“Üniversitedeyken diş eti hastalığı olan insanların fotoğrafları konusunda yorumlar yapmak zorundaydık. Bunlar çürümüş diş etleri ve çarpık çurpuk, lekeli dişlerin fotoğraflarıydı ve insanların bu görüntüleri görmesinin kendi diş bakımlarını nasıl etkileyeceği araştırılıyordu.
Gruplardan birine sadece biraz çürümüş diş etleri gösteriliyordu. İkinci gruba biraz daha fazla çürümüş diş etleri, üçüncü gruba ise diş etlerinin çekildiği, yumuşadığı ve kanadığı, dişlerin kahverengi ya da eksik olduğu korkunç, kararmış ağızlar.
İlk çalışma grubundaki insanlar diş bakımlarını her zamanki gibi sürdürdüler. İkinci gruptakiler dişlerini biraz daha fazla fırçalayıp, ağızlarını daha fazla çalkaladılar. Üçüncü gruptakiler ise pes etti. Dişlerini fırçalamayı ve ağızlarını çalkalamayı bırakıp, dişlerinin kararmasını beklemeye başladılar.
Bu çalışmada buna ‘anestezi’ [narcotization] etkisi denmişti.
Sorun çok büyükse, çok fazla gerçeğe maruz kalıyorsak, kendimizi kapatma eğilimi gösteriyoruz. İstifa ediyoruz. Felaket kaçınılmaz göründüğü için eyleme geçemiyoruz. Kapana kısılıyoruz. Buna ‘anestezi’ deniyor.
İnsanların diş eti hastalıklarıyla yüzleşmekten bile ölesiye korktuğu bir kültürde insanların bir şeylerle yüzleşmesini nasıl sağlarsınız? Kirlilikle, eşitsizlikle nasıl yüzleşirler? Onları mücadele etmeye nasıl sevk edersiniz peki?” [1]
17 Aralık’tan bu yana yaşadığımız her şey, Chuck Palahniuk’in yukarıdaki satırları ile sıralanıyor, özetleniyor, açıklanıyor gibi geliyor bana. Daha altı ay önce sokaklarda hükümet aleyhine slogan atan insanların bile dile getirmediği bir meseleyi, yolsuzlukları, günlük hayatımızın bir parçası yaptık önceleri. Kim ne yapmış, kim neyi nasıl elde etmiş, sormaya soruşturmaya başladık. Önce devreye savcılar, polisler girdi. Sonra tutuklamalar, yasa değişiklikleri oldu. Neredeyse iki haftadır da, internet sitelerinde çarşaf çarşaf yayınlanan kayıtlarla meşgul edildik.
Önceleri bizi şaşırtan, öfkelendiren, kızdıran, yalan ya da doğru oldukları konusunda bizi bir hüküm vermeye zorlayan bu enformasyon bombardımanını yavaş yavaş içselleştirdik. Sanki hep bildiğimiz bir şeymiş gibi yaptık. İçerikten, doğrulardan, ahlaki tartışmalardan uzakta bir yerlerde, sayılarla ölçer olduk ‘taraflılığımızı’. Kaç kayıt montajdı, kaç kayda inanıyorduk, kaçı ‘yok o kadar da olamaz’dı bunların, sayılar üzerinden kıyaslar, kıyaslanır olduk. Çelişkili bilgileri ortak ve rasyonel bir zemine oturtma yoluna gitmektense, bir sonraki gün ‘düşecek’ yeni hikaye ile ‘kanıt’ sayımızı arttırma yolunu seçtik. Birbirimizle her zamanki gibi ağır ifadeler üzerinden atıştık. Küfürleştik. Ahlaktan dem vurduk. Tarafımızı belli ettik. Bizden olmayanı hain ilan ettik.
Gel gelelim, başlarda ilgimizi, dikkatimizi, tepkimizi çeken bu enformasyona da kısa sürede ‘alışıverdik’. Zaten artık içeriği ile de ilgilenmediğimiz enformasyonun akış hızına bıraktık kendimizi. Her gün yeni bir şey olmasına, yeni bir şey çıkmasına, yeni bir ‘keşif’te bulunmaya öyle bir sardırdık ki, algımızı çoktan küflenmiş bulduk.
Normal olmayanı normal görmeye başladık.
Skandallar, itiraflar, iftiralar, yalanlar, yolsuzluklar, düşmanlıklar, ihanet… hepsi bir oldu bizim için. Birer sayıya dönüştü. Gözümüzün önünde küçüldü, sıradanlaştı, rutine girdi, banalleşti. İçerikten yoksun enformasyonlar ile hayat algımızı, çizgimizi, duruşumuzu belli eder olduk.
Tebrikler. Şimdi anestezi altındayız işte. Fazla ve bulanık enformasyon bizi de hareketsiz, algısız, mecalsiz bıraktı. Acımızla bir olduk. Olasılıklar hala tahmin edilebilir düzeydeyken dişlerini fırçalamaya aynen devam eden, kötü hikayeleri gördükçe daha fazla fırçalayan ama belli bir kötülük sınırı aşıldığı anda artık fırçalamayı bırakan insanlarız biz bugün. Duyduklarımızın, dinlediklerimizin, şahit olduklarımızın ‘zaten öyle olmak zorunda’ olduğuna inanan ve bunun için ‘elinden bir şey’ gelmediği yönünde hüküm vermiş, hareketsizleşmiş, hayaletleşmiş insanlarız biz. Daha fazla kasete, daha fazla sese, daha fazla enformasyona tahammülümüz, onları algılamaya yetecek rasyonel kapasitemiz yok artık. “Algı kapıları”mızı [2] kapattık. Şaşırma yeteneğimizi kaybettik. Eyleme geçme gücümüzü yitirdik. Sıradan olmayanı sıradanlaştırdık. Sıradanı, sıradan olmayan hale getirdik.
Çok konuştuk.
Çok durduk.
Çok unuttuk.
Anesteziden uyanınca ne olacak, merak etmeden, beklemeye koyulduk.
[1] Chuck Palahniuk, Kurgudan da Garip, (çev.) A. Ergenç, 2004/2013, İstanbul: Ayrıntı, ss. 207-208.
[2] Aldous Huxley, Algı Kapıları, (çev.) M. F. İmre, 1954/2013, İstanbul: İmge.