Türkiye’de ‘tümüyle fason’ Sağ-Sol ayrımının sokak çatışmaları aracılığıyla ‘gerçek’e dönüşmesinin üzerinden elli yıla yakın bir zaman geçti. Ama gelin görün ki, bu elli yılın ehlileştirdiği – fakat yok edemediği – bu ayrımın yerini son on beş yılda Muhafazakar-Ulusalcı ayrımı aldı. Her iki kelimenin ontolojik boşluğunu tartışmaya niyetim hiç yok. İnsan dediğimiz, kendine “oynayacak kulüp” arıyor ve “ait olma ihtiyacı” onu toplumun kurguladığı bir deliğe sokup öbüründen çıkarıyor.
Lafımız yok, buyursunlar deliklerden delik beğensin insanlar…
Benim ilgimi asıl çeken şey, kendini bu tuhaf ikili ayrımlara yerleştirmeye çalışan insanların, kendileriyle beraber – zaten şunun şurasında bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki – ‘gerçek aydınları’ da o deliklere sokmaya fazlaca hevesli olmaları durumu. Bu insanların, düşünme yetilerini sürüye devretme kararları mesele değil de, o sürüye lider olarak seçtikleri aydın figürlerinin ‘sahipleri’ haline gelmeleri beni zıvanadan çıkartıyor.
Bu furyanın son kurbanı, muhafazakar kesimin sahiplenmeye çalıştığı Cemil Meriç. [1]
Meriç’i uzun uzadıya anlatmanın veya onu hiç istemeyeceği bir şekilde bir başka ‘ikili karşıtlık kutbu’ yapmanın bir alemi yok. Burada yapmak istediğim, muhafazakar arkadaşları o çok övdükleri Meriç konusunda bir anlamda uyarmak aslında. Meriç’in Jurnal‘inden bazı bölümleri bu blog’a almak istedim. Kendi değerleri olduğunu iddia ettikleri şeyleri muhafaza etmek isteyenler, eğer Meriç’in adını ‘birileri’yle veya ‘bir şeyler’le aynı cümlede geçirmek istiyorlarsa, bunu bir daha düşünmeleri kendi faydalarına olacaktır sanırım…
“Kalabalık her yerde ırzını teslim edecek bir kahraman arıyor. Çobansız rahat edemeyen kaz sürüsü. Vatikan veya Kremlin. Kendi yaptığı puta tapsa iyi, putu yapmaktan da aciz o. İki ayak üzerinde dikleştiğine pişman, secdeye kapanıyor, sürünmek, dört ayaklaşmak istiyor. Ya köpek gibi çizme yalamak ya yılan gibi ısırmak. Zavallı kalabalık! İnsanlık hep o mağara adamı; hunhar, habis, yılışık ve sarsak. Mussolini’yi bacağından asanlar yıllarca taşaklarını yalayanlardır. Kamçını unuttuğun gün canavar boğazına sıçrayacaktır, hep tekmeleyeceksin bu kaz sürüsünü, yalanla doyuracaksın, sofra artıklarını domuzlara atacaksın. O hakaretle, zilletle doyurur kendini, tasalanma. Her diktatör bir vahşi hayvan mürebbisi ama kendisi de hayvanların en vahşisi. Çoban kazdan daha az sevimli.” [2]
“[Dünyada] kolektif bir psikopati bahis konusu. Çağımızda fazla kalabalık ve totaliter temayüllü bütün insan topluluklarını tehdit eden bir felaket bu. Fert böyle bir topluluğun kucağında nefsini koruma insiyakını kaybederek selameti başkalarında arıyor. Herhangi bir ‘-izm’ uğruna feda ediyor hürriyetini. Eski Tanrıların yerini ideolojiler aldı, hepsi birbirinin kafiyesi olan ideolojiler. İnsan, sosyal lehine, reeli kaybetti gözden, her şeyi devletten bekliyor. Psikolojik manada bir kişi değil artık, esaretinin bile farkında değil. Grup, farkında olmadan en korkunç gaddarlıkları irtikap edebilir. Almanya’nın katastrofu hepimizin. Hiroşima’ya atılan bomba insanlığın vicdanında ‘crématoire’ fırınlarından veya Auschwitz’in gaz odalarından daha az akisler uyandırıyor.” [3]
“Goril yıldızları merak etmese ‘ptekantropus erektus’ hil’atını giyemezdi. Amip, olanla yetinir. İnsan fetihtir, isyandır. Goril başını kaldırdığı için insan oldu. Dört ayaklıyı kainatın efendisi yapan bu dikiliş. Hazır oyuncaktan hoşlanmaz bu çocuk. Cinlerini de, Tanrılarını da kendisi yaratır.” [4]
“Bugün daha az yobazım. Zıt kutupların birbirini tamamlayan iki bütün olduğuna inanıyorum. Bir zamanlar Promete’nin bütün Tanrılara düşmanım sözünü benimsemiştim, şimdi bütün Tanrılara inanıyorum. Yani Tanrı biziz. Istırap çeken insanlar. İnsanla ilgili her ümit, her teselli, her hayal kutsal.” [5]
“Tanrı’nın alkışa ihtiyacı olmasa insanı yaratmazdı. Tanrılar da, insanlar da alkışa susuz, sevgiye susuz. Alkışta musikileşen: sevgi.” [6]
“Düyun-u Umumiye memurları! Batı kapitalizminin kavasları. Genelevde garsonluk, lağımcılık, yankesicilik çok daha şerefli iş.” [7]
“Mustafa Kemal yüz elli sırtlan kovdu memleketten. Tek kusuru ameliyatı yarıda bırakması.” [8]
“‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza atmış bir milletin üniversitesinde iktisat okutacak adam Sosyalizm gibi masum bir kitapçığı yayımlamaktan çekinirse doçent değil, kapıcı olmaya layık değildir. Din şehit ister, asuman kurban. Haklar birer birer fethedilir. Bu efendiler konuşmak için mi doçent olacaklar, meşaleyi dolaba saklamak için mi? İnsanın keneden farkı bir dava uğrunda fedakarlığı göze alabilmesidir.” [9]
“Sağ adı verilen bu bedbaht topluluk, solun kusuntuları ile yaşar. Misafir gittikten sonra sofra döküntülerini yalamaya gelen bedbaht bir sokak kedisi. Kendine mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu intibaksızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar… Bu sağa ancak merhamet duyulur, muhabbet değil. Korkak, pısırık, kıskanç, sembollere ve sloganlara mahpus. Kendinden kat’iyen emin değil.” [10]
“Ne acılar kelimete aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş altında söylenmeyen ne kaldı? Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillalı Thérése için, Kitab-ı Mukaddes. İkisi de inandıkları için savaştılar. Sainte Thérése, Kilise’nin masallarına aşıktı. Don Kişot, çevresindeki masallara. İslamiyet de Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları.” [11]
“Osmanlı, yakın akrabalarla evlenen aşiret çocukları gibi, hep kendi irfanı ile izdivaç ettiğinden hayatiyetini kaybetmiş, dumura uğramış, yozlaşmış, dünyaya açılmamış.” [12] [13]
“Bir yandan Humeyni’ye kaside okuyan bir gençlik, Humeyni’ye yani yobazlığa, layuhtiliğe, şuuru isyan ettiren bütün Orta Çağ değerlerine mutlak bir teslimiyet.” [14]
“Tarihi tesadüfler Osmanlının işini kolaylaştırmıştır. Yalnız, Osmanlı, karşısına çıkan bu tesadüflerden layıkı ile faydalanamamıştır. İstanbul hem Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan bir ticaret merkeziydi, hem de eski Yunan medeniyetinin hazinelerini saklayan bir irfan merkezi. Fatih, Konstantiniyyenin bu iki hususiyetini de istismar edemedi. Patrikaneye büyük imtiyazlar verdi. Böylece devlet içinde devlet kurulmasına zemin hazırladı. İktisadi hayatla meşgul olacağına, lüzumsuz fetih maceralarına atıldı. Alimleri ülkeden uzaklaştırdı. Bir kelimeyle Yunan’ın mirasını zorla Avrupa’ya kazandırdı. Etrafındakiler cahil, izansız ve idraksız kimselerdi, dünya ahvalinden tamamen habersizdiler. Bir kelime ile İstanbul’un fethi Türk tarihi bakımından hayırlı bir iş olmamıştır. Ulema, Bizansın taklidine girişmiş ve İslamda Rum kilisesini hatırlatan bir rahipler zümresi türemiştir. Kanuni devri, cehaletin hükümferma olduğu bir devir.” [15]
[1] Muhafazakar gelenek ve sahiplen(eme)diği aydınlar ilişkisi hakkında daha önce de bir şeyler yazmaya çalışmıştım, bknz. “Aristoteles’ten Muhafazakarlığa: Balık Neden Baştan Kokmuyor?”
[2] Cemil Meriç, “Çobansız Rahat Edemeyen Kaz Sürüsü,” Jurnal – Cilt I: 1955-65, İstanbul:İletişim, 1963/2013, s. 189.
[3] Meriç, “Jung’a Göre Kurtuluş,” a.g.e., s. 201.
[4] Meriç, “Goril ve İnsan,” a.g.e., s. 310.
[5] Meriç, “Lanza, Gandi ve Marx,” a.g.e., s. 263.
[6] Meriç, “Reveu des Deux Mondes’lar,” a.g.e., s. 207.
[7] Meriç, “Rousseau ve Ben, Nasuhi’nin Ölümü,” a.g.e., s. 282.
[8] Meriç, “Lüzumsuz Bir Hiciv,” a.g.e., s. 277.
[9] Meriç, “Sosyalizm ve Ali Bey’in Doçentliği,” a.g.e., s. 304.
[10] Cemil Meriç, “Sağ, Sol, Münzevi Aydın, ” Jurnal – Cilt II: 1966-83, İstanbul: İletişim, 1974/2013, ss. 199-200.
[11] Meriç, “Ezeli Bir Şifadır Aldanmak,” a.g.e., s. 240.
[12] Meriç, “Osmanlıda Fikri Faaliyet,” a.g.e., s. 249.
[13] Yeri gelmişken okuduğum en iyi Osmanlı toplumsal ve yönetimsel eleştirisi, her ikisini bir cümlede toplayarak bunu yapan – bir başka muhafazakar – Namık Kemal’e aittir: “Bir kavmin siyasi ahlakı bozulursa içinden XIV. Louis çıkar ve ‘devlet benim’ diyerek her istediğini yapmaya kalkar.” Aktaran: Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 1966/2013, s. 129.
[14] Meriç, “Bilgiye, Tefekküre, Tarihe Tahammül,” Jurnal – Cilt II: 1966-83, İstanbul: İletişim, 1974/2013, s. 296.
[15] Meriç, “Tarihi Tesadüfler,” a.g.e., s. 301.