“Kendi düşüncelerimizi geçerli olarak ifade etmemizi, başkalarının düşüncelerini ise doğru anlamamızı sağlayan, akıl yürütme, muhakeme, düşünme, ispat ve çıkarım yapma metoduna mantık [logic] diyoruz. Mantık hataları ya da bir diğer deyişle hatalı çıkarımlar sonucu ortaya çıkan boş, temelsiz, asılsız ahkama ise safsata [fallacy]. Safsatalar, insanlar arası iletişimin önündeki en önemli engelleri teşkil ediyor.
Düşünürken ya da konuşurken, acele karar vermek, ön yargılı davranmak, söyleyeceklerimizi yeterince tartmadan söylemek, çok genel ifadeler kullanmak, yeterince bilgi sahibi olmadığımız konularda başkalarına ahkam kesmek, ünlü kişilerin sözlerini kendi iddialarımızın doğruluğunu kanıtlamak amacıyla kullanmak, fikrimizi kabul ettirmek için karşımızdakini aşağılamak, baskı altına almak, statümüzü veya popülaritemizi ileri sürmek, bir başkasının fikrini layıkıyla anlamadan savunmaya geçmek veya saldırmak… Bu davranışlarımız, tartışmalarımızı yetersiz, tutarsız sonuçlara yani safsatalara götürür ve iletişim ortamını çekilmez hale getirir.” [1]
Yukarıdaki cümleleri Alev Alatlı’nın, yüze yakın sayfa boyunca ‘safsata’ türlerini örnekler vererek açıkladığı ve bir safsata-sınıflandırması yapmayı amaçladığı Safsata Kılavuzu – Laf Ola Beri Gele:>)) kitabının Giriş bölümünden alıntıladım.
Alatlı, 3 Aralık 2014 tarihinde, kendisini edebiyat dalında Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık gören Cumhurbaşkanı’na, “‘Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda, gerçeği söylemek devrimciliktir’ diyen George Orwell, ayağa kalkar [sizi] alkışlardı,” [2] cümleleriyle övgülerini sundu. Malum Orwell 1948 yılında kaleme aldığı ve modern-endüstriyel toplumun varacağı her türlü metafizik değerden arınmış ve hayatlarının her alanı en ince ayrıntısına kadar kontrol edilmiş insanlarla dolu bir düzen-korku toplumunu tasvir ettiği Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli distopyası ile ünlenen bir yazar olduğundan, başta Alatlı’nın Cumhurbaşkanını övdüğünü mü, yoksa eleştirdiğini mi tam olarak anlayamadım. Sonradan Alatlı’nın “Hakikati gören başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır; bir adamın, ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa, adam ne yapsın?” cümlelerine gönderme yaparak “Daniel Defoe da sizi ayakta alkışlardı” demesiyle, iyice kafam karıştı.
Evet Alatlı’nın alıntıladığı bu cümleler, bugüne dek Erdoğan-merkezli liderlik algısı üzerine şekillenmiş AK Parti siyasetini ‘olumlayan,’ ‘meşrulaştıran’ cümlelerdi belki ama ya o cümlelerin yazarları?
Bir yanda… Daha biri bitmeden diğerini yaktığı sigaralarıyla ünlü; dünya sonrası hayatı reddeden – bir ihtimal ateist [3]; Burma’da yaptığı ‘imparatorluk polisliği’ görevinden duyduğu vicdan azabını sonradan itiraf eden; muhabir olarak gittiği İspanya İç Savaşı’nda enternasyonel devrimci cepheye katılan; lider figürünü ‘korku kültürü’ ve ‘düşünceye yönelik baskı’ ile eşleştiren; anti-Sovyet mi, anti-komünist mi, anti-kapitalist mi olduğu ve yazdığı kitapları hangi amaçla kaleme aldığı yıllardır tartışılan George Orwell…
Diğer yanda… Anglikan Kilisesi’nden ayrılan İrlandalı çocukların ‘öldürülmeleri gerektiğini’ salık verdiği yazısıyla önce Kilise tarafından alkışa tutulan, hemen ardındansa yaptığı ironi fark edilir edilmez yine aynı Kilise tarafından yasaklanıp hapse atılan; Robinson Crusoe romanında ıssız adaya düşen kişi metaforuyla burjuva iktisadının temel iddialarından birini (‘doğal hak/adalet, serbest pazardan geçer’ varsayımını) doğrulama çabasına girişen; soy adına eklediği de- ön ekiyle bile ironik karakterini belli eden; resmi olarak casusluk yaparken yazdığı raporlarda dahi hayalgücünün sınırlarını zorlayan ve bu nedenle birçok cezaya çarptırılan; Püriten Hıristiyan ahlakından etkilenen ve yazdığı her şeye bu ahlaki yaklaşımı serpiştiren Daniel Defoe…
İnsan gerçekten sorgulamadan edemiyor. Acaba Alev Alatlı – bırakın uzmanı olduğu Rus edebiyatını – alıntı yapabileceği yüzlerce, binlerce dünya edebiyatı yazarı arasından hangi gerçeklerle yazdıkları her şeyde bir sis perdesi, bir kinaye iması, bir ‘bit yeniği’ aranan iki Britanyalı’ya göndermeler yaparak bir övgü konuşması yapmayı tercih ediyor? Ne hikmetle, siyasi-toplumsal muhalefet tarafından bir diktatöre dönüşmekle suçlanan Cumhurbaşkanını, Türkiye’de neredeyse yalnızca Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Hayvan Çiftliği adlı diktatörlük distopyalarıyla ünlenen Orwell aracılığıyla övüyor? Neden Orwell’den alıntıladığı cümlenin içinde yer alan “deceit” kelimesini “doğruyu söylemek” ile tam bir kontrast yaratabilecek “yalan, hilekarlık, düzenbazlık” gibi çeviriler yerine, “dolandırıcılık” çevirisi ile karşılıyor? [4] Neden tam da “Amerika’yı kim keşfetti?” sorusu popüler gündemi meşgul ederken, baş karakteri (Faslı) “Müslümanların” elinden (hem de içinde bulunduğu gemi Latin Amerika’ya doğru yelken açan) bir “Portekizli” tarafından kurtarılan bir romanın yazarına atıfta bulunuyor?
Ya Alev Alatlı bizzat kendi yazdığı gibi “yeterince bilgi sahibi olmadığımız konularda başkalarına ahkam kesmek, ünlü kişilerin sözlerini kendi iddialarımızın doğruluğunu kanıtlamak amacıyla kullanmak” suretiyle mantığı ‘safsata’ya dönüştürüp büyük bir pot kırıyor; ya da Cumhurbaşkanı’nı açık açık değil, gizliden gizliye eleştiriyor… Bir dönem Aydın Despotizmi‘nden [5] dem vuran yazar, acaba bu iki durumdan hangisiyle ‘aydınlığına’ sahip çıkmış oluyor?
Aklıma sorular takılıyor.
Yanıtı olmayan sorular ancak ben-gibileri oyalıyor.
Masaların üzerinde, isimlerin önünde, kapıların girişinde sonsuz sayıda ödüller/övgüler bekliyorken…
Aklıma Behzat Ç.’den bir monolog geliyor: “Tabak iyi de…”
[1] Alev Alatlı, Safsata Kılavuzu: Laf Ola Beri Gele:>)), İstanbul: Boyut, 2001, s. 11.
[2] “Alatlı’dan Erdoğan’a: George Orwell Sizi Ayakta Alkışlardı!,” Radikal, 3 Aralık 2014.
[3] Alatlı’nın din-laiklik-eğitim ilişkisi hakkındaki görüşlerini özetleyen 2005 tarihli yazısı da Orwell-Erdoğan arasında kurduğu bağlantıyı yeniden-değerlendirmek konusunda ilginç bir ayrıntı olabilir: “Kendimizi kandırmayalım, bugün ‘laik’ler tarafından dışlandıklarını hisseden cami müdavimleri, ‘laik’lerin de kendilerini onlar tarafından bir o kadar dışlanmış hissettiklerini teslim etmelidirler. Oysa, yapılacak şey, insanımızı ‘Müslüman’ ve ‘laik’ olarak ayırmak yerine, dini dürtüleri olanların İslamiyet’e ihtidalarını sağlayacak önlemleri almaktır. Bunun çözümü de, imamlık eğitimini İslam ilahiyatına vukufu mümkün kılacak şekilde iyileştirmekten öte, içselleştirilebilecek yaşlarda vermek olacaktır… Peki, nası olacak diye soracaksınız?… Şimdi söyleyeceğimin ütopik olduğu kuşkusuz; ama ben olsam, bir yandan ilahiyat eğitimini lisans-üstü yapar, fizikten iktisada, mühendislikten yabancı dillere, dört yıllık üniversite eğitimini başarıyla tamamlamış olanlara açarken, diğer yandan din bilgisi derslerini liselerden itibaren tüm okullara (öğrencilerin mezhep ve diğer farklılıklarını mutlaka gözeterek) zorunlu ders olarak koyar, imam hatipleri ‘meslek’ lisesi olmaktan çıkartırdım.” (Alev Alatlı, ‘Hayır!’ Diyebilmeli İnsan, İstanbul: Zaman Kitap, 2005/2006, s. 15-6) Öyle anlaşılıyor ki, Alatlı’nın o zamanki görüşleri ile Erdoğan’ın bu zamanki görüşleri arasında ciddi bir fark mevcut.
[4] Orwell’in cümlesinin İngilizcesi: “In a time of universal deceit, telling the truth is a revolutionary act.”
[5] Alev Alatlı, Aydın Despotizmi, İstanbul: Alfa, 2001.