincisinin akılsız olduğu ölçüde birincisi sanatsızdır. Her ikisinin de arzusu, hayata hakim olmaktır. Biri, belli başlı dertlere ihtimam, akıllılık ve düzenlilikle çare olmayı bilirken; öteki ‘pek şen kahraman’ olarak o dertleri görmeyerek ve yalnızca görünüşe ve güzelliğe yönlendirilmiş bir hayatı gerçek sayarak… Kavramlar ve soyutlamalarla yönlendirilen [akıllı] insan, bunlarla mutsuzluğu yalnızca savuşturur ve soyutlamalardan kendine mutluluk çıkaramazken, olsa olsa acıdan kurtuluşu ararken, sezgi insanı, bir kültürün ortasında durarak sezgilerinden, derdi savuşturmanın ötesinde sürekli [akmak olan] bir aydınlık, neşe, kurtuluş elde eder. Kuşkusuz, acı çektiğinde daha yoğun acı çeker; hatta tecrübeden ders çıkarmayı bilmediğinden daha sık acı çeker ve hep aynı hatayı işler. Acıda da mutlulukta olduğu gibi akılsızdır, yüksek sesle bağırır ve teselli edilemez. Oysa aynı kötü kader karşısından o Stoacı tecrübeden ders almış, kavramlarla kendine hakim insan ne kadar farklıdır! Başka zaman yalnızca dürüstlük, hakikat, yanılgıdan uzaklık ve çıldırtıcı ataklardan korunma peşinde olan adam, şimdi mutsuzlukta, ötekinin mutlulukta gösterdiği rol ustalığına soyunur. Ürkek ve oynak insan çehresi taşımaz, mimiklerin saygıdeğer dengesinden bir maske taşır, ne bağırır ne de sesini değiştirir. Eğer doğru bir bulut, üzerine yağmur bırakırsa, mantosuna gömülüp yavaş adımlarla ondan korunur.” [2]
“[Dünyaya artistik açıdan bakanlar, bilimsel açıdan bakanlar, dini açıdan bakanlar, ahlaki açıdan bakanlar…] Hepsinin ortak yönü: Egemen dürtüler, aynı zamanda genel olarak, aslında yaratıcı ve egemen güçler olarak, en yüce mahkemeler olarak görülmek isterler. Bu dürtülerin birbirlerine ya zıt oldukları ya da birbirlerine tabi oldukları (sentetik olarak birbirlerine bağlandıkları ya da hakimiyet konusunda birbirlerinin yerine geçtikleri) açıktır. Derin düşmanlıkları öylesine büyüktür ki hepsinin tatmini aradığı yerde, çok sıradan bir insan ortaya çıkar.” [3]
[1] Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, N. Epçeli (çev.), 1888/2010, İstanbul: Say Yayınları, ss. 382-384.
[2] Friedrich Nietzsche, “Ahlakdışı Manada Doğruluk ve Yalan Üzerine,” Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe içinde, G. Aytaç (çev.), 1873/2015, İstanbul: Say Yayınları, ss. 118-120 (109-120).
[3] Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, N. Epçeli (çev.), 1888/2010, İstanbul: Say Yayınları, ss. 430-431.