bir karabasan olarak hegel’in devleti

Yeni başbakan Ahmet Davutoğlu, başbakanlık devir-teslim töreni konuşmasında yaptığı gibi, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nin akademik yıl açılış töreninde de ‘öğretim görevliliği’ sıfatından ve geçmişinden gelen bazı kelimelere ve isimlere atıflarda bulunmuş. Türkiye siyasetinde duymaya pek alışık olmadığımız ‘epistemoloji,’ ‘ontoloji,’ ‘niteliksel sıçrama,’ ‘varoluşsallık,’ ‘döngüsellik,’ ‘medeniyet’ vb. kavramlar, görünen o ki Davutoğlu aracılığıyla günlük siyasi literatüre katılacak ve bu sayede – içerikleriyle olmasa da söylem bazında – daha fazla insana ulaşacaklar. ‘Hoca’nın ‘hocalığı’nın neden hala devam ettiği konusunda da bilgi verdiği konuşmanın can alıcı kısmı şöyle:

“Burada bir hoca, bir öğretim üyesi kimliğimle konuşuyorum. Üç varoluşsal ilişki vardır. Ebeveynle çocuk, hocasıyla öğrenci, hastayla doktor ilişkileri asla ikame edilemez. Niteliksel sıçrama için her hocamızın öğrencisiyle bu varoluşsal ilişkiyi kurmasında zaruret vardır. Özgeçmişlerde günümüzde üniversiteler yazılıyor. Oysa doğru olan eskiden olduğu gibi hocanın isminin olmasıdır. Çünkü öğretim yüz yüze kurulan bir bağdır. Benim danışmanlarım arasında da öğrencilerim var ve ‘hocam’ diye hitap ediyorlar. Bakanlık geçicidir, hocalık bakidir. Rüyalarımda Gazali ve Hegel ile tartıştığımı hatırlarım. Görmediğim halde, ben onlara değer veriyorsam, hangi medeniyetten olursa olsun onlar benim hocamdır.” [1]

Davutoğlu’nun bu konuşması şüphesiz standart bir Türkiye politikacısının standart bir konuşmasının, standart bir Türkiye vatandaşının zihninde yer ettiğinden daha fazla yer edecektir. Onu düşünmeye, belki de araştırmaya/öğrenmeye zorlayacaktır. Davutoğlu’nun sıklıkla bahsettiği siyasetin ahlak ve erdem olmadan yapılamayacağı argümanını temel alırsak, [2] belki de sözü edilen ‘erdem’lerden biri de budur: Politikacı ile vatandaş arasında öğretime-eğitime dayanan bir varoluşsal ilişki kurmak. Merakım, bu ilişkinin kurulacağı zemin ve bu sırada kullanılacak araçların ne olacağı üzerinde yoğunlaşıyor, ister istemez… Aklıma gelen yanıtlar da kabaca üç grupta toplanıyor.

1- Davutoğlu’nun “ikame edilemez” olarak adlandırdığı üç ilişki, ebeveyn-çocuk, hoca-öğrenci, hasta-doktor, kategorisinde “gönüllülük” esası önemli bir faktör mesela. Kimsenin ebeveynini seçme şansı yok. Belli bir dereceye kadar (en azından zorunlu eğitim düşünüldüğünde), hocaların çoğu da öğrenciye ‘üstten atanıyor.’ Teknik olarak hasta-doktor ilişkisinde tahakküm altında olan taraf (hasta), diğer örneklerdekinden daha özgür gözükse de, en son herhangi bir devlet hastanesine gittiyseniz çok iyi bilirsiniz ki, Türkiye’deki hastaların bırakın doktorlar arasında bir tercih yapmayı, ortalıkta doktor bulmaları bile bir hayli zor gözüküyor.

Peki buna benzer bir ilişki içerisinde politikacı ile vatandaş arasındaki ilişki hangi esasa göre kuruluyor? AK Parti’nin bir ‘motto’su olarak, politika millet için, millet adına ve milletin refahı esasıyla yapılıyor. Millet, bir başka deyişle, Türkiye siyasetinin son on iki yılının anahtar öznesini oluşturuyor. Peki ya o milleti meydana getiren vatandaşlar? Ülkedeki kutuplaşmaları bir kenara bıraksak bile biliyoruz ki, vatandaşlar oy verdikleri partilerin seçimlerde hangi adayları ‘aday göstereceklerine’ bile müdahalede bulunamayıp adeta hazır paketlere oy verilmeye zorlanıyorlar. Bu vatandaşlar içerisinde, her türlü ilişkiyi kabul edebilecek kesimi ayrıştırarak sormak istiyorum: Gerçekte kaç vatandaş, kendi seçtiği politikacıdan ‘varoluşsal’ bilgi almak, öğrenmek ve hayatını buna göre şekillendirmek istiyor? Platon’dan bu yana, kaç politik teori, siyaseti bir ‘öğretim aracı’ olarak görüyor, gösteriyor? Modern hayatta, politikacılarla vatandaşlar arasındaki ilişki neden, hangi sebeple pedagojik bir role bürünüyor, bu ilişkinin neden nitelik değiştirmesi gerekiyor?

2- Diyelim ki Davutoğlu’nun hayal ettiği politikacı-vatandaş ilişkisi bir şekilde onaylanıp ülke içerisinde inşa edilmeye çalışılacak… Bazı vatandaşlar bu yeni ilişkinin ‘takdirle geçen’ öğrencileri olacak, bazıları ise en azından bazı derslerden ‘kalacak.’ Bu ‘kalan,’ ‘tembellik eden,’ ‘bir türlü hizaya getirilemeyen,’ ‘yaramaz’ vatandaşların akıbetleri ne olacak? Ebeveynin çocuğu cezalandırma yöntemleri sonsuz; benzer şey, hoca-öğrenci ilişkisinde de geçerli. Doktor-hasta bir dereceye kadar bu açıdan daha fakir (öyle ki, bazen cezalandırılanlar doktorlar bile olabiliyor) ama bir o kadar da kontrol edilemez bir doğası yok mu ‘hastalığın,’ ‘hastalık çaresizliğinin’ ve dahası ‘Tanrı-rolünü üstüne geçiren doktorculuğun?’

İşler politikacı-vatandaş ilişkisine geldiğinde ne olacak peki? Kim kime ‘bağımlı,’ kim kimden ‘besleniyor,’ kim kime karşı ‘sorumlu,’ kim kime ‘hesap veriyor’ bu ilişkide? Olan ile olması-gereken arasındaki korkunç uçurumdan söz etmeyelim. Bu ilişkinin herhangi bir şekilde bir cezalandırma ya da sorumluluğu yansıtma yönü varsa, uzun vadede bu yön ister istemez ‘seçilen’den ziyade ‘seçen’e doğrultulmuş olmayacak mı? Seçen-seçilen ilişkisinde öğretim rolü seçilene geçerse, seçenin seçileni sorgulaması ne kadar zaman alacak? Bir çocuk ebeveynlerini ne zaman sorgulamaya başlar? Öğrenci hocasını? Hasta doktorunu? Ve dahası bu zaman alan süreç, aslına bakılırsa bir toplumsal öğrenme sonucunda gerçekleşmez mi en nihayetinde? Politikanın gücü, tüm toplumu etkileyebilmesi ve hatta kimi durumlarda onu etkilenmeye mecbur etmesi ile sınanırken, hangi toplumsal güçler seçenin (vatandaşın) bakış açısını öğretmen rolündeki seçilenden (politikacıdan) uzaklaştırabilir ve onu sorgulayıcı bir hale getirebilir ki? ‘Eti senin kemiği benim’ ilişkideki dinamiklerin değişmesi, kaç ete, kaç kırığa neden olur, düşünebiliyor muyuz?…

3- Son olarak, gelelim politikacı-vatandaş ilişkisinin varoluşsallığını ‘öğreteceği’ araçlara… Davutoğlu’nun politik sıfatını destekleyebileceği bir ‘hoca’lığı var ve bunu tartışmanın herhangi bir anlamı yok. O – üzerinde taşıdığı profesör unvanının gösterdiği gibi – pedagojik açıdan bu konuda donanımlı biri ve hangi araçları kullanacağını biliyor olabilir. Peki ya diğerleri? Diğer politikacılar? Onların eğitimleri, birer eğitmen olmaya yeterliği nasıl aşacak örneğin? Onların bu yeterliğini kim ve nasıl denetleyecek? Hata insana mahsus, yorumlama da öyle… Davutoğlu’nun kendisini bırakalım, onun atıfta bulunduğu Gazali’nin ve Hegel’in ‘öğretileri’ bile yüksek bir entelektüel tartışılma literatürüne tabiyken,  doğru ile yanlışı, ahlak ile erdemi kim nasıl belirleyip, hangi araçlarla vatandaşlara aktarabilecek?

Davutoğlu’nun konuşmasının kamuoyunda en fazla tartışılan ya da en fazla yankı uyandıran bölümü Hegel’li rüyalarıydı şüphesiz. Davutoğlu’nun rüyalarına giren Hegel, rüyalar hakkında ne düşünüyordu acaba? Bunu soran kimse var mı medyada, etrafınızda, konuşmalarınızda, aklınızda? Ben bilmiyordum mesela. Ve sırf beni bu soruya yöneltmiş olması bile Davutoğlu’nun konuşmasının ‘varoluşsal’ değerini yükseltiyor ama içerik olarak da onu bir o kadar sorgulatıyor sanırım. Bakın rüyaların uzmanı Sigmund Freud, Hegel hakkında ne diyor?

“Her türlü ‘spekülatif’ metafizik sistem hakkında derin şüpheleri ile ünlü Freud’un Hegel’den etkilendiğine, hatta onun hakkında çok fazla bilgi sahibi olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Freud’un Hegel’e yaptığı tek bir atıf vardır, ki o da dolaylı biçimde olmak üzere Rüyaların Yorumu‘nda yer alan, ‘otoriteler’in ‘tuhaf bir biçimde üzerinde anlaştıkları’ ‘rüyalar sırasında mental aktiviteleri küçümseme’ eğilimleri ile alakalı olandır: ‘Spitta [1882], Hegel’in rüyaların her türlü tarafsız ve mantıklı bütünlükten yoksun olduğunu söylediğini alıntılamıştır’.” [3]

Davutoğlu’nun rüyasında Hegel’i görmesi, Freud’a göre, Hegel için hiçbir şey ifade etmiyor aslında – zira Hegel rüyaların tarafsız veya mantıklı olabileceğine, sonuçta bir ‘pozitif’i masaya koyabileceğine inanmıyor. Onları bütünlüksüz ve anlamsız buluyor. Rüyalardan bahsetmeyi boşa zaman harcamak olarak anlıyor. Bunu bir hayranlık ve hatta kahramanlık seviyesinde görenlere ise daha sert çıkıyor Hegel: “Hiç kimse uşağı [valet de chambre] için bir kahraman değildir; kendisi bir kahraman olmadığı için değil, uşağı uşak olduğundan [böyledir].” [4]

 

Ben hiçbir rüyamda bir kahramanımı ağırlamadım. Hegel, hiçbir zaman bir kahramanım da olmadı zaten. Üstelik, onu okuduğum çoğu zaman da kendisinden hiçbir şey anlamadım.

Evet ben bir aptalım.

Evet ben bir cahilim.

Evet ben bir bilgisizim.

Derdim, benim aptallığımı, cehaletimi, bilgisizliğimi gidermesi gerekenin, onları giderecek merciinin, başbakan, hükümet, devlet veya onlara benzer başka bir kurum olması gerekip gerekmediği ile alakalı… Zira Hegel’in kafasındaki ‘devlet’ kavramından [5] az çok haberdar olan her yirmi birinci yüzyıl ferdi gibi, Hegel’in hayalinin olası gerçekliği beni ziyadesiyle korkutuyor. [6]

Hegel Dede, bugün rüyama gel lütfen; bana özgürlük bilinçliliğinden bahset, sana soracağım bazı şeyler var…

 

[1] “Rüyamda Gazali ve Hegel ile Tartışırdım,” Hürriyet, 29 Eylül 2014.

[2] Ahmet Davutoğlu, “AK Parti Milletin Ta Kendisidir,” AK Parti Resmi Internet Sitesi, 27 Ağustos 2014.

[3] Daniel Barthold-Bond, Hegel’s Theory of Madness, Albany: State University of New York Press, 1995, s. 100.

[4] Georg W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, A. Yardımlı (çev.), İstanbul: İdea, 1807/2015, s. 267.

[5] Hegel’in aşırı kapsamlı ve anlaşılması son derece zor bir mutlak idealizm içeren – devleti, sivil toplumdaki tüm çelişkileri çözen bir kuvvet ve toplumsal aklın en yüksek hali olarak tanımlayan – siyaset teorisi, bana göre onun şu satırlarında özetleniyor: “Yaşam, daha yüksek özgürlük karşısında, zorunlu değildir.” Georg W. F. Hegel, Anahatlarda Tüze Felsefesi ya da Doğal Hak ve Politik Bilim, A. Yardımlı (çev.), İstanbul: İdea, 1821/2013, s. 154.

[6] Hegel üzerine yazılmış ve dili görece daha “sıradan okura hitap eden” bir çeviri için, bknz. Peter Singer, Hegel, B. Ö. Düzgören (çev.), İstanbul: Altın, 1982/2003.

Comments Off on bir karabasan olarak hegel’in devleti

Filed under Güncel, Siyaset

Comments are closed.