Category Archives: Siyaset

öfke bankaları, duygu ekonomisi ve türkiye

Sosyal bilimlerin “Soğuk Savaş’ın sonu” konusunda çuvalladığı, elle tutulur hiçbir yaklaşımın 1989 itibariyle Soğuk Savaş diye bir şeyden söz edilmeyecek olduğunu tahmin edememiş olmaları doğrudur. Dönemin sosyal bilimcilerinin 1950’den 1990’a kadar geçen kırk yıllık süreci neredeyse sessiz birer pantomim seyircisi gibi izleyip, yaklaşan dönüşümü ve koca bir devrin kapanışını, bu sürecin son anlarına dek o kutsal soğukluğa konduramamış olmaları, belki de tüm sosyal bilimlerdeki ‘tarafsızlık’ mitini baştan sona zorlayacak, hatta onu alaya alacak kadar ciddi bir meseledir; öyle de olmalıdır…

Lakin sosyal bilimlerin Soğuk Savaş karavanası türünün tek örneği değildir. 1980’lerin “küreselleşme” çağrıları 1990’ların “çokkültürlülük” söylemleri ile kol kola vermişken; pek az ses, 2000’leri karşılayacak “otoriter yönetimlerin dönüşü”nü dillendirmeye, “yükselen sağı” anlamaya, “ulus-devletin ve korumacılık politikalarının yeniden-şahlanışını” öngörmeye muktedir olabilmiştir. Matthew Horsman ile Andrew Marshall’ın Batılı-olmayan coğrafyalarda ortaya çıkan terörist gruplara, yersiz-yurtsuz şiddet hareketlerine ve göçlere bakarak ulus-devlet sonrasına atfettikleri “kabilecilik” (tribalism) anlatıları [1] dahi bir döneme “acaba?” soruları sordurtmuş olsa bile bugünkü görüntüyü yakalamaya bir hayli uzak kalmıştır. Zira o günlere 2018’den yaklaştığımızda belki paramparça olmuş eski Yugoslavya, Irak, Suriye gibi hikâyeleri tahmin edilebilir bulsak dahi, ilk siyahi başkanından para babası redneck’ine ‘düşmüş’ bir Amerika’yı, yirmi yıldır Rusya’yı büyük baskı ve kontrol araçlarıyla yöneten eski bir ajanı, Dünya Kupası kadrosunun yarısı ‘gurbetçi’ aile çocukları ile dolu olan Almanya’da “çokkültürlülüğün ölümünü ilan etmiş” [2] bir sultanı, Avrupa Birliği’nden çıkmış bir Birleşik Krallığı ve daha birçok “milli” örneği, “kabileci” motivasyonlarla açıklamamız pek de mümkün gözükmüyor.

Türkiye, her zaman olduğu gibi bu parçalı bulutlu resmin ortalarında güneşin pek uğramadığı, şimşeklerin çakıp durduğu, yağmurun şiddetle yağdığı ama henüz girdapların başlamadığı bir geçiş bölgesini işaret ediyor. Sosyal bilimlerde üzerine en çok konuşulan vakalardan biri olsa da Türkiye üzerine yazıların çoğu – gerek sansürden gerek oto-sansürden kaynaklanarak – üzeri kapalı ‘endişeleri’ dile getiren şifreli metinlerden öteye gidemiyor. İyinin de kötünün de yanına konuşlandırılmış “…ama…” eklentileri, yapılan tüm tartışmaları Soğuk Savaş-öncesi çekingenliğin kucağına bırakıyor. Bu yüzden de en azından benim, olan biten üzerine, olmayan ve bitmeyen üzerine, sürekli tekrarlar üzerine, süreksiz ölümler üzerine, görmekten bıktığım yüzler üzerine, bir türlü haberini alamadığım konular üzerine, duyunca çıldırmak istediğim haberler üzerine, sükûnetime benim bile şaşırdığım felaketler üzerine, gerçek-olmayan hakikatler üzerine, gerçek-sayılan fanteziler üzerine, çoğul olamamış çoğunluklar üzerine, tekil kalamamış azınlıklar üzerine… herhangi bir şey yazasım gelmiyor.

Gözlemlerim, bana bu bezmişliğin ve çekingenliğin yalnızca bilim insanlarında veya – benim durumumda olduğu gibi – ülkenin haline kafa yormaya çalışan insanlarda değil, toplumun büyük kesiminde mevcut olduğunu gösteriyor. Ülkede siyaset, kamusal bir alanda bireylerin birlikte karar vermeleri ve kanaat oluşturmaları şeklindeki Hannah Arendt’çi “varlık koşulu” olma vasfını [3] çoktan kaybetmiş ve iki güçsüz takım arasındaki küme düşme(me) maçına indirgenmiş durumda. Kaybeden taraf, artık “bu ligde oynamadığı” hissiyatına kapılırken; kümede kalanın gelecek yıl ne yapacağı, yine mi kümede kalma mücadelesinde olacağı, yoksa daha mı yukarıları hedefleyeceği belirsiz. Gelin görün ki, maç sonunda ilk taraf ölüp biterken, ikinci taraf dünya şampiyonu olmuşçasına seviniyor. Biri “dünya fatihi” ilan edilirken, diğeri kendini “tecavüze uğramış” hissediyor. Kamusal alanın öteki yanında insan haklarıymış, kadın olmakmış, hayvanlara işkenceymiş, yoksullukmuş, işsizlikmiş, depresyonmuş… hiçbiri önem taşımıyor.

İşte bu yüzden 24 Haziran 2018 seçimleri öncesindeki ‘değişik hava’ beni bir şeyler yazmaya yeniden heveslendiriyor. Ya da en azından bana öyle geliyor. Yanlış anlaşılmasın, seçimlerin sonrasında herhangi bir şeyin, herhangi bir anlamda bir değişikliğe uğrayacağını tahmin etmiyorum. 2014’te yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015’te iki adet genel seçim, 2017 anayasa referandumu ve şimdi de 2018 erken seçimleri olmak üzere son dört senede altıncı (ve belki de 8 Temmuz itibariyle yedinci) seçimine giden bir ülkede, bu seçimden sonrasının da ölüm-kalım meselesiymiş gibi simgeselleştirileceğine ve sonrasında bu ölüm-kalım meselesinin de bir ‘ertelemeye’ tabi kılınacağına şüphem yok. Demokrasi pratiklerinde ve teknolojisindeki türlü değişime ve düzenlemeye rağmen partilerde, seçmenlerde, seçimlerde ve söylemlerde bir değişiklik zaten gözlemlemiyorum ve bunların sonucunda bir kırılma anı yaşanması da bana bir hayli uzak bir ihtimal gibi geliyor.

Benim ilgimi cezbeden şey, artık sıradan bir futbol maçı önemine hâsıl olmuş seçim meselesinde, çoğu insanın ıskaladığını düşündüğüm bir soruyu sormak: “Nerede oy kullanıyoruz?”

Yo hayır… Bu pazar günü mührünüzü basıp bir zarf içine katlayarak yerleştireceğiniz kâğıdın hangi sandıkta, sınıfta, okulda, mahallede, semtte, ilçede, ilde veya ülkede olacağını sormuyorum. İstediğim bana (ya da kendinize) ülkenizi tarif etmeniz. Hangi Türkiye’de oy kullanıyorsunuz, onu merak ediyorum. O Türkiye’yi nasıl tanımladığınızla ilgileniyorum. Neler var o ülkenin geçmişinde, bugününde ve yakın/uzak geleceğinde? Sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor? Üzerinde kimler yaşıyor? Komşuları kim? Düşmanları, dostları kim? Yenilgileri neler, zaferleri neler? Ve pek tabi ki sizin bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, ne kadar uyuşuyor sizce diğerlerinin yanıtlarıyla?

Ben kendi yanıtlarımı burada vermeye çalışayım.

Önce sınırlar ile başlayalım. Horsman ve Marshall’ın yukarıda bahsettiğim çalışmalarını da içine alan 1990’ların küreselleşmeci literatürü, içinde yaşadığımız (bu-)günler için bir “ulus-devlet sonrası” hayal ediyordu kuşkusuz ama öyle sanıyorum ki, hayal ettikleri şey ile bugünkünün pek bir ilgisi yoktu. Onların vizyonunda farklı kültürlerin ve kimliklerin bir arada sorunsuzca var olabildiği, daha fazla insanın ülkesi-dışında çalıştığı/yaşadığı, füzyon mutfağın ve sentez şarkıların at koşturduğu bir dünya vardı. Burada yaşanacak sorunlar, henüz bu vizyona göre eğitilmemiş, küreselleşmenin meyvelerinden tadamamış ‘heyecanlı ve öfkeli gençler’den doğacak ve bu gençlerin zaman içinde ehlileştirilmeleriyle son bulacaktı. Bugünkü tabloda ortaya çıkan şey, aynı apartmanda aynı anda pişen körinin, lahananın, kavurmanın, waffleın ve salçanın birbirlerinin tüm moleküllerini tehdit eden ve tahammül sınırlarını zorlayan kötücül karışımlarına benziyor. Gençler teröristlere, bombaların ardı arkası kesilmeyen şehirler kan dolu mezbahalara, vatandaşlar ise rövanş isteyen taraftarlara dönüşüyor. Charlie Hebdo’dan Reina’ya, Kumrular Sokak’tan Stade de France’a, Orlando Night Club’dan Utøya’ya farklılıklar zenginliklere değil, kan ve irin dolu bulamaçlara yol açıyor.

Ama tüm bunların ışığında anlaşılabilecek ve tüm bunları kapsayan daha önemli bir gelişme yaşanıyor hemen hemen tüm dünyada ve elbette Türkiye’de. Karasal anlamda kuruluş sınırları ile hayatlarına devam eden ulus-devletler, yönetimsel anlamda artık birer ulus-devlet gibi değil, imparatorluk gibi yönetiliyor. Michel Foucault buna “yönetim zihniyeti” [4] (governmentality) diyor. Bir devlet (ya da alelade bir kurum), bizzat devlet (ya da kurum) olma vasfını sadece kâğıt üzerinde görünen sınırları ile değil, aynı zamanda o sınırlar üzerinde işletilen yönetim biçimiyle de kazanmaktadır. Avrupa’da 900 ile 1900 yılları arasında yaşanan ve imparatorlukları modern ulus-devletlere dönüştüren bu süreç, imparatorlukların artık yönetilemez sınırlara ve finanse edilemez savaşlara sahne olması nedeniyle yönetim zihniyetinde devrimci bir dönüşüme gitmiş, imparatorlukların sürekli genişletilen sınırlarından, ulus-devletlerin kesin olarak belirlenmiş sınırlarına geçiş, bu zihinsel farklılaşmanın başat sonucu olarak ortaya çıkmıştı [5]. Bugün şahit olduğumuz şey ise (belirli sınırlar içine ve o sınırları korumaya odaklanırken, o sınırlar üzerinde yaşayan insanlarla kimlik temelli bir sözleşme yaptığını varsayan) ulus-devletçi zihniyetin – ulusal sınırlarına tutunmaya devam ederken – nüfuz alanını hâlihazırda parçalanmakta olan başka ulus-devlet sınırları üzerine de genişletmeye çalışmasına dayalı yeni-imparatorlukçu bir zihniyete geçiş yapıyor olması.

Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulduğu Fransız-tipi sivil ulus-devlet modelinin ve onun getirdiği Batıcı, Aydınlanmacı, rasyonalist ve pozitivist ulus-devlet değerleri, bugün bu yeni-imparatorlukçu refleks tarafından nostaljik bir Osmanlı okumasına tabi tutuluyor. Daha birkaç yıl on yıl önce birer “kazanım” olarak değerlendirilen ulus-al değerler, bugün Osmanlı mirasından “kaybedilmiş hazinelerin” yerine getirilmiş “fabrikasyon taklitlere” benzetiliyor [6]. Artık (Eski) Türkiye’nin misak-ı milli sınırları ile çerçeveli ve Batı-yönelimli iç-dış politika pratiğinden değil, parçalanmış Irak’ta, savaş içindeki Suriye’de, Suriye’den gelen göçmenlerde, Somali açıklarında, Filistin topraklarında, sürekli mevki değiştiren türbelerde söz sahibi olan bir (Yeni) Türkiye’den söz ediliyor. Bu Yeni Türkiye’de seçimler, eskiden olduğu gibi sadece iç politikayı değil, doğrudan dış politikayı da etkiliyor. Bir zamanlar bu gelişmeyi, “de-militarizasyon” ya da “Türkiye’nin sivilleşmesi” olarak yorumlayan çoğu başat figür ise bugün yalnızca gazetelerindeki köşeleri değil, özgürlüklerini de kaybetmiş gibi görünüyorlar.

Zihinlerdeki coğrafyada yaşanan bu değişim, zihinlerin o coğrafyaya ve onun üzerinde yaşananlara bakış açısını da değiştiriyor. Ulus-devlet zihniyetinin “rasyonellik” şartı ortadan kalkıp imparatorlukçu “kervan yolda düzülür” mantığı ortaya çıktıkça, ne kadar çok değişiklik gösterirse inandırıcılığı o kadar artan hikâyeleri yeter koşul kabul edilmeye başlanıyor. Türkiye’de her zaman ulus-devletçi olan medya, şimdi ulus-devlet tarafından özelleştirilmiş kimliğini sahiplenip yine tek bir oktavdan yayın yapıyor. Anlatılan ulus-al kahramanlıkların yerini ulus-lararası (emperyal) kahramanlıklar alıyor. Ülkeden çıkmış ilk Nobel Ödüllü bilim insanı, “evrim var mıdır?” tartışması üzerinden bir güruhun “bilgesi,” öteki güruhun “cahili” yapılıyor [7]. Tarihsel olanın evrenselleştirilmesi, bireyin ait olduğu kabul edilen grup ile bir-hale-getirilmesi ve sözün Kelam’a dönüştürülmesi, bu imparatorlukçu kapsayıcılığın rutin birer yan ürünü olarak gündelik pratiklerde gözlenir hale geliyor.

Şüphesiz, yönetim zihniyetindeki bu değişim, dünyanın ve ülkenin kılcal damarlarında aktıkça insanları da dönüştürüyor. Daha önce bu blogda adını ve siyaset teorisini anmışlığım olan on dördüncü yüzyıl düşünürü Ibn Haldun, bir güruhun “toplum” olabilmesi için adına “asabiye” adını verdiği ‘ortak bağlara’ sahip olması gerektiğinden söz ediyordu [8]. Kendisinin yaşadığı dönem, yukarıda değindiğim Avrupalı imparatorlukların modern (ulus-)devletlere dönüşümünün ilk ayak izlerine şahit olsa bile, Ibn Haldun’un öngörüsü, (imparatorluklar ve devletler dahil) her türlü siyasal kurumun, kendisini var eden asabiyeyi bir gün kaybedeceği ve bunun akabinde de yıkılacağı üzerine kuruluydu. Ona göre en güçlü asabiye kanla/akrabalıkla meydana gelirken, ikinci en güçlü asabiye dinle ortaya çıkıyordu. Kanla kurulan asabiyenin nüfus arttıkça azalacağı üzerinde sıkça duran Ibn Haldun’un oto-sansürü, onun bir altında kabul ettiği dinin neden ve hangi koşullarda zayıflayacağını açıklamayıp – tam da karakterine uygun bir kıvraklık ve pragmatizm neticesinde – din asabiyesinin zayıflamasını ekonomik nedenlere bağlıyordu. Oysa Ibn Haldun’dan dört yüz yıl sonra doğan ulus-devletler kanı (etnisiteyi), dini, hukuku, ekonomiyi, kültürü, gelenekleri ve dili bir araya toplayan ve son derece açık uçlu olmasıyla zayıflama ihtimalini de bir hayli zorlaştıran “ulusal/milli asabiye” üzerine kurulmuş oldukları anlatısıyla, imparatorluklardan daha uzun bir ömür vaat ediyorlardı. Bugün görülüyor ki, beklenen olmadı. İnsanları bu açık uçlu ve tanımı imkânsız “ulus/millet” altında toplamaya çalışmak, bilhassa ulus-devletlerin icat ettiği popülist (yani “güruh-tanımlayıcı”) politikalar ve ideolojik hamleler nedeniyle, değil onları imparatorluklardan uzun yaşatmak, şehir-devletlerinden bile daha kısa bir ömrün son demlerine doğru götürmeye yaramışa benziyor.

En azından tarihin şu döneminde kendine “ulus” diyen grupları yönetenler bir ulus-devletten ötesini yönetme hevesindeyken, o ulusun içindeki gruplar da – yeni nesil “star filozof” Peter Sloterdijk’in söylemiyle – birbirlerine karşı “öfke biriktiriyor” ve bu öfkelerini farklı siyasal kurumlara/partilere (Sloterdijk’in deyişiyle “öfke bankalarına”) yatırıyorlar (investments in the rage banks) [9]. Bu tanımda yalnızca yirminci yüzyılın sağ-sol ideolojilerinin yüksek asabiyetlerinin yok olmuşluğu değil, aynı zamanda Ibn Haldun’un söz ettiği “asabiyenin bağlayıcılığı” mefhumunun da tepetaklak oluşu hissediliyor. Artık insanlar ortak-olanın, benzerliğin veya yan-yana getirenin bağlayıcılığı üzerinden değil, farklı-olanın, negatifin ve öfke uyandıranın kutuplaştırıcılığı üzerinden geçici ittifaklar kuruyor. “Öfke bankerleri,” yani politikacılar, yalnızca öfkenin tetikleyicisi görevi görüyor.

Bugün zihinlerinde hiç şüpheye yer bırakmayarak kendilerini “Türk” olarak tanımlayan insanlar, aynı ulusun parçası olduklarını inkâr etmeden, diğer “Türklere” karşı öfke biriktiriyor ve bu öfkeleri karşılığında birer kazanç elde edeceklerini vadeden “partilerin,” “yatırımcısına” dönüşüyorlar. Bir başka deyişle, Türkiye’de artık aynı ulusun üyelerinin sıradan oy verme pratikleri değil, “AKP bankasına” yatırılan öfke ile “CHP bankasına” yatırılan öfkenin, “Cumhur İttifakı bankasına” yatırılan öfke ile “Millet İttifakı bankasına” yatırılan öfkenin çatışması izleniyor. Bu ulus-içi öfke çatışmasının dışında kalmış/bırakılmış HDP’nin “banka statüsü” tartışıladursun, tam da onun üzerinde yine aynı farklılık-anlatısı sayesinde başka bir “öfke birikimi” yaşanıyor. Siyasal partilerin öfke-hazmetme-kapasiteleri genişlediği sürece “demokratik” gibi görünen bu öfke birikim yarışı, o kapasiteler daraldıkça başka siyasal kurumları (daha fazla öfkeyi barındırabilecek, daha yıkıcı enstrümanları) yardıma çağırıyor ve böylelikle toplumsal/kimliksel kopmaların ve yeni ulus-al tanımlamaların yerlerini, canlı ve şiddet içeren çatışmaların alma ihtimali de artıyor. Sloterdijk’in son derece tehlikeli “öfke bankaları,” siyasal partiler ve demokrasinin meşru araçları çevresinde kalma sözü vermedikleri/veremeyecekleri için, her an zincirlerinden kurtulmuş vahşi bir hayvanın çıkartabileceği kaosu – ya da yönünü şaşırmış öfke kümelerini – tetikte bekletiyorlar. Ekonomi, insan hakları, azınlıklar sorunu, çevre sorunu, göçmenler ve bunlar gibi çok acil ve çok daha zorlu konular Türkiye’nin kapısında birikmiş beklerken, seçim üstüne seçim üstüne seçim üstüne seçimin – ve bu seçimlerin popülist söylemlerinin – depoladığı “öfke” birikmeye ve siyasetin başat aktörü olmaya devam ediyor. Böylece Türkiye’de siyaset, somut verilerin değil bir çeşit “duygular ekonomisinin” tekinsiz ve kestirilmesi imkânsız sonucuna indirgenmiş oluyor.

Kendi adıma 24 Haziran 2018, bu “öfke yatırımlarının” şimdilik en yakın ve yine şimdilik en dik zirvesinden öte herhangi bir anlam ifade etmiyor. Ben, “nerede oy kullanıyorum?” sorusuna “rezervi kalmamış öfke bankalarının çok kırılgan savaşının tarafsız bölgesindeyim” diye dramatik ve mastürbatif bir yanıt verirken, memleketim bir kez daha mutlu olmayı, öfkeli olmayı, taraftar olmayı, küme düşmeyi ya da şampiyon olmayı bekleyen insanlarının akıp giden enerjilerine tanıklık ediyor.

“Uğursuz” Niccolò Machiavelli, siyasetini duygularından arındırmayı Lorenzo de Medici’ye beş yüz yıl önce tavsiye etmişken [10], modern olanın “duygu-suz” olma durumunu anlamlandıramayan ama hiçbir duyguyu da hissedemeyen bol antidepresanlı kılcal damarları, bireyleri bu duygu-açlıklarını siyaset büfesinden gidermeye yöneltiyor.

“Her şey dâhil” o büfenin önünde bekleyen herkes obezken, aslında hiç kimse doymuyor.

 

[1] Matthew Horsman ve Andrew Marshall, After the Nation-State: Citizens, Tribalism, and the New World Disorder, Londra: Harper Collins, 1994.

[2] “Angela Merkel Declares Death of German Multiculturalism,” The Guardian, 17 Ekim 2010.

[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, B.S. Şener (çev.), İstanbul: İletişim, 1994/2013, ss. 57-64.

[4] Michel Foucault, Essential Works: Power, 1954-1984, (der.) J. D. Faubion, R. Hurley vd. (çev.), New York: The New Press, 2000, s. 202.

[5] Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, K. Emiroğlu (çev.), İstanbul: İmge, 1990/2001.

[6] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul: Küre, 2002.

[7] Orhan Bursalı, “Aziz Sancar: Evrim Gerçektir…,” Cumhuriyet, 29 Haziran 2017.

[8] Bknz., “Ibn Haldun Bilmecesi” ve “Ibn Haldun Günlükleri.”

[9] Peter Sloterdijk, Rage and Time: A Psychopolitical Investigation, M. Wenning (çev.), New York: Columbia University Press, 2006/2010, ss. 62-68.

[10] Niccolò Machiavelli, Hükümdar, N. Adabağ (çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1513/2014.

Comments Off on öfke bankaları, duygu ekonomisi ve türkiye

Filed under Güncel, Siyaset, Teori

laiklik, milliyetçilik, apati

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman, 1982 Anayasası’nın halihazırda “laiklik” kavramını içermesine rağmen gerçekte “dindar bir anayasa” olduğunu, zira resmi tatillerin Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı olarak belirlendiğini, din derslerinin ise mecburi ve inanca dayalı bir yapıya sahip olduğunu söyledi.[1] Bu noktaya kadar kendisine tümüyle katıldığım – hatta verdiği örnekleri bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun varlığı; başka hiçbir ülkede kutlanmayan Sünni inanca dair ‘kandil’lerin resmen kutlanması; imam maaşları sıradan vatandaşın vergilerinden alınırken farklı mezheplerin ve dinlerin görevlilerine aynı imkanın tanınmaması; devlet bütçesinden cami, külliye gibi Sünni inancın mimari yapılarına fon ayrılırken farklı mezheplerin ve dinlerin yapıları için bu fonlara ulaşılamaması; resmi tatil ayrıcalığının diğer mezheplerin ve dinlerin kutsal günlerine verilmemesi; hangi inancın ‘din’ olduğuna hangisinin olmadığına devletçe karar verilmesi; resmi Cuma namazı tatili gibi laiklik kavramıyla bağdaşmayan diğer örneklerle genişletmek istediğim – Kahraman, bu sözlerinin hemen arkasından kendisine göre çelişkili görünen bu sorunun, “laiklik yeni anayasada olmamalıdır” fikriyle çözüleceğini söyledi.

Kahraman’ın sözleri, mevcut parlamento içinde 3 başlık altında ele alınmış gözüküyor:

1- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını, “Türkiye’ye din devletini ya da Sünni İslam şeriatını getirmek için istiyor” diyen grup.

2- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını, “bugüne kadar Türkiye’de uygulanan laiklik yanlıştı, bunu düzeltmeyi işaret etmek için söylüyor” diyen grup.

3- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını “isteyemez çünkü bu, mevcut hukuka ve Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez üç maddesine aykırı” diyen grup.

Kemal Kılıçdaroğlu ilk gruba dahil olarak, şu açıklamayı yapıyor:

“Emin olun, bunlar laikliğin ne olduğunu da bilmiyorlar. Laiklik, bütün inançların güvencesidir. Laiklik, din ve vicdan özgürlüğü demektir; din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi demektir laiklik. Kim neye inanırsa-başımın üstüne- devlette laiklik devletin dini istismar etmemesi demektir. Devlet iki konuda kör olmak zorundadır; bir etnik kimlik, iki inanç. Devlet vatandaşına hizmet verirken kişinin kimliğini sorgulayamaz. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa başımın üstüne” der, her türlü hizmeti verir. Devlet budur, laik devlet budur. Devlet, “Sen şu inançtansın sana hizmet vereceğim, sen şu inançtan değilsin sana hizmet vermeyeceğim” diyemez. Hangi inançtan olursa olsun devlet bütün vatandaşlarına eşit davranmak zorundadır, laiklik budur. Laiklik, toplumsal barışımızın en temel güvencesidir. Hiç kimse inancından ötürü ötekileştirilmiyor, herkese eşit davranılıyor; kavga yok, barış var, huzur içinde yaşıyoruz. Ayrıştırmaya çalışıyorlar, iç kavgaya yöneldiler.”[2]

Akademisyenliği sürecinde “komşularla sıfır-sorun,” “stratejik derinlik” gibi kavramları siyasal literatüre ekleme amacıyla öne süren Ahmet Davutoğlu, bu kez de “otoriter laikçilik” ile “özgürlükçü laiklik” kavramlarını üretip, bunları birbiri karşısına konumlandırarak ikinci gruba dahil oluyor:

“Yeni Anayasada da Laiklik ilkesi inanç gruplarına eşit mesafede olmasını garanti altına alan bir ilke olarak yer alacaktır. Otoriter bir laikçilik anlayışı değil, özgürlükçü bir laiklik anlayışını anayasamızda yer vereceğiz. Hazırladığımız yeni Anayasada da Laiklik ilkesi bireylerin din ve inanç özgürlüklerini teminat altına alan devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmasını garanti altına alan bir ilke olarak yer alacaktır.”[3]

Aslında Davutoğlu’ndan bir gün önce “özgürlükçü laiklik” kavramını ortaya atmış olan Figen Yüksekdağ ise Kahraman’ın sözlerine karşı birinci grup ile ikinci grup arasında bir pozisyon alıyor:

“Daha fazla din vurgusu yaparak hegemonya kurma peşindeler. Çok dindar oldukları için mi ‘dindar Anayasa’ istiyorlar?… Laiklik bu ülkede gerçek anlamda hiçbir zaman yaşanmadı. Özgürlükçü laikliğe susamış topraklarda yaşıyoruz. Zorunlu din derslerinin olduğu yerde, ‘Din eksenli bir anayasa yapılmalıdır’ diyor. Tam bir fütursuzluk.”[4]

Üçüncü grubu takip eden Devlet Bahçeli ise laikliğe dair kavramsal bir tartışmadan veya kavramın toplumsal önemine dair bir duruş sergilemekten kaçınarak, Kahraman’ın bu isteğini ‘hukuksuz’ bulduğunu söylemekle yetiniyor:

“Bu çıkış doğru değildir. Anayasa’mıza göre seçilmiş bir Meclis Başkanımızın Anayasa’nın ilk dört maddesini tartışmaya açması doğru bir yaklaşım değildir. Bir yandan anayasa değişiklikleri üzerinde düşüncelerinizi ortaya koyacaksınız, düşüncelerinizin gerçekleştirilmesinde milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 maddenin içerisindeki laikliği ayrıca tartışmaya açacaksınız, bu doğru bir düşünce olmamıştır.”[5]

Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim iki nokta var. İlk olarak, Kahraman’ın bir anda gündeme getirdiği ‘laiklik’ anlayışına ve ardından gelen tartışmaların kavramsal tutarlılığına göz atmaya çalışacağım. İkinci olarak ise MHP başkanının kendilerini büyük oranda temsil ettiği varsayımıyla, günümüz Türk milliyetçilerinin neden ‘laiklik ile ilgili bir tartışmaya girmekten kaçındıkları’ üzerine bazı tarihsel çıkarımlarda bulunacağım.

Başlayalım…

Bir haftadır süren laiklik konuşmalarının ontolojik/kavramsal tutarlılığı ile ilgili ilk tartışmayı, BirGün Gazetesi’nde yer alan röportajında Korkut Boratav Hoca yapmış. Kendisine göre, bu tartışmayla birlikte siyasetçiler

“…laikliği din ve vicdan özgürlüğü diye tanımlamaya başladılar. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da buna benzer bir açıklama yaptı. Bir kere bu yanlış. Laiklik din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili bir şey değildir. Aydınlanmanın bir öğesidir. Laiklik, ortaçağ kurumlarına, ortaçağın devlet anlayışına karşı verilen mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Devletin ve toplumun dini kurallardan arınmasıdır. Kavramları karıştırmamak lazım. Zaten devlet ve toplum dini kurallardan arınırsa din de bireysel alana, bireyin dünyasına çekilecektir. Doğrusu da budur.”[6]

Boratav Hoca’nın bu kısa röportajında ayrıntıya giremediği noktalara değinmeye çalışalım…

Mademki laikliği bir Aydınlanma öğesi olarak ele alıyoruz, o halde önce Aydınlanma kavramı ile neyi anlamamız gerektiği sorusunu yanıtlamak ve bunun için de Immanuel Kant’ın 1784 yılında yazdığı “Aydınlanma Nedir?” makalesine gitmek gerekiyor.[7] Kant’a göre,

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! ‘Aklını kullanmaya cesaret et!’ sözü Aydınlanma’nın sloganı olmaktadır.

Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyle insanların çoğu, bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar. Aynı sebeple başkaları için bu insanların başına vâsi [yönetici] olarak gelmek çok kolaydır. Çünkü ergin olmama durumu çok rahattır. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum olduğu zaman, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; çünkü başkaları beni bu sıkıcı ve yorucu işten kurtaracaktır. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini üzerlerine almış bulunan vâsiler, insanların çoğunun, bu arada ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanları sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek tehlike bu denli büyük değildir; çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar, sonunda yürümeyi öğreneceklerdir; ne var ki bu türden bir örnek, insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.”[8]

Kant’ın tarifiyle Aydınlanma, özel alandaki ve kamusal alandaki tüm yöneticilerin/otoritenin, basmakalıp tüm kuralların ve dogmaların yerini “tembellikten ve ergin olamama durumundan sıyrılmaya cesaret etmiş, düşünmekten ve aklını kullanmaktan korkmayan” insanların kendi rasyonel istekleri ve amaçları doğrultusunda çizdiği yollarla değiştirmesidir. Çünkü “insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının mekanik araçları olan dogmalar ve kurallar, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayak bağı olurlar.”[9] İnsan kendi kendine koyduğu bu ayak bağlarından ve engellerden özgürleşmeli, aklını kullanmaya hiçbir sınır olmadan devam etmelidir. Aydınlanma’nın özü budur.

Laiklik ile Aydınlanma, Kant’ın tarifindeki “ayak bağlarından” biri olan, ve Boratav Hoca’nın tarifinde belirttiği, Ortaçağ’a özgü dini ve siyasi kurumların otoritesi ile hiçbir ayrım olmadan tüm insanların düşünebilme sınırlarının (“ortak aklın” veya “sağduyunun”[10]) kesiştiği yerde bir araya gelir. Ortaçağ’ın dini ve siyasi kurumları, meşruiyetlerini “aşkın bir otoriteden” aldıkları iddiasında bulunurlar. Bu aşkın otorite Papa’ya, Kral’a ve yerel liderlere (feodal beylere) kutsallıklarını bahşettiği öne sürülen Tanrı’dır. Tanrı’nın Papa’yı, Kral’ı ve yerel liderleri kutsaması varsayımı, Aydınlanma ile birlikte “Tanrı neden sadece yöneticileri kutsar?” ve “Tanrı neden yönetici ile yöneten arasındaki ilişkinin kurucu unsurlarından biridir?” sorularına evrilir. Aydınlanma’nın bu sorulara verdiği yanıt – laiklik kavramı ile sık sık karıştırılan ve çoğunlukla da tercüme hatasına kurban edilen – sekülerleşmedir.

“Dünyevi işlerle uğraşırken dinsel inançların bir referans olmaktan çıkmaya başlamasını anlatan sekülerleşme kavramı, Fransızca’dan gelen, devlet yapısının ve yönetim biçiminin din-dışı bir zeminde örgütlenmesine işaret eden laiklik kavramından farklı olarak, insanların gündelik yaşam pratikleri ve fikir yürütme biçimlerindeki değişimleri de kapsar.”[11]

Sekülerleşme ile birlikte hem algıda hem de pratik yaşamda bir ayrım oluşması hedeflenir: özel alan ve kamusal alan. İki alanın birleştiği nokta “insan aklı”dır ve “sivil toplum”da açığa çıkar. Bu akıl, Kant’a göre “saflaşmalı,” üzerindeki her türlü dogmadan, her türlü baskıdan, her türlü otoriter etkiden sıyrılmalıdır. İnsan aklı, sivil toplumda (üretim, yönetim, siyaset, kültür, medya, vb.) yer alan her şeyin kurgulanmasının, algılanmasının ve gerçeğe dönüştürülmesinin temel dayanağı, referans noktası olarak kabul edilmelidir. En basit ifadesiyle sekülerleşme, insan aklının kendi başına varolabilmesinin, kendi kendine düşünebilmesinin, kararlar alabilmesinin ve ‘bilmeye cesaret edebilmesinin’ önündeki tüm otoriter eğilimleri ortadan kaldırmasıdır. Bu otoriter eğilimler aileyi, eğitimi, kültürü, medyayı, hukuku, devleti, üretimi, siyaseti, dini ve bunlara benzer her türlü üstyapı aracını kapsar.

Sekülerleşmeyi geniş kapsamlı bir otoriterlikten-özgürleşme-süreci olarak ele alırsak, laiklik bu özgürleşme sürecinde insanın kendisini yönetecek kişileri ve kurumları seçerken her türlü dini otoriteden uzaklaşabilme hakkı olduğunu ifade eden parçadır ve kabaca, devletin bir toplumdaki farklı ahlaki, ideolojik ya da dini inançlara/düşüncelere karşı eşit tarafsızlıkta (neutrality) kalması, Charles Taylor’ın deyimiyle, “vatandaşların ahlak bakımından eşitliğini” varsayması anlamına gelmektedir.[12] Bu açıdan, sekülerleşme çok daha kapsamlı ve toplumsal bir olgu iken, laiklik siyasal rejimi ilgilendiren bir eşitlik ve inanç/düşünce özgürlüğü sürecidir.

Laiklik seçme/seçmeme özgürlüğünün, yönetilme/yönetilmeme özgürlüğünün, inanma/inanmama özgürlüğünün aynı potada eridiği bir özgürlük hakkıdır. Laiklik olmadan, aynı iktidar çatısı altında yaşayan farklı inançtaki insanlara eşit davranılmıyorken, Aydınlanma’nın gerçekleşemeyecek olması bu yüzdendir.

Laiklik bir Aydınlanma sürecidir.

Laikliğin yalnızca “din ve inanç özgürlüğü”ne indirgenemeyecek olması, Kemal Kılıçdaroğlu’nun İsmail Kahraman’ın sözlerine verdiği yanıtın – ve bu anlamda Kahraman’ın bir şeriat devleti istediği düşüncesine sahip ilk grubun – kavramsal olarak son derece kaygan bir zeminde olduğunu gösteriyor. Ülkedeki laikliğin savunucusu olarak kendisini belirlemiş bu düşüncenin,[13] savunduğu kavram ile ilgili ciddi sorunlarının olduğu ve bu açıdan nasıl bir savunma stratejisi geliştirebileceği, oldukça ciddi bir soru olarak karşımızda duruyor. Aslında, laikliği yalnızca devleti dinin, vatandaşı da devletin baskısından kurtarmak biçiminde algılamak; CHP’nin vatandaş üzerindeki ‘kurucu’ arzularını da açıklamaya oldukça yardımcı oluyor.

Öte yandan hem Figen Yüksekdağ’ın hem de Ahmet Davutoğlu’nun (sonradan-)üretip ortaya attıkları “özgürlükçü laiklik” kavramının, Kılıçdaroğlu’nun içeriksel probleminden farklı, bir başka ontolojik probleme işaret ettiği de ortaya çıkıyor. Yüksekdağ ve Davutoğlu bu kavramsallaştırmalarıyla, içinde zaten “özgürleşme” olan bir kavram olan laikliği, ‘özgürlükçü özgürleşme’ gibi kendi kendini yiyen bir yılana (ouroboros) dönüştürüyorlar.

Davutoğlu’nun “özgürlükçü laiklik” kavramının karşısına konumlandırdığı “otoriter laikçilik” kavramı ise ontolojik problemi bir adım öteye taşıyor. Her şeyden önce Davutoğlu “laiklik” ile “laikçilik” arasında ‘söylemsel’[14] bir ayrıma gidiyor. Davutoğlu’nun kullandığı laik-çi-lik kelimesi iki adet yapım eki alıyor: Kelimedeki “-çi” eki bir ‘taraftarlık’ durumu belirtirken (laik-taraftarı); “-lik” eki, ‘laikçi’ kelimesine ‘bağlılık’ ve ‘özellik’ anlamı katıyor (laik-taraftarı olma durumu). Buna göre “laik-lik” kelimesinden farklı olarak “laik-çi-lik” kelimesinde, “laikliği sadece taraftarı olduğu için kabul eden,” ancak buna karşılık laikliğin kendisine taraftar olmamakla suçlanan biri, birileri, bir kurum veya kurumlar yer alıyor. “Laik-çi-lik”in önüne getirilmiş “otoriter” sıfatı ise bir yandan laiklere sempati duyarken diğer yandan laikliğe uzak kalan kişinin/kurumun, bu sempatisini toplumun geri kalanına da “zor yoluyla” kabul ettirmeye çalıştığı anlamı ortaya çıkıyor. Laikliğin kendisi herhangi bir kavramı “zor yoluyla kabul etmemek” ve “otoriterliği” reddetmek üzerine kurulu olduğuna göre, Davutoğlu burada laik-çi-lik yapanların laikliğin kendi özünden ayrıldıklarını söylüyor. Bu analizinin bir sonraki adımı olan “özgürlükçü laiklik” kavramını kullanması ise Davutoğlu’nu yapı-sökümde bir çıkmaza sokuyor: Davutoğlu eğer “laik-çi-lik” kavramını, laikliğin zaten sahip olduğu “özgürlük”ten soyutlamak/ayırmak için kullanıyorsa, neden “laik-lik”in önüne “özgürlükçü” sıfatını koyuyor? Yok eğer “laik-lik”in kendisinin özgürlükçü olmadığına inanıyorsa, neden “laik-lik” ile “laik-çi-lik” arasında bir ayrıma gitme ihtiyacı duyuyor? Kılıçdaroğlu’nun içerikle ilgili ontolojik problemi, Davutoğlu’nda hem içeriksel hem de söylemsel bir probleme dönüşüyor.

Kılıçdaroğlu’nun, Yüksekdağ’ın ve Davutoğlu’nun laiklik açıklamaları, yukarıdaki gibi kavramsal tartışmalara yol açabilecek potansiyeldeyken, Devlet Bahçeli’nin laiklik açıklaması öznellikten tümüyle uzak, hukuki bir platformda seyrediyor. Açıklama metninde yer verdiği kelimeler ve bu kelimelerle birlikte kullandığı ekler, Bahçeli’nin laiklik meselesine dair nerede durduğunu açıkça işaret ediyor. Buna göre, Bahçeli “Anayasa’mız” kavramı ile 1982 Anayasası’nı benimsediğini, “seçilmiş Meclis Başkanı” ifadesiyle Kahraman’ın üstlendiği pozisyonu meşru kabul ettiğini, “milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 madde” ifadesiyle 1982 Anayasası’nın millet iradesi ile yazıldığını varsaydığını ve “milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 maddenin içerisindeki laikliği” ifadesiyle de laiklik kavramını tümüyle ‘(ana)yasal’ ya da iradesini milletten alan ulusal hukuk çerçevesinde değerlendirdiğini anlatıyor.

Laikliği kavramsal boyutundan sıyırıp tamamen hukuksal bir gereklilik çerçevesine sokmak, İsmail Kahraman’ın sözleri ve önerisi hakkında yine aynı çerçevede bir yanıt vermeyi gerektirebilir. Bunu yapmanın siyasi ve bireysel bir tutarlılık olduğu söylenebilir. Hepsi bir yana, MHP’nin bugünlerde içinde bulunduğu ‘hareketlilik,’ “şu anda bu konuya karışmama” stratejisini öne çıkartmış da olabilir.

Sorun şu ki, laiklik ile ilgili söz etmeme(yi tercih etme), MHP’nin, milliyetçilerin ya da Bahçeli’nin yalnızca bugününe, içinde bulundukları siyasi-toplumsal bağlama ya da kişisel kaygılarına bağlı değil. Milliyetçi geleneğin önde gelen gazetesi Ortadoğu‘da İsmail Kahraman’ın açıklamalarına dair yayınlanan sadece iki köşe yazısı olması ve bunların birinde laiklik tartışmaları “boş ve sonuçsuz iş”[15] olarak nitelendirilirken, diğerinde Davutoğlu-Yüksekdağ benzeri bir “laiklik vs. laikarlık” ayrımı yapılıp “Hz. Muhammed’in laik olduğu”ndan[16] söz edilmesi, milliyetçi geleneğin temelde Bahçeli’nin duruşundan fazla uzaklaşmamış olduğunu gösteriyor. Şüphe yok ki bunlara milliyetçi (hatta MHP’li) olduklarını açıkça beyan eden ve güncel meselelere dair attıkları tweetlerle öne çıkan akademisyenlerin ve araştırmacıların, Kahraman’ın açıklamalarına dair yorum yapmaktan (tweet atmaktan) kaçınmaları da eklenebilir.

Tüm bunlar bana laikliğin bugünkü milliyetçi siyasetin ‘can damarları’ndan birini oluşturmadığını anlatıyor.

Peki neden?

Pratik/güncel siyasetle ilgili nedenleri dışarıda tutarsak, ben bu soruya iki temel yanıt bulabiliyorum.

Birincisi, MHP’nin bir parti olarak kendini konumlandırdığı yer ile ilgili.

Malum, Türkiye’de Sağ ve Sol siyasal söylemleri, Batı’daki faşizm ve sosyalizm/komünizm geleneklerinden farklı olarak, Sağ ile özdeşlemiş MP/CKMP/MHP (milliyetçilik) geleneği ve Sol ile özdeşleşmiş Ecevit-sonrası CHP (sosyal demokrasi) geleneği ile birlikte anılıyor. Milliyetçi hareketin bir fraksiyon olarak Demokrat Parti’den ayrılmasının temelinde yatan “CHP’nin laiklik vurgusuna yeterince eleştiri yapılmıyor olması” gerekçesi, bu fraksiyonun içinden çıkan partilerin yapılandırılmaları ve kadroları büyük değişiklikler geçirse de,[17] CHP ile laiklik kavramını yan yana (birlikte) ele almak ve milliyetçi hareket ile laiklik arasında tam bir bağlantı kuramamak alışkanlığını besleyerek devam etti.

2011 sonrası AKP iktidarının kendini konsolide etmesi ve giderek güçlenmesi, en azından 1 Kasım 2016 Genel Seçimlerine kadar (Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde ortak aday çıkartacak kadar) CHP ile MHP politik söylemlerini (‘ulusalcılık’ paradigması üzerinden) birbirine yakınlaştırdı belki ama eğer bugün bu iki parti arasında temel bir farklılıktan söz edilecekse bu temel farklılığın “laiklik çizgisi” üzerinden geçtiği oldukça açık.

Bugünün sol-liberal CHP zihniyetine göre, “Atatürk bilimi bir araç olarak kullanmayı Batılılığın en başta gelen özelliği saymakla birlikte dini bir araç olarak kullanmayı beğenmemektedir, reddetmektedir. İslam tarihi içindeki en çok eleştirdiği nokta Müslümanlığın en başından itibaren politik bir araç olarak kullanılmış olmasıdır. Atatürk’e göre Müslümanlık nerede böyle bir nitelik kazanmışsa bir ‘aldatmaca’ olmuştur. Asıl mesele, dini bu gibi konulara ‘bulaştırmamaktır.'”[18] Söz konusu bulaştırmama işi, yukarıda da tartışıldığı gibi, zaten laikliğin tanımıdır.

Bunun karşısında, artık iyice AKP’ye kaymış olsa bile, bir zamanlar MHP seçmeninin büyük çoğunluğunu oluşturan (İç) Anadolulu “yerel liderler,” (1930-1945 arasındaki) kurucu CHP kadrolarının sahiplendiği laikliği de içeren “ulus olmanın nesnel öğelerini yadsıyarak ve dinsel bağlantıları vurgulayarak İslami millet anlayışını korumak için büyük bir enerjiyle”[19] savaşmış grupların kurucuları ve mirasçılarıdır. Onlara göre “İslam’la [Türkiye’deki] sosyal düzen arasında doğrudan bir bağ vardı[r]. İslam, toplumun nasıl olması gerektiğini belirttiğine göre dini politikadan çıkartmak mümkün değildi[r].”[20]

Üstelik, Kemal Karpat’a göre, 1930-45 arasındaki “CHP yönetiminde rejime yönelik gerçek veya sanal bir tehdidin ortaya çıktığı her durumda rejimin savunulması için laiklik ilkesine başvurul[muştur]. Laiklik, tek parti yönetiminin ve rejimin ‘düşmanları’ için her zaman kolaylıkla dinsel, başka bir deyişle İslami kaynaklı veya amaçlı olarak nitelenen her türlü muhalefet için getirilen yasaklamaların gerekçesini oluştur[muştur]. Laiklik politikası ile devlet dinsel alanın hakemi durumuna getiril[miştir]… ‘Laiklik’ tanımının, ilkenin gerçek anlamını saptırdığı ve devleti ‘ulusal irade’nin patronu konumuna getirdiği eleştirisi CHP’ye yöneltilen en temel eleştirilerden biri[dir].”[21] Laiklik, bu ‘pratik’ alanda, daha erken dönemde CHP seçmeni ile MHP seçmenini iki zıt kutupta karşılıklı konumlandırmıştır.

Ancak, tam da bu noktada, MHP’nin ve milliyetçi seçmenin bugün neden söz konusu karşıtlığı ‘kendi lehine’ kullanmaktan kaçındığı, hatta ‘konu bile etmediği’ sorusunun ikinci yanıtı ortaya çıkar.

Evet, (yakın-)tarihsel olarak MHP’nin temsil ettiği Sağ ve CHP’nin temsil ettiği Sol seçmeni birbirinden uzaklaştıran şey “laiklik çizgisi” olabilir; ama MHP, Türkiye’nin 1980-sonrası siyasal geleneği içinde “Sağ siyaset”in tek aktörü değildir artık! Özellikle 2011 sonrası Türkiye’deki Sağ seçmenin büyük çoğunluğu – burada tartışılması gerekmeyen nedenlerle – artık ‘güvenilir’ birer AKP seçmeni haline gelmiştir. Milliyetçi  seçmen, kendisini eski ya da bugünkü CHP ‘ulusalcılığından’ ayırt etmeye çalıştığı kadar, bu “Yeni Sağ”[22]ın temsilcileri olan AKP’den de ayırt etmek zorundadır artık. Ama bu, CHP’den uzaklaşmak kadar kolay olmayacaktır.

MHP ile AKP’nin paylaştığı ortak (Sağ) seçmen havuzundaki “dindar kişilerin İslam’a kesin olarak bağlı oldukları dolayısıyla da Atatürk’ün laik reformlarının yadsınmasını toplumun kültürel bütünlüğünün yeniden sağlanması için zorunlu gördükleri doğrudur. Ancak toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan insanlar için sorun, Türk kimliğinin tarihsel ve kültürel gelenekleri kapsayacak şekilde tanımlanmasının yolunu bulmak ve aynı zamanda da statülerini ulusal bir devletin modern yurttaşları olarak sağlamlaştırmaktı. Görünüşe göre dine verilen önem dindarlıktan çok pratik nedenlerden kaynaklanıyordu: Toplumu bir arada tutan çimentonun İslami gelenek ve göreneklerden türediği apaçık bir gerçekti. Büyük çoğunluğa göre demokrasi, modernleşme veya (Batıcılıktan farklı olarak) Batılılaşma, genelde toplumsal dayanışmanın temel değerlerinin yadsınmasını veya önemsenmemesini değil, bu değerlerin, Türklerin kültürel ve tarihsel mirasının bir parçası olduğunun kabul edilmesini gerektiriyordu.”[23]

Kemal Karpat’tan alıntılanan bu cümlelerde Batı-cı-lık ve Batı-lı-laşma arasına konulan “fark” size de çok tanıdık gelmiyor mu? İlkinin “olumsuzluğu” ile ikincisinin “nötrlüğü” veya “uygun bir hale getirilebilirliği” ile başka bir karşılaştırmayı size de hatırlatmıyor mu?

Elbette Davutoğlu’nun laik-lik ve laik-çi-lik arasına koymaya çalıştığı farktan söz ediyorum burada. Ve tabi ki, aynı anda, MHP’nin ve milliyetçi kitlenin laiklik tartışmalarının ötesinde, içinde bulundukları çıkmazdan da…

“Sağ”ı “Sol”dan ayırmak, “Sağ”ı “Yeni Sağ”dan ayırmak gibi değil. İlki, söylem düzeyinde bile kalıp başarıya ulaşabilecekken; ikincisi, hem söylemi hem de pratiği gerektiriyor. Milliyetçiler, halihazırda AKP siyasetinin doldurduğu “söylem deliklerini” yeniden-düzenleyebilecek ya da değiştirebilecek siyasal güçten yoksunlar. Örneğin, “Osmanlı nostaljisi”ne sahip olsalar da, “Osmanlı’nın en büyük nostaljiği” olamıyorlar. Türkiye’de “dindarlığı” en yakın yaşayan kesim olduklarına inansalar da, “Türk dindarlığı”nın ne olduğunu “ilk kez onlar” açıklayamıyorlar. “Baş örtüsü” hassasiyetleri, başkalarınca bayraklaştırılıyor. Bir “reis-hayalini” Alparslan Türkeş’ten beri kursalar da, kendi ‘reis’lerini çıkartamıyorlar. Kendi “ocakları” (Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları) olsa da, yeni bir “ocağın” (Osmanlı Ocakları) kurulmasına engel olamıyorlar. AKP iç-dış politikada ne zaman “milliyetçi” adımlar atsa (Kürt Açılımı’nın ortadan kalkması, Rusya ile gerilim, İsrail-Filistin tarafgirliği, vb.), “asıl milliyetçinin” kendileri olduğunu kimseye anlatamıyorlar. Milliyetçi söylem ne zaman hükümet lehine popülerleşse, seçmenlerinin bir kısmını AKP’ye kaptırmaktan kurtulamıyorlar.

Oturmak istedikleri koltuklar çoktan kapılmış, doldurmak istedikleri boşluklar çoktan doldurulmuş.

Zaten hassas oldukları, olabilecekleri, belki de “laik-lik” ile “laik-çi-lik” farkını ortaya koyabilecekleri laiklik “olay”ında bile, AKP’den (hatta bu kez HDP’den bile) önce davranamıyorlar. Söylem üretemedikleri gibi, eylemde de bulunamıyorlar. Hep kendilerinden önce davranmış, hep kendi söylemlerini çoktan düşlemiş ve ifade etmiş birileri ile karşılaşıyorlar.

Adeta kendi doğurdukları çocuğun (Sağ siyasetin), büyüyüp gelişme evrelerini kaçırıyorlar. Çocuk çoktan ergenleşmiş, büyümüş, evlenmiş, “yenilenmiş,” küresel/modern hayatın gereklerini yapmaya başlamış, onlar çocuklarının hala kendi kurdukları “baba kurumları”na sadık kalmasını bekliyorlar. Yeni Sağ’ın gerektirdiği piyasa liberalizminden devletçilikleriyle, kurup-bozduğu geçici arkadaşlıklardan (Kürtler, Aleviler, eşcinseller, İsrailliler, Avrupalılar, Amerikalılar, vb.) ezeli düşmanlarıyla, küreselleşme vurgusundan yerellikleriyle, popülizmden ‘ağır abilikleri’yle uzaklaşıyorlar.

O yüzden de zamanı ıskalıyorlar.

Sadece laiklik konusunda değil, her konuda suskun kalıyorlar.

Kendilerini Sağ-Sol, yerel-küresel, piyasa-siyaset, dün-bugün gibi sınırları belirsiz, bulanık ve denetimsiz kavramlar arasına sıkıştırmaktan ve üzerlerindeki otoriteyi sürekli yeniden-güçlendirmekten vazgeçmedikçe, “milliyetçi dava bana ne der?” diye kendilerini korkuttukça, Kant’ın deyişiyle “kendi suçları ile düşmüş oldukları bir ergin olmama durumundan” kurtulmak için cesaret etmedikçe, suskun kalmaya da mecburlar…

İronik olan şu ki, onlara bu cesareti verebilecek “laiklik” tartışmasında bile taraf olmayarak, bir başka tarihi fırsatı da ıskalamış durumdalar.

Eğer bu kez korktukları şey laikliğin, sekülerleşmenin, en nihayetinde Aydınlanma’nın Batılı birer kavram olduğu ve “milletimize-dinimize” uymayacakları idiyse, yine yanılıyorlar…

Fazla uzağa gitmeyip milliyetçi literatürün ana yayıncılarından Ötüken Neşriyat’tan çıkmış İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri başlıklı kitaba bakabilirler mesela. Orada şu satırlarla karşılaşacaklar:

“[İbn Sina] Kitab el-Nefs adlı eserinde: ‘Farzedelim ki’ diyor ‘bizden biri aniden ve mükemmelen yaratılmış ama gözleri örtülü ve harici şeyleri göremiyor olsun. Havada veya hissedebileceği havanın mukavemetinde çarpmaması için, daha ziyade boşlukta yaratılmış bulunsun. Uzuvları ayrılmış olduğundan ne bir şeye rastlıyor ne de dokunuyor. Sonra bizzat kendi varlığının delilinin olup olmadığını kendi kendine sorarsa, hiç şüphesiz kendinin var olduğunu doğrulayacaktır…’ Dış alemle irtibat kurmaksızın, bizzat kendi düşüncesi, kendisinin var olduğunu ve düşündüğünü ilham edecek olan meşhur uçan adam mecazını alamet olarak alırken, ruhun bir cevher olduğunu, bir araz olmadığını, ölümsüz ve manevi olduğunu ortaya koyar. Bu mecaz, Ortaçağ’ın çok sayıda yazarı tarafından ele alınmıştır. Öyle ki, [René] Descartes’ın Cogito ergo sum‘u ona öylesine yakın ki, uçan adam mecazını biliyor olması kuvvetle muhtemeldir.”[24]

Cogito ergo sum (je pense, donc je suis), bilinen çevirisiyle, “düşünüyorum, öyleyse varım”[25] demektir. Aralarında bilinen, kesin bir bağ yoktur belki ama İbn Sina’nın uçan adam‘ı Descartes’ın düşündüğü için var olan adamından önce gelir. Onlara göre insan, duyularına ve insan yapısı hiçbir şeye (siyasete, dile, dine, kültüre, devlete, otoriteye) ihtiyaç duymadan, kendi kendine var olduğunu bilir. Bunu bildiği için varlığı kesindir. Aklı saflaştırmak, onu insan yapısı olan her tür etkiden uzaklaştırmak anlamına gelir. Bir kez bu gerçekleştiğinde, artık insanın önündeki tüm engeller ortadan kalkar. İlerleme başlar. İnsan birilerinden aldığı yetkiyle değil, kendi varlığı sayesinde ayağa kalkar. ‘Var’ olmaktan çıkıp ‘yaşamaya’ başlar. Aydınlanma, buna işaret eder. Sekülerleşme de… Laiklik de…

Ama bunu yapabilmek için, önce cesaret gerekir…

Laikliği istemeyenler, cesaret etmeye cesaret edemeyenlerdir. [26]

 

[1]Meclis Başkanı Kahraman: Laiklik Yeni Anayasada Olmamalı,BBCTürkçe, 25 Nisan 2016.

[2]Ya Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devletine İnan Ya da O Koltuğu Terk Et,” CHP, 26 Nisan 2016.

[3]Ahmet Davutoğlu: ‘Yeni Anayasada Özgürlükçü Laiklik Olacak’,Euronews, 27 Nisan 2016.

[4]HDP’den Laiklik Açıklaması,HaberSol, 26 Nisan 2016.

[5]Bahçeli’den Laiklik Açıklaması,HaberSol, 26 Nisan 2016.

[6]Korkut Boratav: Laiklik Aydınlanma’nın Bir Öğesidir,BirGün, 28 Nisan 2019.

[7] Batı dünyasının 200 yıl önce sorgulayıp çözdüğü meseleleri, kavramsal olarak kendi lügatine yedirmeyi başaramamış bir toplum olmamız, Türkiye’de laiklik ve Cumhuriyet-kazanımları ile ilgili en kayda değer tartışma bana kalırsa.

[8] Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?,” Özgürlüğün İdeolojisi: Liberalizm içinde, D. Gürpınar (der.), A. Kurt (çev.), İstanbul: Liber+, 1784/2016, ss. 68-69 (68-76).

[9] Kant, a.g.e., s. 69.

[10] René Descartes, Söylem – Kurallar – Meditasyonlar, A. Yardımlı (çev.), İzmir: İdea, 1637/1996, ss. 13-14.

[11] Tony Bilton vd. Sosyoloji, K. İnal (çev.), Ankara: Siyasal, 2003/2009, s. 9.

[12] Jocelyn Maclure ve Charles Taylor, Laiklik ve İnanç Özgürlüğü, İ. Güllü (çev.), İstanbul: İskenderiye, 2010/2015, ss. 17-25.

[13] CHP Sözcüsü Selin Sayek Böke’nin “tek bir Cumhuriyet Halk Partili hayatta kalana kadar savunacağımız ve kırmızı çizgi olarak her zaman arkasında duracağımız bir laiklik davamız var” açıklaması, CHP’nin kurumsal olarak bu savunuyu üzerine almakta gönüllü olduğunu gösteren bir başka örnek sanırım. “Selin Sayek Böke’den ‘Laiklik’ Açıklaması,” Sözcü, 27 Nisan 2016. Öte yandan, bu söylemin pratik ile nasıl uyuşacağı veya CHP’nin yakın tarihinin bu ‘laiklik savunuculuğu’nu nasıl garanti altına alacağı da önemli bir soru işareti… Mesela “Davutoğlu olayı”nın ardından Kılıçdaroğlu’nun kendisine ‘hakkını helal etmesi,’ öncesinde HDP-saflarında görünmemek için dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘evet’ denilmesi ve elbette Ekmeleddin İhsanoğlu’nun 2014 adaylığı gibi örneklerle mi “laikliği kesin CHP korur” izlenimine kapılacak seçmeni? Belki başka bir yazının konusu ama burada esas sorulması gereken soru, gerçekte CHP’nin hangi seçmene yönelik bir söylem geliştirdiği ile alakalı olmalı sanıyorum: AKP+MHP seçmenine yönelik mi, yoksa kendi seçmenine yönelik mi?

[14] Burada “söylem” (discourse) kavramını Michel Foucault’ya atıfla, “söylenen her türlü şey içinde belli bir sistemlilik içine girebilen ve kendileriyle birlikte düzenli bir iktidar etkisi meydana getirebilen ‘ifade’lerin bütünü” olarak kullanıyorum. Foucault’dan aktaran, Taner Timur, Felsefi İzlenimler: Sartre, Althusser, Foucault, Derrida, İstanbul: İmge, 2005, s. 65

[15] Orhan Karataş, “Türkiye Gerçeğinden Habersiz,” Ortadoğu, 28 Nisan 2016.

[16] Şükrü Alnıaçık, “Hz. Muhammed’in Laikliği,” Ortadoğu, 28 Nisan 2016.

[17] Bknz. Jacob Landau (1982) “The Nationalist Action Party in Turkey,” Journal of Contemporary History, 17(4), ss. 587-606; ve Hakan Yavuz, “The Politics of Fear: The Rise of the Nationalist Action Party (MHP) in Turkey,” Middle East Journal, 56(2), ss. 200-221.

[18] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makaleler I, İstanbul: İletişim, 1990/2012, s. 191.

[19] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, s. 213.

[20] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makaleler I, İstanbul: İletişim, 1990/2012, s. 191.

[21] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, ss. 67-68.

[22] Bknz. Nafiz Tok, Mehmet Özel ve Vedat Koçal (der.), Yeni Sağ, Küreselleşme ve Türkiye, Ankara: Orion, 2008.

[23] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, s. 315.

[24] A.M. Goichon, İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri, İ. Yakıt (çev.), İstanbul: Ötüken, 1951/2000, ss. 35-36 ve 87-88.

[25] René Descartes, Söylem – Kurallar – Meditasyonlar, A. Yardımlı (çev.), İzmir: İdea, 1637/1996, s. 32. Aradan neredeyse beş asır geçmesine rağmen, “düşünmenin kendisi[nin], hükmedenler tarafından salt ideoloji diye yadsınır oldu[ğu]” günümüzde, düşünebilmek hala bir varlık göstergesi, bir meydan okuma/tanınma eylemidir. Thedor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 61.

[26] Ergin Yıldızoğlu’nun yakın dönem Türkiye tarihine ışık tutan ve laiklik tartışmalarına da özel bir yer ayıran kitabı, “Laiklik Savunulmalıdır”ı, bu yazıda yer alan her şeyin sağlamasını yapmak adına, herkese öneririm: Ergin Yıldızoğlu, Laiklik Savunulmalıdır, İstanbul: Tekin, 2016, ss. 109-154.

Comments Off on laiklik, milliyetçilik, apati

Filed under Güncel, Siyaset, Teori

ibn haldun bilmecesi

İbn Haldun 1406 yılında öldü. On beşinci yüzyıla yetişmiş olsa da, onun getireceği küresel değişiklikleri (Amerikaların keşfi, İstanbul’un fethi, vb.) ‘tecrübe etme’ şansını bulamadı. Halbuki amacı, hayatın sonsuz oluş ve yok-oluşları arasında toplumsal, ekonomik, siyasi dönüşümlere dair örüntüleri, değişimlerin düzenliliğini kavramaktı. Buna “umran ilmi” diyordu ve o güne dek böyle bir ilimle uğraşan olmamıştı. Bugün İktisat, Sosyoloji, Tarih Felsefesi olarak anılan bilim dallarının ilk örneği olan kitabını (giriş bölümü Mukaddime ile ünlenen Kitab’ul İber‘i) Tunus hükümdarına sundu.

Kitabın içinde coğrafyadan iklime, bilimsel yöntemden eleştiriye, kehanetten rasyonel akla, dinden evrime kadar her şey vardı.[1] Hükümdarı gerçekler, eskiler, olasılıklar ve yapılması gerekenler konularında uyarıyordu İbn Haldun. Temel varsayımı hayattaki her şeyin, insanın, kurumların ve kavramların bir ömrü olduğuydu. Her şey doğuyor, büyüyor ve ölüyordu. Hükümdar, aklında kaderi bulundurarak hareket etmeliydi. Nasıl kendisinin bir ömrü varsa, sahip olduklarının da bir ömrü olacaktı.

Tabi devletinin de…

“Devlet, insanoğlu için doğal bir yükselme aşamasıdır,” diyordu, çünkü “insanların yaşamları ve varlıklarını sürdürmeleri, ancak yiyecek ve öteki zorunlu gereksinmelerini de elde edebilmeleri için bir arada yaşamaları ve yardımlaşmalarıyla olasıdır.”[2] Ama insanı birbirine mecbur bırakan bu yardımlaşma, (ironik biçimde) içindeki kötülük ve açgözlülük yüzünden insanlar-arası çatışmaları da artırıyordu. Devlet, basitçe, bu çatışmaları önlemek için gereken, zorunlu bir uygarlık ürünüydü. Ne zaman ki insanlar kırsal yaşantıdan kentsel yaşantıya geçip bir arada kalma kararını verecekler, o zaman devleti de icat etmek zorunda kalacaklardı.

İbn Haldun, bundan altı yüzyıl önce, devletin kutsal değil, doğal bir icat olduğunu yazıyordu. Ve kutsal olmayan diğer her şey gibi, doğacak, büyüyecek, gelişecek ve ölecekti. Diyordu ki:

“Bilesin ki, devlet çeşitli aşamalardan ve yeni yeni durumlardan geçer. Her aşamada, o aşamanın kendine özgü durumlarından dolayı, devleti ayakta tutanlar huy ve yaşam biçimini değiştirir. Öylesine ki, bu huy ve yaşam biçimlerinin benzerleri, bir başka aşamada bulunmaz; çünkü, huy ve yaşam biçimi, doğal olarak, içinde bulunulan durumun yapısına, ortamına ve devletin yeni durumlarına bağlıdır.

Devlet aşamaları, çoğunlukla 5 aşamayı geçmez:

Birinci aşama, ‘coşkuyla amaca ulaşma,’ karşı koyacaklara ve kendilerini savunacaklara üstün gelme, ‘mülk’ü ve devleti ele geçirme yani egemenlik kimlerin elindeyse, onlardan çekip alma aşamasıdır. Bu aşamada, topluma örnek nitelikteki devlet ileri gelenleri, ululuk kazanmada, devlet için mal biriktirmede, devlete ait olan şeyleri koruyup gözetmede, tutumlarıyla örnek olan egemenler, toplumlarından, hiçbir şekilde kendilerini ayrı tutmazlar. Neden ki, bunun böyle olması, yengiyi, başarıyı elde ettiren asabiyetin [toplumu bir arada tutan, toplumsal bağın/gücün] gereğidir. Asabiyetse, egemenliğin elde edilişiyle ortadan kalkmış değildir.

İkinci aşama, topluma karşı bağımsızlık sağlama ve ‘tek adam olma’ aşamasıdır. Toplumun öteki bireylerinin dışında egemen olma, öteki bireylerin egemenliği paylaşmaya ve egemenlikte ortak olmaya yönelik çabalarını önleme aşaması. Bu aşama, devletin egemeni, kendine yardımcı adamlar edinmekle, köle kökenli yardımcılar, yapay akrabalar sağlamakla ve bunların sayısını çoğaltmakla, egemenliği paylaşmak isteyen kabile ve aşiret üyelerinin saldırılarını bastırma yoluna gider. Kendisi gibi egemenlikte – devlete geçen hizmetleri oranında – payları olduğunu ileri sürüp egemenlik için çekişenlerin saldırılarını… Devletin egemeni, bunları yetkiden uzaklaştırır, her yönden bunların önüne geçer ve bunları, başardıkları noktadan, izlerinin üzerine geri döndürür. Tüm yetki, kendi amacına uygun kalsın ve kurduğu ululukta, kendi ailesi, tek ve bağımsız bir duruma gelsin diye… Kendisinden öncekiler, devleti kurmak için uğraşırlarken, ne tür sıkıntılar çekmişlerse, devletin bu aşamasındaki egemen de, kendisiyle çekişenlerle uğraşırken o tür ya da daha çok sıkıntılarla karşılaşır. Onlara karşı koymak ve onları yenmek için… Çünkü kendinden önceki devlet egemenleri, yabancılara karşı koymuşlardı, bu nedenle de savunmalarında tüm kabile üyelerini yanlarında yardımcı olarak bulmuşlardı ama bu aşamadaki devlet egemeni, yakınlarına karşı koyuyor. O yüzden, çok az yardımcı buluyor kendine. O da, yakınlık bağı olmayanlardan, yabancılardan… Onun için, iş, daha da güçleşiyor.

Üçüncü aşama, sıkıntılı iş ve uğraşılardan boşalma ve egemenliğin, insanın doğal olarak can attığı meyvelerini toplayarak rahatlama aşaması. Mal ve servet edinme, kalıcı izler bırakma, uzaklarda ve geleceklerde güzel anılarla anılmayı sağlama gibi meyveler toplayarak… Bu nedenle, egemen, bu aşamada vergi, araç toplamaya, girdileri çıktıları hesaplamaya, bütçe yapıp ekonomiyi düzenlemeye, kalabalık nüfusların yaşayabileceği binalar yaptırmaya, büyük yapıtlar, geniş kentler ve yüksek yüksek heykeller oluşturmaya koyulur. Ulusların ileri gelenlerinden ve çeşitli kabilelerden gelen elçilere, beratlar, armağanlar verir. Ve uygun olan nimetleri, kendi ailesinin önüne de serer. Bununla birlikte, yardımcılarını, çevresini genişletmeye çabalar. Mal vererek, ün ve önem kazandırarak, çevresindekilerin durumlarıyla ilgilenir. Askerlerini önünde toplar ve onların yiyeceklerini, her aybaşında alacakları ücretleri adalet içinde dağıtıp bu işleri yönetir. O denli ki, gösterdiği ilginin izleri, onların üzerinde, tören günlerindeki giyim kuşamlarında, güzel biçim ve görünümlerinde açıkça belli olur. Egemen, bu durumla, barış yaptığı devletlere karşı övünür, savaşacak devletlere de korku salar.

Bu aşama, devlet egemenlerinin bağımsız davranabildikleri aşamaların sonuncusudur; çünkü anlatılan aşamaların tümünde, devlet egemenleri, kendi düşünceleriyle bağımsız olarak davranırlar, üstünlüklerini kurarlar ve kendilerinden sonrakilere gerekli yolları açarlar.

Dördüncü aşama, yetinme ve barış aşamasıdır. Bu aşamada, devletin egemeni, kendinden öncekilerin meydana getirdikleriyle yetinip hoşnut olur. Kendi gibi devlet egemenleriyle hiç dövüşmeksizin barış içinde bulunur. Kendinden öncekileri izler o kadar. Onların izlerine adım adım uyar. Boyun eğip uyma biçimlerinin en güzeliyle, onların yolundan gider ve onlara uymamış olsa, işinin bozulacağını düşünür. Egemenliğin ululuğunu kurdukları için, her şeyi onların daha iyi görüp gösterdiklerine inanır.

Beşinci aşama, saçıp savurma aşamasıdır. Devletin egemeni, bu aşamada kendinden öncekilerin toplayıp biriktirdiklerini, şehvetler, zevkler ve dostlarına, toplantılarında bulunanlara gösterdiği cömertlikler uğruna tüketici durumundadır. Ve kötü dostlar edinmesi, ‘süprüntü yerlerindeki yeşillik’ niteliğindeki güzel ama kötü kadınlarla düşüp kalkması, bunlara, kendi başlarına üstesinden gelemeyecekleri ve neyi yapmaları, neyi yapmamaları gerektiğini bilemeyecekleri önemli devlet işlerini bırakması, dostlarına ve ehil olmayanlara devletin işlerini bırakırken, bunun, kavim kabileden büyük dostlarını ve atalarının yardımcılarını incitir olması nedeniyle gücünü tüketir. Bundan dolayı, o eski yardımcılar içerlerler ve artık yardım etmeyip egemeni kendi durumuyla baş başa, yalnız bırakırlar. Sonra, askerlerine verilmek üzere ayrılanları, kendi özel istekleri alanında çarçur etmesi, araya perde koyup onlarla yüz yüze gelmekten kaçınması ve bağlantıyı koparması da olur bu arada. Bu tutuma, kendinden öncekilerin kurduklarını yıkıcı, onların oluşturduklarını altüst edici olur.

Bu aşamada, devlette, doğal olarak yaşlılık başlar. Süreğen hastalık, gövdeyi sarar. Artık, hasta, kolay kolay kurtulamaz bundan. Hastalığın iyileşmesi söz konusu olmaz. Ve devlet yıkılıncaya dek, bu durum sürer gider…”[3]

Devletin yıkılması fikri, tarihin her döneminde onun başındakiler için korkutucu bir distopyayı, çok gerçekçi bir korku filmini, kötü bir kabusu çağrıştırıyordu. Devletin kaderini kendi kaderi ile eşitleme hatasına düşen ve İbn Haldun’un yıkıcı gelecek-projeksiyonundan ürken II. Abdülhamid, Mukaddime‘yi yasaklatmıştı örneğin: “1902 yılında, [II. Abdülhamid’in kurdurduğu sansür komitesinin] emri üzerine kitap dolu elliden fazla çuval yakılır. 1901-1902 arasında 34 kitap yasaklanır, 104 kitabın bazı sayfaları yok edilir ve 179’unda değişiklikler yapılır. Yasaklanan eserler arasında, her devletin kaçınılmaz sonunu öngören, İbn Haldun’un ünlü Mukaddime‘si de yer alır. Sultan II. Abdülhamid, gerçekten de, 14. yüzyılın Mağripli düşünürünün karamsarlığını paylaşmaz, çünkü ‘her imparatorluk iyileşecektir’ görüşüne inanır. Onun ardından, vezirlerinden birinin oğlu olan Kamil Bey, Oryantalistler Kongresi’nde bir tebliğ sunarak, ‘ulu hükümdarımız’a övgüler yağdırmayı bitiremez ve şunu ekler: ‘Devlet doğar, güçlenir, bir rüzgar esip [onu] hasta eder, doktor gelir, tedavi eder, iyileşir'”.[4] Gelin görün ki, Mukaddime‘nin basılmasından, okunmasından, anlaşılmasından, aktarılmasından korkan sansürcü ve ‘iyimser’ padişah, onun kötücül kehanetinden kaçamaz. Kamil Bey’in bu sözleri söylemesinden on iki yıl sonra II. Abdülhamid tahtından olur; devleti ise bir on yıl daha dayanacak olsa da, aradığı ‘doktor’u bulamayacak, tarih sayfalarında yerini alacaktır.

Bugün devlet büyüklerimiz, çok şükür, İbn Haldun’a büyük değer veriyorlar. Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) kendi inisiyatifiyle İstanbul’da İbn Haldun Üniversitesi’nin kurulmasına ön ayak oldu ve 1 Nisan 2015 tarihinde geçirilen yasa ile bu inisiyatif yasalaştı.[5] İbn Haldun Üniversitesi’nin kurucularının, bu bilim insanına ve onun görüşlerine ne kadar değer verdikleri, bu ismi seçmelerinden ve kimi konuşmalarında kendisine atıfta bulunmalarından belli oluyor.

İnsan eskilerden etkileyici bir şeyler okuyunca, okuduğu deha aklını bulandırıyor, karar verme melekelerini zayıflatıyor. Bu satırları okuduktan sonra bana da aynı şeyler oldu. Bir yanıt bulamadım ve herkese sormak istedim:

Acaba İbn Haldun’a hak ettiği değeri veren bizim devletimiz, şu anda İbn Haldun’un saydığı devlet aşamalarından hangisinde bulunuyor?

 

[1] İbn Haldun hakkında daha önce yazdıklarım için bknz.: “İbn Haldun Günlükleri.”

[2] İbni Haldun, Mukaddime II, (çev.) T. Dursun, 1372-1402/2015, İstanbul: Kaynak Yayınları, ss. 47.

[3] A.g.e., ss. 25-27.

[4] Hamit Bozarslan, İmparatorluktan Günümüze: Türkiye Tarihi, (çev.) I. Ergüden, 2013/2015, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 158-159.

[5] “Üniversitesi Yasalaştı,” Hürriyet, 2 Nisan 2015.

Comments Off on ibn haldun bilmecesi

Filed under Siyaset, Teori

sol, cumhuriyet, hayal kırıklığı ve gülme

Rethinking Marxism dergisinin en son sayısında [1] dünyanın farklı yerlerden çok sayıda akademisyen, “Komünizme biçim vermek ” başlığı altında çok sesli bir tartışmaya girmişler ve kapitalist ekonomik modelin halihazırdaki krizinin, komünist alternatiflerin ortaya çıkmasında bir katalizör işlevi görebileceği varsayımı altında “ne yapmalı?” sorusu üzerinde kafa patlatmışlar.

Makalelerin farklı içeriklerine veya bu toplu sayının ana temasına bulaşmak gibi bir niyetim yok. Birincisi “sol hareket”in örgütlü kısmı hakkında gerçekten hiçbir fikrim yok; ikincisi ise dergide yer alan isimlerin hepsi zaten son derece donanımlı ve okunmaya değer isimler – onların yazılarını okumak dışında, Marksist teori ile doğrudan bir bağlantım da  bulunmuyor. Benim ilgilendiğim ve buraya taşıyacağım mesele, bu yazarların hemen hepsinde yer alan “biz nerede hata yaptık da dünya bu hale geldi/kapitalizm kazandı?” sorusu ve bu sorunun bir izdüşümü olarak, bilhassa 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında Türkiye’nin bazı kesimlerinde yaşandığını düşündüğüm benzer hayal kırıklığı olacak.

Son birkaç yıldır Marksist kuramın ‘yıldız akademisyenlerinden biri’ haline gelen Jodi Dean’in “The Party and Communist Solidarity” başlıklı makalesinde, bunca soruna, bunca yıkıma ve yeniden-doğuşa, bunca tekinsiz ve içi boş retorik desteğe karşın neden “kapitalizmin sola karşı hep galip geldiği ” sorusu soruluyor ve Dean’in bu soruya yanıtı, “çünkü bizim siyasal bir iktidar olabilmemiz için gereken siyasal kurumumuz/formumuz yok” [2] oluyor. Dean’e göre kapitalizm sadece bir üretim yapısı (ve üzerinde şekillenen sınıflı toplumu) meydana getirme aracı olarak değil, aynı zamanda bu üretim yapısını sürekli kılan ek (üst-yapısal) araçlar ile de kendini sağlama alarak, sol’un kendi kendini sürekli sorgulamasına ve aşağılamasına neden oluyor. Sol, kapitalizm tarafından, Karl Marx’tan veya Marksistlerden devraldığı literatüre, kavramlarına ve nihayetinde kurumlarına yönelik “küçümseyici” tavrı, Dean’in “iletişimsel kapitalizm” (communicative capitalism) adını verdiği sarmalayıcı yapı nedeniyle takınmak durumunda bırakılıyor.

Dean’in kavramsallaştırdığı iletişimsel kapitalizm, kitle kültürünü ve kitleyi (toplu olarak yapılan tüm faaliyetleri) ne pahasına olursa olsun küçücük atomlarına ayırmayı başarabilen ve aynı araçları (yazılı-görsel medya, Internet, tüketim, vb.) kullanarak farklı “bireylikler” (individuality) ortaya çıkartabilen bir kurallar/kodlar ağı olarak tanımlanıyor. [3] Aynı kıyafetin farklı rengini giyerek kendini toplumdan farklılaştıran (ya da farklılaştırdığını sanan) alışverişçiler; Fenerbahçe ile Galatasaray’ı tutmanın bir farklılık ‘inşa ettiğine’ inanan taraftarlar; HDP veya MHP’ye oy vermenin ‘ayır’dığı politik-kimlikler, iletişimsel kapitalizmin (sözde-)ayrıştırdığı insanları temsil eden örnekler olarak verilebilir. Dean’e göre sol, iletişimsel kapitalizmin bu ‘oyununa’ gelerek, kendi kökenini ve geleneklerini – onu meydana getiren dinamikleri – unutma günahını işlediği için, bir başka deyişle, kendisi de farklı kıyafetler giyen, farklı takımları tutan, farklı partilere oy veren insanları ayrıştırmak zorunda kaldığı için, bugün bulunduğu ‘güdük’ konumu hak ediyor. Solun buradan çıkması için, her şeyden önce yeniden kendi özüne dönmesi gerekiyor.

Bana kalırsa Dean’in bu argümanı, iki temel hatadan muzdarip görünüyor.

Birincisi, eğer bugün içinde yaşadığımız dünyayı inşa eden (iletişimsel kapitalizm gibi) ana bir yapısal dönüştürücü varsa, bu durum Marx’ın zamanında da benzer bir yapısal dönüştürücünün olduğunu ve o zamanın dönüştürücüsünün de Marx’ın kavramsal dağarcığını ortaya çıkarttığını ima eder. Ancak burada Hegel’in “zamanın ruhu” gibi bir oluşumdan söz ediyorsak, o zaman, bugünün “zamanın ruhu”nun zaten halihazırda Marksist teoriye/pratiğe izin vermeyeceğini veya verse bile bunun “köklere dönmekle” değil, bu ruha uygun yeni bir kelime dağarcığı üretmekle ancak mümkün olabileceğini ima ediyoruz demektir.

İkincisi, öyle görülüyor ki, Karl Marx’ın 11. Tez’inin – “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” [4] – Marksist teoriye yüklediği misyon, Dean ve onun gibi düşünen diğer Marksistlerin üzerinde ciddi bir süper-egosal baskı yaratıyor. Onlar, dünyayı neredeyse mükemmel anladıklarını düşünen (“yapısal” olan her teori gibi, açıkta hiçbir boşluk bırakmadan dünyayı “çözen”) ama onu bir türlü değiştiremeyen, dolayısıyla da bir anlamda Marx’a ihanet eden, onun işini yarım bırakan insanlar olarak, aslında bizzat kendi yarattıkları büyük çelişkinin altında eziliyorlar.

Ben bu benzer iki problemin, özellikle 1 Kasım 2015 seçimlerindeki AKP zaferi sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel savunucularının [5] hayal kırıklıklarını da açıklayabileceğini düşünüyorum. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin mağduru ama onun eklentileri olan darbelerin de bizatihi ürünü olan ‘yeni muktedir’ AKP’nin muhafazakar-neoliberalizmi’nin başarısı, Cumhuriyet savunucularının gözleri-açık kabuslarını yaratırken, onların aklındaki sarsılmaz dört sacayağını da yerinden oynatıyor.

Her şeyden önce AKP görüntüsüyle kurulan rejim, ‘beyazlatılmış Türk’ün adeta tiksintiyle baktığı Batılılaşmamış Türk imgesini (“göbeğini kaşıyan adam”ı [6]) toplumun merkezine konumlandırıyor. Cumhuriyetin ‘kaybedenleri,’ kurucu cumhuriyetin geç-değerlerinden Batılı görüntü, Batılı sanat, Batılı eğitim gibi güçlü sembollerden fersah fersah uzak bir karakterin kendileri ile aynı ‘düzeyde’ olmasını hazmetmekte güçlük yaşıyorlar.

İkincisi, cumhuriyetin adeta bir ırk-projesiyle yeniden-şekillendirdiği ‘millet’ ve ‘milliyetçilik,’ [7] söz verdiği tüm Batılı getirilerden soyutlanarak, “ayaklar altına alınıyor”[8] ve bundan geriye Sünni İslam sosu bol kepçe boca edilmiş bir ‘Türk’ kimliği kalıyor. En son yeniden-düzenlenen “Cuma namazı izni”[9] gibi uygulamalar, birkaç yıl öncesine kadar tahayyül dahi edilemez görülürken, bugün hepsinin aktüel birer gerçek olarak karşılarına çıkması, Türk’ün milli kimliğindeki din bileşeni hakkında soru işaretlerini arttırıyor. Laiklik ilkesinin neyi ima ettiğini zaten hiçbir dönemde anlayamamış olan insanlar, bir süredir ‘sahiden neden var bu laiklik?’ sorusunu soruyor, yanıtını (yine) bulamıyor ve bu kez gündelik rutinlerde de kendisini göremeyince inanç ve kimlik düzeyinde ciddi sıkıntıya giriyorlar.

Üçüncüsü, bir süredir gündemden inmeyen “Başkanlık Sistemi” tartışmaları ile cumhuriyetin öz-varlığı ve sorgulanamaz (kabul edilen) deneyimi konusunda büyük boşluklar hissediliyor. Burada cumhuriyet kavramının içeriğinden ziyade, tabelalarda görülen varlığından söz ediyoruz elbette… Başkanlık sistemi ile cumhuriyetin “bölünmez bütünlüğü” ve “üniter yapısı”na zeval geleceği tehdidi, Sözcü, Halk TV, Ulusal TV vb. medyada ardı kesilmez biçimde tekrarlandıkça, [10] cumhuriyet kavramının sadece bir tekilliğe yönelik olduğu (yanlış) algısı güçleniyor. Bir dönemler “açılım siyaseti” nedeniyle Başkanlık Sistemi’nin sadece ‘Kürtlerin işine geleceği’ “korkusu” ile yaşayan insanlar, bugün Doğu’da ve Güneydoğu’da olup bitenlerle başkanlık olgusunu bağdaştıramıyorlar. [11] Bugün cumhuriyetin geleneksel savunucuları, kendi sıfatlarını önceleyen siyasi kavramı büyük bir vakumdan ibaret görüyorlar.

Ve son olarak, kurucu-lider kültü… Cumhuriyetin geleneksel savunucularının tüm sosyo-politik dünya görüşlerini kendi cisminde birleştirdikleri Atatürk ile ilgili ciddi kaygıları var. Aslında bu kaygı, kökleri Türkiye tarihindeki İslamcı partilere dayanan AKP’nin 2002 yılındaki seçim zaferi ile birlikte başlamıştı ama bugün en yüksek seviyede seyrediyor. Bu savunucuların çoğunlukla haberdar olmadıkları bir değişim ise kaygının yükselen seviyesinden ziyade, kaygının içeriğinde yaşanıyor. Başlarda “bunlar Atatürk’ü silecekler” şeklinde başlayan kültü kaybetme korkusu, bugün “Atatürk’ün yerini Erdoğan alıyor” [12] biçimine bürünmüş durumda. ‘İkinci Cumhuriyet,’ ‘Yeni Türkiye’ gibi içi görece boş söylemlerin hemen hemen tamamı aslında Atatürk figürünün, “Çankaya”nın, yerini Erdoğan’ın, ve “Saray”ın, alması imgelemini içeriyor. Bu nedenle, Gezi Olayları sırasında yükselen “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganı, geleneksel cumhuriyet savunucularına “umut” olurken, Gezi’den “ikinci bir Atatürk” çıkmaması onları hayal kırıklığına sürüklüyor.

İbrahim Kaya’nın Yeni Türkiye: Modernliği Olmayan Kapitalizm isimli kitabında yer verdiği şu cümleler, yazının başında bahsettiğim Dean ve tayfası ile geleneksel cumhuriyet savunucularının hayal kırıklıklarını ortak bir paydaya getirmek için yararlı olabilir:

“Kuşku yok ki cumhuriyetçilerin [geleneksel cumhuriyet savunucularının] dünyanın güncel döneminden öğrenecekleri şeyler bulunmaktadır, çünkü artık dünya cumhuriyetçilerin bir zamanlar olmasını istedikleri dünya değildir. Öncelikle, cumhuriyetçiler ‘farklılığın’ cumhuriyetçi modernliğe olan ilişkisini yeniden düşünmek zorundadırlar. Öyle ki insanlık için tek, ‘birleşik’ bir dünyaya artık hiçbir kolektif inanç yoktur. Ulusal bütünlük temelinde yükselen evrensel idealler yeniden daha dikkatli düşünülmek durumundadır. Bir başka ifadeyle, kültürel çeşitlilik ve çoğulluk daha olumlu olarak karşılanmak durumundadır.” [13]

Kaya’nın birer kaybeden olarak tanımladığı geleneksel cumhuriyet savunucularına verdiği “birlik/bütünlük söylemlerini, geleneksel aktörleri, evrensel ideolojileri, hakikat tanımlarını bir kenara bırakıp çeşitlilikleri/farklılıkları hayatınızın merkezine oturtun” mesajı aslında yıllardır post-modern veya neo-liberal akımların sol’a ve komünist ideolojiye verdikleri tavsiyelerden çok da farklı değil. Modern olanın, farklı sesleri kucaklamayı zorunlu kıldığı argümanında tartışılacak çok da fazla bir yan yok elbette. Ancak sorun şu ki, hem Türkiye’nin cumhuriyet algısında hem de (daha da fazlasıyla) sol teoride, bu çeşitlilikleri içerme potansiyeli – onlara “daha kapsayıcı olun” mesajını verenlerin düşündüğünün aksine – halihazırda zaten mevcut. Tekil-işçi ya da tekil-vatandaş kavramlarını ve bunlara verilen kurucu değerleri geride bırakıp yollarına devam edebilecek, bu değerleri yeniden düzenleyebilecek bir algı kırılması aslında her iki kesimde de mutlaka deneyimlenebilir.

Deneyimlenebilir ama bunun da bazı önkoşulları var… Her şeyden önce bu iki kesimin üzerlerinden bir türlü atamadıkları “biz kaybettik” hayal kırıklığı ile hesaplaşmaları, süper-egoları ile ciddi bir savaşa girmeleri gerekiyor. Bugün ortaya çıkan ve hoşnut olmadıkları tabloda sorumlulukları olduğu bilincini taşımak, otomatik bir “kaybettik biz” hüznüne değil, “nerede yanlış yaptık ve bunu bugün nasıl düzeltebiliriz” sorusuna yerini bırakabilir. [14] Artık atıl kalmış eski kurumlar, partiler ve isimler birer “emeğe saygı” karikatürünün ötesine geçip, işlevsel bir ortaklık üzerinde büyüyecek yeni diskur alanları oluşturabilir. Hayal kırıklığı ile evde televizyon karşısında ağlayan insanlar, bu karikatürlerle, bu karikatürleri ortaya çıkaran koşullarla ve insanlarla hesaplaşmaya, önce kendilerini sonra da bu figürleri ciddiye almamakla başlayabilirler örneğin…

Cidden soruyorum: Halk TV’de bu kadar ciddiye alınacak, orada program yapan insanların ağzından çıkan her cümleyi bir “kıyamet alameti” sayacak ne olabilir? 2016 yılında hala frekans seslerini duyduğunuz bir televizyon kanalı, sizi nasıl olup da hüzünlere gark edebilir? Savundukları değerler her ne olursa olsun, söyledikleri cümleler sürekli aynı kelimeleri içeren insanlar birer vaiz değildir de nedir? Ya da Kızılay’da bildiri dağıtan ve kelime dağarcıklarını “emperyalizm,” “yoldaş,” “arkadaş” gibi kavramlarla sınırlı bırakmış – bunun böyle olması gerektiğine kendilerini inandırmış – çocukların hali sahiden komik değil midir?

Alay etmek, dalga geçmek, gerekirse can acıtacak esprilerle kendi hallerine gülmek, hem sol kesim hem de geleneksel cumhuriyet savunucuları için küçük de olsa bir başlangıç noktası oluşturabilir. Bugüne kadar hep “ötekilerle” dalga geçmiş insanların artık kendi yaptıklarına gülme zamanı geldi sanırım. Oturup ağlayarak, can sıkarak, “bu memleketten bir yol olmaz” diyerek kaybedecek daha ne kadar zamanları var ki cidden?

Türkiye’de sol ve cumhuriyet savunucuları artık manevi, spiritüel, ulu, olağanüstü, fedakar, kurucu, ilerleyici, gelişmeci, kutsal vb. sandıkları tüm değerlerinden ve başta da kendilerini koydukları bu asılsız güvercin-deliklerinden bir an önce kurtulmalı ve “insani” özelliklerine yeniden kavuşmalıdır. Gülme, alay etme, ciddiyetini kaybetme işte tam da bu nedenle önemlidir.

Korkmayın, “gülme günümüze dek tahakkümün göstergesi, kör ve inatçı doğanın patlaması olagelmişse de karşıt yönde bir öğe daha barındırır. O da, kör doğanın gülme yoluyla kendisini olduğu gibi kavrayacağı, böylece yıkıcı tahakkümden vazgeçeceği düşüncesidir… Gülme, yurda giden yolu vaat etmektedir.” [15] Gülme, bir öze dönüştür; silkinip kendine gelmenin en güvenilir yoludur. Onda korkulacak hiçbir şey yoktur.

Zira, Henri Bergson’un da söylediği gibi:

“Sadece gerçek anlamda insani olan şeyler için gülünçlükten bahsedilebilir. Bir manzara güzel, zarif, görkemli, silik veya çirkin olabilir fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir ama bu ondan insani bir tavır veya ifade yakaladığımız içindir. Bir şapkaya gülünebilir fakat bu durumda alaya aldığımız şey bir keçe veya hasır parçası değil insanların ona verdiği biçimdir, yani insan kaprisinin girdiği kalıptır… Bazıları, insanı ‘gülen hayvan’ olarak tanımladı. Aynı şekilde insanı, güldüren hayvan olarak da tanımlayabilirlerdi çünkü başka hayvanlar veya bazı cansız nesneler güldürmeyi başarsalar da bu ancak onların insanla olan benzerliklerine, insanın onlar üzerinde bıraktığı ize veya insanın kullanımına bağlı olarak gerçekleşir.” [16]

Zaman, gülmenin zamanı değil midir?…

 

 

[1] Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture & Society, 27(3), 2015.

[2] Jodi Dean, “The Party and Communist Solidarity,” Rethinking Marxism, 27(3), 2015, s. 340 (332-42).

[3] Ayrıca bknz. Jodi Dean, Democracy and Other Neoliberal Fantasies: Communicative Capitalism and Left Politics, Durham: Duke University Press, 2009, ss. 19-48.

[4] Karl Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler,” Alman İdeolojisi içinde, T. Ok ve O. Geridönmez (çev.), İstanbul: Evrensel, 1845/2013, s. 17.

[5] Burada “cumhuriyetin geleneksel savunucuları” başlığı altında hemen hemen tüm CHP seçmenini, bazı MHP’lileri ve temelde Gezi Olayları’na aktif/pasif olarak destek veren, sekülerlik yanlısı tüm vatandaşları kastediyorum.

[6] Bekir Coşkun, “Göbeğini Kaşıyan Adam…,” Hürriyet, 2 Mayıs 2007,

[7] Ayça Alemdaroğlu, “Politics of the Body and Eugenic Discourse in Early Republican Turkey,” Body & Society, 11(3), 2005, ss. 61-76.

[8] “Erdoğan: Milliyetçilik Ayak Altında,” Hürriyet, 18 Şubat 2013,

[9] “Davutoğlu Açıkladı: Cuma Namazı İçin Mesai Düzenlemesi,” Hürriyet, 5 Ocak 2016, ; “Okullara ve Ders Saatlerine de Cuma Namazı Düzenlemesi Geliyor,” Radikal, 14 Ocak 2016,

[10] “Atatürk Başkanlık İçin Neler Demişti?,” Sözcü, 8 Ocak 2016,

[11] Orhan Bursalı, “Başkanlık Rejimi: RTEHDP İttifakı Olabilir Mi?,” Cumhuriyet, 11 Ocak 2016,

[12] Orhan Bursalı, “RTE ‘İkinci Atatürk’?,” Cumhuriyet, 1 Eylül 2014, ; “10 Kasım’da Sarıklı Cübbeli Provokasyoncu,” Cumhuriyet, 10 Kasım 2015,

[13] İbrahim Kaya, Yeni Türkiye: Modernliği Olmayan Kapitalizm, Ankara: İmge, 2014, s. 69.

[14] Bu yazının yayımlanmasının üzerinde neredeyse iki yıl geçti ve İngiltere’deki İşçi Partisi’ndeki dönüşüm, adeta yazıdaki “yeni söz söyleme” ihtiyacını karşılarcasına ortaya çıktı. Enfes bir analiz için, bknz. Ergin Yıldızoğlu, “İngiltere Dersleri,” Cumhuriyet, 5 Ekim 2017.

[15] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, (çev.) N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan, İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 111.

[16] Henri Bergson, Gülme: Gülüncün Anlamı Üzerine Deneme, (çev.) D. Çetinkasap, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1900/2011, s. 5.

Comments Off on sol, cumhuriyet, hayal kırıklığı ve gülme

Filed under Siyaset, Teori

su(ru)ç

Hala sayısı bilinmiyor ölülerin.

“İstatistik devlet bilimidir” der, Michel Foucault: adı üstünde, state-istics. [1] Sayamadığından değil, kimleri sayıp kimleri saymayacağına henüz karar verememiş olduğundan yayınlamaz ölü sayılarını devlet. [2]

1999 depreminde kaç kişinin öldüğünü bileniniz var mı?

2011’de Van’da?

2013’te Reyhanlı’da?

Dün Suruç’ta?…

Etienne Balibar, Cumhuriyet‘te yayımlanan söyleşisinde söylüyor: “Biliyoruz ki bugün, devlet çatışmalar karşısında tarafsız değil. Genelde bazı grupların çıkarlarını diğerlerine tercih ediyor… Diğer yandan, devletin gücü kullanma tekeli, yasal bir denetime de tabi kılınmıyor ve devlette bu gücün kullanımında aşırıya kaçma eğilimi görülüyor.” [3]

İşte aynen böyle oluyor. Devlet yine birilerinin tarafını tutuyor. Üstelik bunu – Thomas Hobbes’un öngörüsünün bile ötesine geçerek – kendi sınırları içinde değil, başka sınırlara bilfiil müdahale ederek yapıyor. Gücünü farklı topraklarda test ediyor. Bunu önce “gizlilik,” sonra “devletin kutsallığı” kılıflarına sarıyor. Kendisini ve eylemini, seçtiği tarafı sorgulatmıyor; yalnızca ve yalnızca onaylatmak istiyor. Güç/şiddet, sadece birilerinin üzerine bomba atarak gerçekleşmiyor. Atılan bombayı göstermemek de aslında devlet şiddetini gösteriyor.

Ama sınırlar da en az devletin kendisi kadar geçirgen olduğundan, başka topraklarda yaydığı şiddet bir bumerang gibi dönüp dolaşıp kendisini vuruyor. Devlet on şiddet kullanıyorsa, ona yönelik şiddet belki bir’de kalıyor ama ateş yine düştüğü yeri yakıyor.

Üstelik ‘bir’ var, ‘bir’ var…

Bazen ‘bir’ bir’den bile az kalırken, bazen bir’den çok oluyor.

IŞİD’in dünkü eylemi, milletin nezdinde ‘bir’in içini dolduramayacak bir grubu hedef aldı. Kimler katledildi dün? Bir avuç çocuk. Çocuk derken, yaşını başını almış anarşistlerdi bunlar. Komünistlerdi. ‘Kürtlere’ yardım ediyorlardı. ‘Kürtler’di veya ‘kanı-bozuk Türkler’di onlar. Kobani de neyin nesiydi? Ne işleri vardı, “Türkiye’de yer ve insan bitmişti de, geriye bir tek Kobani mi kalmıştı?” [4] ‘Adam’ olsalardı, Uygur Türklerine yapılan Çin zulmünü protesto etmek için ülkedeki çekik gözlüleri dövenler gibi, Türkiye’deki IŞİD’çilere girerlerdi tekme tokat, olur biterdi. Ne olurdu canım birkaç sakallı çocuğu yanlışlıkla pataklasalar? Ha IŞİD’çiydi ha sakallı… Ha Çinli ha Koreli ha Uygur Türkü olduğu gibi… Oysa onlar, düşmanla işbirliği yaptılar. Yaptıklarının cezası bu olmamalıydı belki ama olmuştu işte bir kere.

İşin özü, dün katledilen çocuklardan daha ‘doğru’ bir hedef bulamazdı IŞİD. Bu ülkenin yarısından fazlası, hiçbir şey yapmasalar da sevmezdi zaten o çocukları. Birkaç entel dantelle fotoğraf çektirirlerdi ancak. Belki de ‘su testisi su yolunda kırılmıştı’.

Oysa öyle mi olurdu IŞİD’in katlettikleri Nişantaşı ahalisi olsa? Asker-imiz olsa? Polis-imiz olsa? Antalya’da güneşlenen turistler-imiz olsa? Maazallah turist gelmezdi bir daha ülkeye de ekonomi yerle bir olurdu… Borsa çöker, dolar fırlardı Allah göstermesin. Yunanistan’a dönerdik valla! Hele bir de bakan makan, milletvekiline düzenlense saldırı? Ya o milletvekillerden biri kazara HDP’li olmasa? Büyük şehirlerden birinde patlatılıverse o bomba? Belediye başkanları sakat bırakılsa? Güzide sanatçılarımızdan birine çekilse silah? Yaşadıklarını önce televizyonlara sonra kitap sayfalarına dökse o ağlayan bir çift göz? Bir de kutsalından alıntılar yapsa… Birileri kesik kesik, kameraya kaçak bakışlarla anlatsa hikayesini fonda ney sesi, gürleyen bir şelale, okunan bir dua…

IŞİD sanıldığından çok daha ‘akıllı’ galiba… Hedefini doğru tutturacak, ne idüğü belirsiz bir gençlik örgütünün, dandik bir basın (!) açıklamasını dakikası dakikasına haber alıp, oraya canlı bomba gönderecek kadar oturmuş bir istihbaratı; titizlikle yürütülen bir siyasi stratejisi; taaa ecnebi ellerden insanları kendisine katılmaya teşvik eden, bir sürü zor aygıtının arasına konuşlandırılmış birbirinden başarılı rıza aygıtları var IŞİD’in… Ne kadar da çok ‘modern devlet’e benziyor değil mi böyle anlatınca? Toprağı olmayan, ülküsünü dinden alan, uyruksuz vatandaşlarını teste tabi tutup kabullenen modern bir devlet IŞİD! Ve aynen Balibar’ın söylediği gibi ne tarafsız ne de şiddetinin sınırları var…

Devletin tarafsızlığını savunanlar, devlete ait olanı ‘sivil bir din’ gibi kabullenenler; IŞİD’in tarafsız olmayan bilhassa ‘gerçek bir din’ üzerinden meşruiyetini kazanan söylemine karşı koymanın tek yolunun aradan ‘devlet’i çıkartmak olduğunu geç de olsa anlayacaklar elbet. Ne zaman olacak, nasıl olacak, şimdilik belirsiz. Belli olansa bu işin kansız olmayacağı. Kanlı, cansız, ölü bedenler göreceğiz. Dün katledilen çocukların üzerinden masallar dinleyeceğiz. ‘Kalbimizde yaşayacak’larını haykıracağız. Bir iki kapsül, üç beş biber gazı sonrası sıcak yataklarımıza döneceğiz. Kendi çocuğumuzun başına gelmesin diye dualar edecek, yurtdışı eğitim toplantıları düzenleyeceğiz. Bir sonraki patlamaya kadar ‘güldür güldür’ eğleneceğiz.

Suruç’takileri sayamadan yeni ölüler izleyeceğiz.

Birinin kanı soğumadan yenisinin kanı ile boyanacak ekranlarımız.

Ama meraklanmayın, ‘itidali elden kaybetmeyeceğiz’…

 

[1] Michel Foucault, Essential Works: Power, 1954-84, (der.) J.D. Faubion, (çev.) R. Hurley vd., New York: The New Press, s. 212.

[2] Öyle ki, bazen sizin saymanızı da istemediği için, her türlü haberleşme aracına erişimi bile engelleyebilir: “Twitter Neden Kapatıldı?,” Hürriyet, 22 Temmuz 2015.

[3] “Şiddet Hastalığı Bizi Öldürecek,” Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015.

[4] “Devlet Bahçeli’den Suruç Saldırısı Açıklaması,” Hürriyet, 20 Temmuz 2015.

Comments Off on su(ru)ç

Filed under Güncel, Siyaset

“ne oldu, ne olmuştu, ne olacak?” üzerine laflamalar

7 Haziran 2015 seçimlerinin üzerinden bugün itibariyle on yedi gün, iki farklı duygu yoğunluğu, bir Baykal müdahalesi, bir milletvekilliği mazbata alım töreni ve sayısız koalisyon haberi/söylentisi geçti. Bir önceki yazımda [1] öne çıkartmaya çalıştığım, “bu seçimin tek fark yaratabilecek göstergesi” olan HDP’nin parti olarak %10’luk seçim barajını geçip geçemeyeceği sorusu, en geniş aralıkta tahmin yapanları bile şaşırtacak biçimde %13 ile cevabına kavuştu. HDP, seçim söylemindeki kimlik-siyaseti dozajını azaltmasının ve Türkiye genelindeki ‘diktatörlük korkusunun’ yarattığı dördüncü bir partiye ihtiyaç olduğu söyleminin verdiği büyük atılımla, İzmir gibi bir büyükşehirde bile %10’luk seçmen desteğini sağlayıp esas ‘yaşam alanı’ olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden önceki seçimlerde AKP’ye giden milletvekili kontenjanlarını da toplayarak, AKP’nin tek başına iktidar olmasını sağlayacak sayısal çoğunluğa ulaşamamasına neden oldu.

Seçimin ‘reklamlar’ departmanındaki açık ara galibi CHP, kendi seçmen tabanındaki oy oranını sağlama almış olsa da özellikle CHP’ye oy veren ailelerin bir sonraki jenerasyonundan HDP’ye doğru yönelen sempatiye ve oy akışına engel olamayıp, 2011 seçimlerindeki performansını tekrarlamakla yetindi. HDP’nin dozajı hayli azaltılmış kimlik-siyasetini gerçekte tehdidi sabit kalan bir seçim hamlesi olarak algılayan ulusalcı-milliyetçi kesimin oyları ise seçimin milletvekili bazında olmasa da oy oranı bazındaki bir diğer galibi MHP’ye ve yoğunluğu artırılmış Türk-milliyetçiliği söylemine gitti. ‘Çözüm Süreci’ adı verilen dur-kalklı macera, öyle görülüyor ki CHP seçmeninin bir kısmına aktardığı olumlu havanın tam zıddını AKP’nin geleneksel merkez-sağ seçmeninde yarattı ve böylece MHP’ye giden oyların bir kısmının kaynağını eski AKP seçmeni oluşturdu. Gezi Olayı, 17-25 Aralık süreçleri, Başkanlık tartışmaları, “Paralel Yapı” söylemi altında gerçekleştirilen bürokratik değişiklikler, “İç Güvenlik Yasası,” Suriye İç Savaşı’na doğrudan katılım, IŞİD, Reyhanlı, Kobane gibi konularda izlenilen tutum vb. iç ve dış politika meseleleri ile birlikte AKP, yürütmenin başından ve ana akım medyadan aldığı olağanüstü propaganda desteğine rağmen, 2011 seçimlerinde toplamda aldığı 21,466,446 oyun – oy kullanan kişi sayısı 3,5 milyonun üzerinde artış göstermesine rağmen – 2015 yılında 18,347,747’ye düşmesine engel olamadı. [2] Bir başka deyişle, 2011’den bu yana geçen dört senenin muhasebesinde AKP’nin “kayıp hanesi,” “kazanç hanesi”ne göre çok daha baskın çıktı.

Şimdi gündemimiz, ortaya çıkan yeni meclis tablosundan nasıl bir politika-yürütücüsü (koalisyon) yükseleceği üzerine yoğunlaşmış vaziyette olsa da ben bu yazıda 2011-2015 arasında geçen bu dört senenin muhasebesini biraz derinleştirmek istiyorum. Gelecekle ilgili senaryoların bolca duygusal ve bolca çıkar-temelli [3] tahminleri yerine, geçmişin olası-geleceğe yöneltebileceği bir projeksiyon açıkçası çok daha fazla ilgimi çekiyor.

2011-2015 yılları arasında yukarıda da saydığım olayların odak noktasında, iktidardaki (en erken) sekizinci yılını dolduran AKP’nin olmasından daha doğal bir sonuç elbette beklenemezdi ve nitekim ele alınabilecek her bir olayın ya karar alıcısı ya da hedefi AKP ve AKP hareketiyle özdeşleştirilen kişi(ler) oldu. Çoğu gelişmiş demokratik sistemin reddettiği iki dönemden fazla iktidarda kalma ısrarının organik bir sonucu olarak, AKP hareketinin ‘tarihsel blok’u sürdürme hedefi ülke sınırlarının içinde ve dışında olan biten her şeyin bir “uzantısı/eki” (supplement) [4] olarak AKP’ye sorumluluk/aktörlük taşıdı. Ana algının bu şekilde gelişmesiyle ilgili hiçbir itirazım olmasa da burada hala AKP’nin “tikel varlığını” (particular entity) sorgulamanın faydalı olacağına inanıyorum. Aklıma ilk olarak, parti hareketinin kuruluş aşamasında ondan hiçbir desteğini esirgemeyen uluslararası finans çevreleri geliyor. AKP’nin “Orta Doğu’yu Demokratikleştirme” sürecindeki simgesel değerini Arap Baharı’ndan hemen sonra aniden kaybetmesi, ülke içinde gelişen “faiz lobisi” söylemleri ve ‘sıcak para’ akışının tamamen birkaç ülkeyle (Katar, Suudi Arabistan vb.) sınırlandırılması bir arada gözlemlendiğinde ortaya AKP’nin ‘tekliği’ni ilgilendiren çok sayıda soru işareti çıkıyor.

Benim bu konudan çok daha fazla ilgimi çeken mesele, bilhassa 2012 sonrasında medyatik bir hal alan ancak temelleri, bugün kendisi vazgeçmiş olsa da, AKP’nin “Kürt sorunu” söylemini dile getirdiği yıllara dayanan ‘Çözüm Süreci’nde AKP’nin kurucu ve yürütücü rolünü yalnız başına oynamış olduğu imasında yoğunlaşıyor. Oldukça tuhaf bir biçimde bu imayı sadece Türk milliyetçiliği kartını oynayan muhalefet değil, aynı anda Kürt tarafına ‘biz olmazsak süreç işlemez’ mesajını veren AKP de (kendi kendine) ortaya atıyor. 2015 seçim sonuçları gösteriyor ki, Çözüm Süreci hakkında oluşturulan bu söylem, içinde yer alan üç aktör (milliyetçiler, Kürt siyaseti ve AKP) içinde yalnızca AKP’nin aleyhine çalışıyor. Bir yandan MHP, Çözüm Süreci’nin anti-tezini kuracağı iddiası ile seçim propagandasını şekillendirip bunda başarılı olurken; diğer yandan HDP, Çözüm Süreci’nin sonu gelmez tartışmalarının ve AKP’nin sözde-tekelindeki işleyişinin yetersizliğini kullanıyor. Her iki (zıt) bakış açısından da kaybeden, AKP ve AKP’nin “bu ülkede olan biten her şeyden sorumlu olduğu” iddiası oluyor.

Oysa, 2011-2015 seçimleri arasında birkaç temel üzerine kurulabilecek basit bir kıyaslama, AKP’nin 2011’den itibaren geliştirdiği politikaların örtük (latent) bir ögesi olarak “HDP’nin Türkiye siyasetinde kendini kısıtlı-konumlandırma stratejisi”ni öne çıkartıyor. Aşağıda hazırlamış olduğum tablo, 2011 Genel Seçimleri’nde toplam 17 ilde aday gösterdiği 36 bağımsız adayın tamamını seçtirmeyi başaran HDP’nin (o zamanki adıyla Barış ve Demokrasi Partisi’nin – BDP’nin), seçimlere parti olarak katıldığında yalnızca TBMM milletvekili sayıları dağılımında değil, dolaylı olarak AKP’nin aldığı toplam oy sayısında da ne kadar ciddi bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor.

View post on imgur.com

Tablodan okunabileceği gibi, 2011 seçimlerinde aday gösterdiği tüm bağımsız adayları meclise sokan HDP, parti olarak seçime girdiğinde toplam milletvekili sayısını 36’dan 66’ya çıkartıyor. Ancak bundan çok daha önemlisi, 2011’de 36 milletvekilinin çıktığı bu 17 ilde toplam oy kullanıcı sayısı 2015 yılına kadar 1,168,350 artarken, HDP kendi oylarını 2,046,237 (~%97 oranında) artırıyor ve bununla birlikte AKP’nin oyları da 1,221,861 (~%20 oranında) azalıyor. Bu tablo, HDP’nin kimlik-siyasetinin yaşam alanının dışında kalan İstanbul, Adana ve Mersin büyükşehirleri çıkarıldığında çok daha dramatik bir hal alıyor: Buna göre, bu dört ili hesaplama dışında bırakırsak, HDP geri kalan 14 ildeki 5,015,018 oyun 2,760,329’unu alıyor (bir önceki seçime göre 1,187,487 daha fazla oy alıyor); AKP ise bir önceki seçime göre 569,142 oy kaybediyor. Bunun sonucunda, 2011 yılında bu illerden toplam 38 milletvekili çıkartan AKP, bu yıl 14 milletvekili ile yetinmek durumunda kalıyor (HDP için ise bu sayılar 2011’de 31, 2015’te 56).

Oy oranlarındaki bu dalgalanmalar elbette çok farklı nedenlerle açıklanabilir. İç politikadan bir örnek seçilecek olursa, bölge seçmeninin AKP’nin Çözüm Süreci’ndeki tavrına yönelik negatif tepkisi, partinin oylarındaki azalışı pekala açıklayabilir. Dış politikada ise IŞİD’in yarattığı korkunun bir yansıması olarak, devletin kendisine (bu minvalde AKP’ye) yönelik güvenlik kaygılarının artışı makul bir açıklama olarak algılanabilir. Ancak tüm bu açıklamalar, sadece 2011 ile 2015 arasında olan bitene dair bir veri ortaya koyar ve AKP’nin 2011 seçiminde bölgeden aldığı oyların açıklamasını yapmaz.

Bilhassa merak ettiğim, 2007-2011 seçim dönemleri arasındaki toplumsal, ekonomik, (iç-dış) siyasal olguların hangilerinin ‘mükemmel sayıda seçmeni’ (yani, partiye kimi bağımsız aday gösterdiyse milletvekili seçtirmeyi başartacak sayıda seçmeni) HDP’ye yönelttiği, hangilerinin ise geriye kalan seçmeni CHP’ye, MHP’ye veya başka bir partiye değil de özellikle AKP’ye yöneltmiş olduğu… 2007-2011 arasında ne olmuştu ki, HDP hareketi kendini bir parti olarak değil, bağımsız adaylar çerçevesinde mecliste temsil ettirebileceği kararına varmıştı, örneğin? Ya da illerinin 3 milletvekili kontenjanını sırasıyla 31,927 + 31,756 + 30,977 gibi olağanüstü başarılı bir istatistiki dağılımla HDP bağımsız milletvekillerine veren Hakkari seçmeninin 19,533’ü neden AKP’yi diğer alternatiflere tercih etmişti? Hakkari’nin bu kısıtlı sayıdaki milletvekili kontenjanının aksine, HDP neden Diyarbakır’ın toplamdaki 11 milletvekili kontenjanının (yine olağanüstü bir dağılımla: 78,220 + 71,231 + 69,292 + 66,119 + 65,138 + 61,232) yalnızca 6 tanesini almak istemiş; geriye kalan 5 milletvekilliği (ki tümü AKP’ye gitmiştir) ve yeter sayının çok üstündeki 231,018 adet oy için, ekstra 1 veya 2 bağımsız aday daha göstermekten kaçınmıştı? İstanbul, Adana ve Mersin hariç geri kalan 14 ilde 2015 yılında iki partinin aldıkları oylar arasındaki fark 1,760,121 ile HDP lehineyken, 2011 yılından önce yaşanan hangi gelişmeler veya hangi siyasal strateji bu farkın – yine HDP lehine olmakla birlikte – yalnızca 3,492’de kalmasını sağlamıştı? Rakamları tekrarlayacak olursam, 2007 ile 2015 yıllarını kapsayan bu sekiz yıllık dönemde, iki parti arasındaki oy dağılımı farkının 3,492’den  1,760,121’e çıkmasından söz ediyorum ve bu da tam %50,404’lük bir artışa tekabül ediyor! 2011’de bölgede bu iki parti seçmeni sayısı neredeyse aynıyken, bugün her bir AKP oyuna karşılık 2.7 HDP oyu geliyor.

Bu rakamların hepsi ayrı ayrı araştırılmayı, değerlendirilmeyi ve yeni birer strateji/söylem olarak ortaya konmayı bekliyor. Şimdilik yapabileceğim, gözleme dayalı, yorumlar ise şöyle: 2007-2011 arasındaki dönemde öne çıkan Ergenekon-Balyoz Davaları, Davos Olayı ve belki Cumhuriyet Yürüşleri dışında herhangi bir toplumsal olayın HDP ile ‘doğrudan’ ilgisini kurmak benim adıma ne kadar zorsa; bu olayların AKP seçmen kitlesini arttırdığını öne sürmek de bir o kadar kolay. 2011 sonrasındaki olaylara baktığımda ise bu tablonun neredeyse tam tersi ortaya çıkıyor. Öte yandan, HDP’nin seçim stratejisinin ve söyleminin ana hatlarını incelediğimde bu olaylara yapılan vurgulardan ziyade, eski düşmanların (CHP’nin ve MHP’nin) yerini bir eski dostun başına gelen felaketler (AKP ve 2011 sonrasında çıkan olayları ele alış biçimi) aldığını söyleyebiliyorum. Bir başka deyişle bugün HDP, seçmenlerine aslında 2011-2015 arasındaki olaylar hakkında neler yapabileceğine dair bir reçete sunmak yerine, AKP’nin bu olayları nasıl yanlış yönettiğine dair bir ‘eleştiri belgesi’ sunuyor. 2007-2011 arasındaki dönemi, ‘vaatler’ ve ‘kötünün iyisi olarak AKP’ söylemi üzerine kuran HDP, bu seçim öncesinde ciddi bir strateji değişikliğine gidiyor – belki de bu durum HDP’nin toplumsal tabanını neden Gezi Olayları sırasında örgütlü bir dahle yöneltmediğini de açıklıyor. Pozitif siyasetin yerini, negatif bir söylem alıyor. Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” [6] cümlesi bu negatif söylemin en etkili kullanılış biçimlerinden biri olarak öne çıkıyor ve “AKP’nin yanlışları” üzerine oynamak HDP’ye ciddi bir sempati/oy toplamışa benziyor. Ancak tam da bu nedenle, halihazırda içinde bulunduğumuz koalisyon alternatifleri/yapılandırılması döneminde HDP’nin masaya koyabildiği öneriler de sınırlı kalıyor. Altan Tan gibi sivri bir figürün sivri bir açıklaması dışında, HDP tam da 2015 seçim stratejisine uygun olarak şimdilik “bekle-ve-gör” taktiğini uyguluyor. Seçimin en vaatçi partisi CHP, sürekli yeni arayışlarla kamuoyunu ‘meşgul eder’ ve tümüyle negatif bir siyaset süren MHP her şeyin reddedicisi konumunu ‘korurken,’ [7] HDP aslında yine havayı kokluyor. Bu negatif-pragmatist siyaset, bana göre olası bir erken seçimde HDP’nin oyları üzerinde yine çok ciddi bir artışa yol açacaktır. Öte yandan, olası bir vaat veya koalisyon girişiminde, HDP’nin elindeki oyların yeni adresinin (doğudan oy çıkartma potansiyelini neredeyse kaybeden CHP ve tümüyle Türk milliyetçisi bir çizgiye kayan MHP birer alternatif olamayacağına göre) yine “eski dost” AKP olacağı da halihazırda yapılabilecek en kolay tahmin gibi gözüküyor.

Son olarak, HDP hareketinin 2007-2011 arasında bilinçli ya da bilinçsiz olarak uyguladığı bu ‘vaat’ ve ‘kötünün iyisi AKP’ stratejileri göz önüne alındığında, 2011-2015 AKP siyasetinin ve onun meşgul olduğu (Gezi Olayı, Kobane-Reyhanlı saldırıları, “İç Güvenlik Paketi,” son bir yıldaki ekonomik kriz, vb.) olayların ne kadarından kendine pay çıkartmak zorunda olduğu sorusu, aklımın bir köşesine takılmış duruyor…

Bu ülkede eski dostlar kolay düşman, eski düşmanlar da kolay dost oluyor…

Bana bu kadarı Machiavelli’yi bile şaşırtırdı gibi geliyor…

 

[1] “Suskunluk, Seçim Söylemleri ve Gezi,” 29 Nisan 2015.

[2] “2011 Genel Seçim Sonuçları,” Hürriyet, 25 Haziran 2011.

[3] Burada liberal siyaset teorisinin üzerine kurulduğu rasyonel-irrasyonel ayrımını/varsayımını reddederek, dışarıdan bir gözlemciye rasyonel gibi görünen kararların veya davranışların büyük bir çoğunluğunun duygusal kazançları içerebileceğini öne süren yarı-Spinozacı görüşü takip ediyorum.

[4] Buradaki “uzantı/ek” kavramını, her türlü ideolojinin altyapısını hazırlayan “hayaletimsi şey” anlamında, Slavoj Zizek’e atıfla kullanıyorum; bknz., Slavoj Zizek, “The Spectre of Ideology,” Mapping Ideology, S. Zizek (der.), Londra: Verso, 1994/2012, ss. 1-33.

[5] Tabloda kullanılan 2011 seçim sonuçları için bknz., “2011 Genel Seçim Sonuçları,” Hürriyet, 25 Haziran 2011; 2015 seçim sonuçları için bknz., “2015 Genel Seçim Sonuçları,” Yüksek Seçim Kurulu, 23 Haziran 2015. Bu tablonun hazırlanmasındaki yardımlarından ve katkılarından dolayı Abdulkerim Cidal’a çok teşekkür ederim.

[6] “Seni Başkan Yaptırmayacağız,” YouTube, 17 Mart 2015

[7] Yeri gelmişken, MHP’nin daha iki ay önce haysiyetiyle oynanan Meral Akşener’i Meclis Başkanlığı’na aday göstermeyi düşün(e)memesi ve diğer partilerden de bu konuda bir teklif dahi gelmemiş olması, Türkiye’de yapılan siyasetin ne kadar ‘uzlaşmaz’ ve ‘amnezik’ olduğunu anlatmak ve bu ülkede kadın olmanın zorluğunu hatırlamak açısından çok iyi bir örnek herhalde…

Comments Off on “ne oldu, ne olmuştu, ne olacak?” üzerine laflamalar

Filed under Güncel, Siyaset, Uncategorized

suskunluk, seçim söylemleri ve gezi

Değerli gazeteci büyüğüm Muharrem Sarıkaya’nın 29 Nisan 2015 tarihli köşe yazısı, “Sessiz Çoğunluk,” [1] Türkiye toplumunun seçimlere kırk günden az bir süre kala neden ‘kendini beklemeye aldığı,’ daha net bir ifadeyle, neden seçimler öncesinde hak ve talep iddialarının yüksek sesle dile getirilmediği hakkındaydı. Sarıkaya ile yaptığımız sohbetin bir bölümünün de yer aldığı yazı, bende seçimle ilgili düşüncelerimi yeniden gözden geçirme ve argümanlarımı netleştirebileceğim bir karşı-yazı yazma isteği doğurdu. Kendisine hem görüşlerimi yazısına taşıdığı hem de bana verdiği bu istek için teşekkür ediyorum.

Öncelikle, bir gazete sayfasının verdiği kelime limitlerinin üzerine çıkabilme özgürlüğümü de kullanarak, Sarıkaya’nın ‘seçim öncesi suskunluk’ gözlemi hakkında genel bir yorum yapmak isterim.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonraki siyaset teorisinin ana sorunsalı, bireylerin siyasetteki rolü olarak öne çıkıyor. ‘Demokrasi,’ ‘meşruiyet,’ ‘siyasal katılım’ veya ‘kamusal alan’ gibi kavramlar üzerinde yükselen teorik tartışmalar, yakın geçmişteki Occupy! hareketleri veya Arap Baharı gösterilerinin de öncesine uzanan (1999 Seattle WTO protestoları, 1992 Los Angeles sokak olayları, Thatcher Dönemi maden işçileri eylemleri vb.) kimi örneklerle kanlı canlı bir pratik olarak karşımızda duruyor. Bu örnekleri var eden temel sorun, mevcut (neoliberal) siyasal-ekonomik rejimin, demokrasi kavramını yücelterek, bireyleri ‘oy verme hakkı ile kutsamasından’ ve onları birer ‘oy verme makinesi’ olmak dışında siyasal bir kimliğe (politik özneliğe) konumlandırmaktan ısrar ve itina ile kaçınmasından kaynaklanıyor.

Joseph Schumpeter’in “minimal ya da prosedürel demokrasi” [2] anlayışı olarak adlandırdığı bu yoruma göre, insanlar zaten oy verebilme (yani önlerine sunulan siyasi parti alternatifleri arasından bir seçim yapabilme) yetisine sahip olmak dışında, başlı başına bir meslek (profession) olan siyasetin inceliklerini kavramaktan uzak, bir ülke/halk yönetiminin gitmesi gereken yolları inşa etme vizyonundan aciz ve daha önemlisi tüm bunların önünde geciktirici birer engel olmanın ötesine geçemeyen ‘makineler’ olarak kurgulanıyorlar. Hannah Arendt’in veya Jürgen Habermas’ın “katılımcı cumhuriyet/demokrasi” [3] tanımlarında gerçek kimliklerini ancak ve ancak kamuya açık alanda kazanabilecekleri ve gerçek bireyselliklerine kamusal alanda fikirlerini beyan ederek ulaşabilecekleri öngörülen “siyasal insanlar,” bugünkü siyasi pratikte, oy verme dışında siyasete katılımı tehlikeli görülen ve sesi farklı bir platformda çıktığı anda susturulması gereken birer parazit olarak ele alınıyor. [4]

Schumpeterci minimal demokrasi, elbette 1980-sonrası neoliberal kurumları özümsemeye uğraşan Türkiye siyasetinin de başat düsturu durumunda. Bugünlerde hemen herkesin – belki de haklı olarak – ‘ulusalcı bir fantezi’ olarak ele aldığı Cumhuriyet Mitingleri veya Susurluk Olayı sonrası ‘sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemleri gibi ‘resmi ideolojiye yakın’ örnekleri bir kenara bırakırsak, Türkiye’de farklı seslerin çıkmasına, halk hareketlerine, boykotlara [5], 1 Mayıs gösterileri başta olmak üzere işçi hareketlerine ve hatta siyasi fikirlerin basın aracılığıyla açıkça beyan edilmesine bile şüphe ile yaklaşan, disiplinci bir iktidar zihniyeti hüküm sürüyor. Gezi Olayları’nın ve 17-25 Aralık süreçleri sonrasında kalkışılmakla kalınan ayaklanmaların fiziksel ve sembolik şiddetle bastırılması, elbette seçim öncesi kamusal tartışmaların yapılmasına ve seçim sonrasına yönelik taleplerin dışa vurulmasına da engel oluyor.

Öte yandan, Sarıkaya’nın sözünü ettiği seçim öncesi suskunluğun bir nedeni de bana kalırsa normal koşullarda kamusal alanda ses çıkartmaya en meyilli kesimin, bugünkü seçimlerdeki rollerine henüz karar verememiş olmasından kaynaklanıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, benim gözlemime göre, Türkiye siyasetinin konuşan/konuşabilen aktörleri bir süredir 7 Haziran’da kullanacakları oy üzerinde kafa yormaya ve dolayısıyla da oy verme davranışları ile ilgili bir karar almaya çalışıyor. Basit bir söylem analizi [6] ve buna eklenecek bir matematik hesabı, bu gözlemime destek sağlayacaktır görüşündeyim.

7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nin kritik sorusu, HDP’nin %10 barajını geçip geçemeyeceği ile alakalı olarak öne çıkıyor. İktidar partisinin de diğer muhalefet partilerinin de gündemini meşgul eden bu mesele, şüphe yok ki oy verecek bireyleri de birincil derecede ilgilendiriyor. Muhalif söylemin AKP’nin seçim sonrası başkanlık sistemine geçişi ön gören vaatlerini bir “diktatörlük hamlesi” olarak yeniden-üretmesi, HDP gibi seçmen kitlesinin büyük bölümünü bir azınlık grubunun oluşturduğu küçük ölçekli bir ‘siyasi parti’yi başkanlık sistemine geçişi ‘önleyebilme potansiyeline’ sahip, büyük ölçekli bir ‘siyasi aktör’ haline getirmiş durumda. Bu söylemsel değişimin sonucu olarak, daha önce HDP ile arasına (etnik) mesafe koyan AKP-karşıtı seçmen için HDP, artık oy verilebilecek bir ‘olasılık’ halini almış gözüküyor. Bu durumda bizi ilgilendiren seçimin ve seçmenin matematiği de değişmiş oluyor.

Matematikteki bu değişimi hesaplamak için, 2011 Genel Seçimleri’nin ve 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin verilerini karşılaştırmalı olarak hatırlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

2011 Genel Seçimleri [7]

Toplam Seçmen Sayısı: 52,806,322

Kullanılan Oy Sayısı: 43,914,948 (%83,16)

AKP: 21,399,082 oy (%49,83)

CHP: 11,155,972 oy (%25,98)

MHP: 5,585,513 oy (%13,01)

Bağımsız: 2,819,917 (%6,57)

 

2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi [8]

Toplam Seçmen Sayısı: 55,692,814

Kullanılan Oy Sayısı: 41,283,627 (%74,13)

Recep Tayyip Erdoğan: 21,000,143 (%51,79)

Ekmeleddin İhsanoğlu: 15,587,720 (%38,44)

Selahattin Demirtaş: 3,958,048 (%9,76)

 

2015  Genel Seçimleri’nde 56,632,889 kayıtlı seçmen oy kullanacak [9] ve katılım oranının %80’lerde olacağı tahmin ediliyor. Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde CHP ve MHP’nin ortak adayı İhsanoğlu’na, 2011 seçimlerinde bu iki partiden birine oy veren 1,153,765 kişinin oy vermediği; Selahattin Demirtaş’a ise 2011 seçimlerinde bağımsızlara giden oylardan 1,138,131 oy daha fazla çıktığı görülüyor. AKP seçmeninin oy verme davranışının genel katılımla paralel bir düşüş gösterdiği dikkate alınırsa, bu iki rakamın birbirine çok yakın olması (1,153,765 – 1,138,131 = 15,634 oy), Demirtaş’ın temsil ettiği HDP’nin 2015 Genel Seçimlerinde %10 barajını geçmesi için gereken yaklaşık 500,000 oyu [10] Cumhurbaşkanlığı Seçimi için oy kullanmayan ve bu seçimde oy kullanmaya gönüllü olan (yaklaşık) on dört milyon insandan alması gerektiğine işaret ediyor.

Kendi adıma, Sarıkaya’nın “suskunlar” olarak nitelediği, benim yukarıda tartıştığım ve “normal koşullarda kamusal alanda ses çıkartmaya en meyilli kesim” olarak tanımladığım insanların, Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Erdoğan’a zaten oy vermeyen, (bugünkü siyasal söylem öncesi-) Demirtaş’a güvenmeyen, CHP-MHP çatı adayı İhsanoğlu’ndan ise tatmin olmayarak uzak duran seçmen profili ile büyük ölçüde örtüştüğünü düşünüyorum. Bir başka deyişle, 2015 Genel Seçimleri’nde HDP’nin %10 barajını geçip geçemeyeceği ile ilgili ana sorunsala cevap verecek kesim, bana göre Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde oy kullanmayan insanlar olacak. Şimdi esas mesele, bu insanlardan kaçının “HDP’ye oy vermeye meyilli” olduklarını tahmin etmekte yatıyor.

Kişisel gözlemlerime dayanarak, Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde oy kullanmayan seçmenin önemli bir kısmının CHP’ye oy vermek konusunda kişisel endişelere sahip ve daha önemlisi Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na “o kadar da olumsuz gözle bakmayan” milliyetçi-muhafazakar insanlardan oluştuğunu öne sürüyorum. Bu gruptan küçük bir azınlığı dışarıda bırakırsak, aynı isimlerin 2015 seçimlerinde HDP’ye yönelme ihtimallerinin çok düşük olduğu sanırım ortada… Bu grup dışında, Cumhurbaşkanlığı için oy kullanmayan seçmenin diğer önemli kısmı ise aileleri CHP geleneğinden gelen, ulusalcı olarak anılamayacak, liberal-sol’a daha yakın, ancak hala HDP’nin azınlık milliyetçiliği söyleminden uzak duran seçmenler bana kalırsa. Bu grubun ayırt edici özelliğinin, minimal demokratik katılımları dışında, son otuz beş yıldır ülkede gerçek anlamda bir ‘halk hareketi’ olarak adlandırılabilecek tek olay olan Gezi Olayı’na aktif olarak katılmaları ve bunu bir kamusal alan açılımı olarak ele almaları olduğuna inanıyorum. Bu anlamda, söz konusu grubu HDP’ye “bağlayacak/eklemleyecek” (articulation) söylemin bir “Gezi göstereni” içermesi beklentisi kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Peki bu beklenti ne kadar karşılık buluyor?

Bu soruya yanıt vermek için, dört başat partinin seçim bildirgelerine bakmak yeterli olacaktır.

AK Parti 2015 Seçim Beyannamesi (“Yeni Türkiye Yolunda: Daima Adalet Daima Kalkınma”) [11] Gezi Olayı’na herhangi bir atıfta bulunmuyor. AKP’nin Gezi Olayı’nın ‘nefret nesnesi’ olduğu ve partinin toplumsal tabanının Gezi Olayı’na yönelik (inşa edilmiş) bakış açısı düşünüldüğünde, seçim bildirgesinde verilebilecek olası bir Gezi referansının en iyi ihtimalle “olumsuzlama” işlevi göreceğini öngörmek çok zor değil. Bundan itina ile kaçınılması ise sanırım başka bir söylem analizinin konusu olmalı…

CHP Seçim Bildirgesi 2015 (“Yaşanacak Bir Türkiye”), Gezi’yi bir “olay” olarak görmeyi reddederek, onu dolaylı bir yoldan “Toplantı ve Gösteri Özgürlüğü” başlığı altında değerlendirmeye gidiyor. Aynen alıntılıyorum:

“Türkiye’de özellikle Gezi hareketi sonrasında toplantı ve gösteri haklarının kısıtlanmasına yönelik uygulamalar yoğunluk kazanmıştır. Yurttaşlarımız “makul şüpheli” durumuna düşürülmüş, her türlü sosyal paylaşım potansiyel suç kanıtı konumuna getirilmiştir. Çalışanlar, öğrenciler ve sanatçılar üzerinde çok yönlü baskı kurulmuştur. Türkiye, polis ve istihbarat görevlilerinin yetkilerini keyfi ve aşırı biçimde kullandığı bir baskı ve fişleme devletine dönüşmüştür. Kitlesel gözaltılar olağanlaşmış, usulsüz tutuklamalar cezalandırma halini almıştır. Aşırı güç kullanımı, kötü muamele ve hakaret sıradan uygulamalar haline gelmiştir. CHP gerekli tüm yasal ve idari önlemleri alarak yurttaşlarımızın toplantı ve gösteri özgürlüğünün gelişmiş demokrasilerdeki düzeye eriştirilmesini sağlayacaktır.” [12]

MHP kendi seçim beyannamesini 3 Mayıs’ta (Türkçülük Günü’nde) açıklayacağı [13] için henüz bu noktada net bir çıkarım yapmak mümkün gözükmese de, Gezi referansının beyannamede yer almayacağı, yer alsa bile CHP’ninkine benzer – belki ondan da dolaylı bir şekilde – başka bir başlık altında tutulacağını iddia etmek olası. Bilhassa, MHP’nin Gezi Olayları sırasında seçmenine yaptığı “sağduyu çağrısı” [14] göz önünde bulundurulursa, bu iddia daha anlaşılır bir hale gelebilir sanıyorum.

Gelelim, HDP 2015 Seçim Bildirgesi‘ne (“Büyük İnsanlık: Biz’ler Meclise”)… Daha önce, Demirtaş’ın Gezi Olayı’nı “darbeci kısmı” ve “demokratik talep kısmı” olarak ikiye ayırarak ele aldığını belirtmek gerekiyor. [15] Benzer bir ikili anlamı bildirge metninde bulamamak, Gezi’ye dair netleşmiş bir görüşün HDP siyasi stratejisinde olmadığını gösteriyor. Nitekim, Gezi referansı bildirgede “Eşitlik ve Özgürlüğün Yeşerdiği Yeni Bir Yaşamı Gençler Kuracak” başlığı altında şu cümleler içinde yer alıyor:

“Zorlu koşullarda çalışan, okuyan, çalışma yaşamının dışına itilen, ötekileştirilen ama tüm bunlara rağmen yaşamın umudunu büyüten; Gezi’de, Kobâne’de direnen, Rojava’da devrimsel bir sürecin inşasında rol alan, dünyanın dört bir yanında egemenlerin dayattığı politikalara karşı koyan gençlerin mücadelesi ile yeni yaşam çağrısı büyüyor. Gençlerin isyanı, yeni siyasi dili, demokratik siyasal kültürü, özgürlükçü tutumu yeni yaşam siyasetimizi ülke siyasetinin gerçek alternatifi haline getirebilecek ve yeni yaşamı örgütleyecek potansiyeli taşıyor.” [16]

Burada Gezi’ye yapılan vurgunun CHP’ninkinden daha güçlü olduğunu iddia etmek zor değil. Ancak, Gezi Olayı’nın Kobâne ve Rojava gibi çok daha bölgesel – hatta etnik – iki farklı ‘olay’ ile aynı bağlamda ele alınması, hem (HDP’nin ‘Türkiye’nin partisi olma’ söylemi dikkate alındığında) Gezi’nin kapsayıcılığının hem de toplumsal dinamiklerinin, önceden çizilmiş bazı katı siyasal sınırlar çerçevesinde okunduğunu gösteriyor. Gezi sürecine katılan insanların hangi talepleri dile getirmeye çalıştıklarının, üzerinden neredeyse iki yıl geçtikten sonra bu taleplerden hangilerinin karşılık bulduğunun veya HDP’nin meclise girmesi durumunda hangilerine önem vereceğinin muhasebesi bu bildirgede yer almıyor.

Elbette partilerin seçim bildirgelerinin tek bir konu (Gezi Olayı) üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini öne sürmüyorum. Sarıkaya’nın yazısında belirttiği gibi, önümüzdeki seçimler için üretilen kümülatif/toplam siyasal söylemin çok kapsayıcı olduğu iddiamın da hala arkasındayım. CHP’nin sosyo-ekonomik vaatleri, AKP’nin yeni bir gelecek inşası önerisi, MHP’nin – muhtemel – milliyetçi (Kürt siyasi hareketi karşıtı) vurgusu ve HDP’nin çevre, LGBT, azınlıklar vb. sözde-ikincil demokratik talepleri de kapsayan bildirgesi alt alta konduğunda, belki de uzun yıllardır ilk defa Türkiye seçmeninin hemen hepsine (ama aynı anda değil, ayrı ayrı) hitap edebilecek bir kümülatif seçim söylemi ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Burada üzeri açık bırakılan, bir talep olarak ciddi şekilde yanıtlanmadan geçilen tek nokta ise ‘bir talep olarak’ Gezi Olayı.

Toparlamak gerekirse, temel iddiam, önümüzdeki seçimlerin söylemsel olarak Türkiye toplumunu ‘başkanlık sistemi taraftarları’ ve ‘başkanlık sistemi karşıtları’ olarak ikiye ayırdığı; bu ikinci gruba da HDP’yi basit bir siyasi parti olarak algılamak yerine, ona meclis matematiğini değiştirip Türkiye’nin geleceği üzerinde kilit rol oynayabilecek siyasal bir rol atfettiğidir. AKP, CHP, MHP ve HDP’nin seçim bildirgeleri/söylemleri bir bütün olarak ele alındığında, hemen hemen tüm seçmenlerin bu ikili karşıtlığı kabullendiği ve (yalnızca) bu karşıtlık çerçevesinde taleplerine cevap buldukları görülebilir. Buradaki tek istisna ise henüz kendi taleplerine yanıt bulamamış ve sunulan vaatler arasından seçim yapmaya çalışan suskun kesimin varlığı ve bu kesimin hiçbir seçim vaadinde kendine hak ettiği yeri bulamamış Gezi Olayı ile organik bağlantısıdır. Gezi Olayı’nın üstünü örten – onu yok sayan – seçim bildirgeleri/vaatleri, siyasal aktörlükleri oy vermenin ötesine geçen bu kesimi, seçim öncesi kararsız ve suskun bırakmıştır. Kendi adıma Gezi ile birleştirilmemiş seçim vaatlerinin, söylemin tek istisnasının, bu seçim için kurucu (constitutive exception) nitelikte olacağını ve bugünün ‘suskun’ insanlarının oy verme davranışlarını hesaplayamayan ya da bu davranışları kendi matematiklerine dahil etmeyen partilerin (özellikle de HDP’nin) bu siyasal stratejileri sebebiyle seçim sonrasında büyük bir pişmanlık yaşayabileceğini düşünüyorum.

Bekleyip göreceğiz.

 

[1] Muharrem Sarıkaya, “Sessiz Çoğunluk,” Habertürk, 29 Nisan 2015.

[2] Joseph Schumpeter, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, H. İlhan (çev.), İstanbul: Alter, 1942/2013.

[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, B. S. Şener (çev.), İstanbul: İletişim, 1958/2012; ve Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, T. Bora ve M. Sancar (çev.), İstanbul: İletişim, 1962/2013.

[4] Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında “devletlüye sadakat” boyutunda mutlak bir devamlılık gören Kudret Emiroğlu’nun aşağıdaki yorumu, Türkiye’de (minimal demokratik bir prosedür olarak) ‘seçim’lerin neden tek meşru, tek gerçek ve tek doğru siyaset modeli olarak ‘söylemsel hakikat’ düzeyine ulaştığını, hatta kutsallaştırıldığını, gösteriyor kanımca:

“Osmanlı’da, oluşturulmaya çalışılan bir devlet değil, paylaşılmaya çalışılan bir devlet iktidarı vardır. Bu mücadelede Avrupa’daki gibi yeni sınıfların kendilerini var etmek (ekonomik yaşamlarını hukuki ve siyasi boyuta ulaştırmak) için yasama ve yargıyı biçimlendirme mücadelesi değil, yürütmeyi (devletin kurumlarını ve malını) paylaşma mücadelesi verilmektedir.” (Kudret Emiroğlu, Kısa Osmanlı-Türkiye Tarihi: Padişahlık Kültürü ve Demokrasi Ülküsü, İstanbul: İletişim, 2015, s. 63.)

Aynı kaynaktan devam edersek, Osmanlı’da ve Türkiye’de “iktidar paylaşımı” bir devlet-bölüşümü çeşidi olarak kavranır ve bu ‘oyun’un göstergesi olarak (demokratik) seçimler/meclis kutsallığı anlatılagelirken, “İngiltere, kralla aristokrasinin diğer üyeleri arasında uzlaşma gereği daha 1066 sonrasından itibaren toplanan ‘meclis’ geleneğine sahiptir. Magna Carta [1215], meclisin toplanmasını keyfilikten çıkarma mücadelesinin ürünüdür. 1264’te bu sınıflar ilk kez ilan edilen parlamento yasasına bağlı olarak toplanırlar. 1341’den itibaren de lordlar ve avam kamarası birbirinden ayrılarak, aristokrasi dışındaki sınıf ve tabakalar da en üst düzeyde siyaset kurumsallaşmasının parçası olması mücadelesinde yerlerini alırlar. 1430’da avam kamarasına katılma koşulları mülkiyete göre belirlenerek, aristokrasi ve ruhban sınıfı yanında burjuva mülkiyetinin siyaseten önemi kurumsallaştırılır. İngiltere Devrimi’nden itibaren ve 1707’den sonra taht, fiilen veto hakkını kullanabilmiş değildir. Ancak bütün erkeklerin oy kullanma hakkını kazanması 1918’de, bütün kadınların bu hakkı elde etmesi ise 1928’de gerçekleşmiştir.” (Emiroğlu, a.g.e., ss. 71-72.)

[5] Türkiye tarihinde adı anılabilecek belki de tek ‘gerçekten’ işe yarar boykotun, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan çok önce, 1876 yılında Bosna-Hersek’i ilhak eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na karşı, Avusturya ürünlerinin ihracatına/tüketimine yönelik gerçekleşmiş olması ironiktir; bknz. Roman Kodet, “Austria-Hungary and the Ottoman Empire Since the End of the Bosnian Annexation Crisis till the Italo-Turkish War,” Central European Papers, 1(2), 2013, ss. 29-38.

[6] Burada “söylem” (discourse) kavramını Michel Foucault’ya atıfla, “söylenen her türlü şey içinde belli bir sistemlilik içine girebilen ve kendileriyle birlikte düzenli bir iktidar etkisi meydana getirebilen ‘ifade’lerin bütünü” olarak kullanıyorum. Foucault’dan aktaran, Taner Timur, Felsefi İzlenimler: Sartre, Althusser, Foucault, Derrida, İstanbul: İmge, 2005, s. 65.

[7] http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/Kararlar/2011Pdf/2011-1070.pdf

[8] http://www.ysk.gov.tr/ysk/content/conn/YSKUCM/path/Contribution%20Folders/HaberDosya/2014CB-Kesin-416_d_Genel.pdf

[9] 2015 Genel Seçimleri’nde oy kullanacak seçmen sayısına dair rakam YSK’nın  resmi sayfasında yer almadığı için wikipedia burada verisini doğru kabul ediyorum; http://tr.wikipedia.org/wiki/2015_T%C3%BCrkiye_genel_se%C3%A7imleri

[10] Ezgi Başaran, “7 Haziran Seçimleri İçin En Gerçek Matematik,” Radikal, 9 Nisan 2015.

[11] AK Parti 2015 Seçim Beyannamesi, “Yeni Türkiye Yolunda: Daima Adalet Daima Kalkınma”

[12] CHP Seçim Bildirgesi 2015, “Yaşanacak Bir Türkiye”

[13] “MHP’nin Seçim Bildirgesi 3 Mayıs’ta Açıklanacak,” Anadolu Ajansı, 21 Nisan 2015.

[14] “Devlet Bahçeli’den Gezi Parkı Açıklaması,” Habertürk, 7 Haziran 2013.

[15] https://www.youtube.com/watch?feature=player_detailpage&v=zJU0fFg3sUM#t=91

[16] HDP 2015 Seçim Bildirgesi, “Büyük İnsanlık: Biz’ler Meclise”

Comments Off on suskunluk, seçim söylemleri ve gezi

Filed under Güncel, Siyaset

iki bin yirmi üç

Bu yazının siyasetle bir ilgisi olmamasını dilerdim.

Gelin görün ki, siyaset ile ilgisi olmayan hiçbir şeyin olmadığını öğreneli çok oluyor.

Hele siyaset denen ‘şey’ bu ülkede olduğu gibi, hayatın en mikro alanlarına bile duhul etmeye bu kadar meraklı, bu kadar hevesli ve bu kadar dumanaltıyken, işler iyice zorlaşıyor.

Bu yazı, toplumsal ilerleme yolunda ‘ilham’ın önemi hakkında olmalı. İlhamın, zamanı doğru anlamanın, cesaretin ve kalıpların dışına çıkmak için gereken orijinalliğin önemi hakkında… Bu yazı, pek tabi ki, sanat hakkında olmalı…

Barış Manço’nun hayat hikâyesi, 1950’lere çocukluğunu sığdırmış pek çok insanınkinin aksine, pek de ‘hazin’ başlamıyor [1]. Dönemin şartlarında üst-orta sınıfa mensup bir ailenin, ‘iyi’ okullarda (Galatasaray Lisesi, Şişli Terakki Lisesi vb.) eğitim alma şansına sahip oğlu olarak hem aile içinde hem de okul gruplarında çağdaş müzikle haşır neşir olabilme şansına sahip olduğu hareketli bir gençlik geçiriyor. Kim bilir, belki kendi tercihleri belki de o sıralar Türkiye sokaklarını meşgul eden ekstrem siyasi hareketler, onu yüksek öğrenimi için Avrupa’ya yönlendiriyor. Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya, İsveç derken, Avrupa’yı, o dönemin yükselen müzikal trendlerini yakından izleme ve hatta kendi kurduğu gruplarla o müziklerin bir parçası olma fırsatını buluyor.

1960’ların sonu ve 1970’lerin başı, Manço için Avrupa ile Türkiye arasında, İngilizce ile Türkçe arasında ve o sıralar Batı dünyasını etkisi altına almaya başlayan psychedelic rock (The Beatles, Jefferson Airplane, Jimi Hendrix, The Doors, Cream, Pink Floyd vd.) ile Türkiye’de birçok grup ve müzisyenin (Moğollar, Dervişan, Cem Karaca, Erkin Koray, Apaşlar, Kardaşlar, Kaygısızlar, Bunalımlar vd.) adeta kolektif bir icraatla üzerinde çalıştıkları Anadolu rock arasında gidip gelmelerle geçiyor. O da çareyi diyalektikte buluyor. Harmanlama, sentez, füzyon…. Hem ‘buralı’ hem ‘oralı’ olmak için çaba sarfediyor. Bu öyle bir ideal haline geliyor ki onun için, 1970 Kasım’ında Antalya’daki bir konser sonrasında ‘yabancı müzisyen çalıştırmak suçundan’ (!) tutuklansa bile, sentezin ‘ora’ ile ‘bura’ arasında doğması gerektiği inancından vazgeçmiyor. II. Dünya Savaşı’nın sonrasında ortaya çıkan ve evrensel olanı yerel olana dönüştürmek için çekici reçeteler sunan post-modern kültüre, yereli evrenselle harmanlayarak yanıt vermeyi tercih ediyor. Aksi takdirde, alelade bir ürüne dönüşerek, tüketimin hızlı-öğütücü dişlileri arasında kaybolup gideceğini çok iyi biliyor.

Manço’nun müzikal harmanının içinde her zaman ‘yeni’ bir şeyler oluyor; başta, yeni fikirler ve yeni insanlar… 1971-72 yıllarında kadrosunu sağlamlaştırmaya çalışan ve Manço’nun ölümünden sonra bile hala ayakta duran Kurtalan Ekspres’ten dönemin en iyi müzisyenleri gelip geçiyor: Murat Ses, Engin Yörükoğlu, Özkan Uğur, Ohannes Kemer, Mithat Danışan, Kılıç Danışman, Ahmet Güvenç [2], Bahadır Akkuzu, Celal Güven ve niceleri… Türkiye’de yapılan müzikte kalitenin ve rekabetin doruğa ulaştığı o günlerde, dayanışma da en az diğer faktörler kadar ön planda duruyor. Yalnızca konser ortaklıkları değil, müzikal ortaklıklar da bugün hepsi birer efsane olarak adlandırılan isimler arasında sıkça yaşanıyor: Barış Manço, Moğollar, Cem Karaca, Ersen ve Dadaşlar, Erkin Koray, hatta Orhan Gencebay, sözleri, müzikleri veya enstrümantal katkıları ile birbirlerinin albümlerinde yer almaktan çekinmiyorlar.

Yıl 1975’e geldiğinde, askerden yeni dönen Barış Manço, Kurtalan Ekspres elemanları ile birlikte kaydettiği ve ilk uzunçaları olma özelliğini taşıyan albümü 2023’ü piyasaya sürüyor. Albüm psychedelic rock ile Anadolu motiflerinin sentezini, dünya çapında bir müzisyenlikle birleştirmeyi başarıyor. ‘Dere Boyu Kavaklar,’ ‘Uzun İnce Bir Yoldayım’ gibi türküler, dönemin – Woodstock – ruhuna uygun düzenlemeleriyle boyut değiştirirken; ‘Baykoca Destanı’ ve ‘2023’ isimli şarkılar aynı dönemin yükselen yıldızı progresif rock için bile hayal etmesi zor elektronik etkileşimlerle harmanlanıyor. ‘2023’ isimli enstrümantal şarkıyı açan ‘Kayaların Oğlu’ şiiri, Cumhuriyetin yüzüncü yılına atfedilen bir saygı-duruşu niteliğiyle öne çıkıyor. Bir başka deyişle, 2023’ten tam kırk sekiz yıl önce Barış Manço, ‘muasır medeniyet’e muasırlığın bile ötesinde bir müzik ve yerel özgünlüklerle çok şık bir selam çakmayı başarıyor.

Dört yıl sonra, Manço diskografisinin yıldız albümlerinden Yeni Bir Gün piyasaya çıkıyor. 70’ler müziğini tümüyle değiştiren ve etkileri bugün dahi devam eden Pink Floyd, Camel, Eloy, Rush, King Crimson, Led Zeppelin gibi grupların ortaya koyduğu kadar derinlikli pasajlar, sert rock gitarların arkasından gelen yumuşak Fender Rhodes dokunuşları, caz kalıpları, aksak davul ritmleri ve hiç şüphesiz Anadolu’dan çıkan müziğin çekici melodileri, Manço’nun teatral vokalleri ile birleşerek tüm zamanların en iyi progresif rock albümlerinden birini oluşturuyor. Albümün tam ortasında yer alan ‘2024’ ve ‘İkinci Yolculuk’ isimli enstrümantal şarkılar, ‘2023’ün kaldığı yerden, efsaneyi devam ettiriyorlar. Kendi içerisinde dört ayrı bölümden oluşan ‘2024’ün ilk ayağında Kılıç Danışman’ın, son ayağında ise Ahmet Güvenç’in müzisyenlikleri herkese parmak ısırtıyor.

‘2023’ efsanesini sonlandıran şarkı, 1981 yılında piyasaya sürülen ve Barış Manço’nun popülaritesini ülkenin dört bir köşesine yayan Sözüm Meclisten Dışarı’da yer alıyor: ‘2025’. Şarkı, Manço ve Kurtalan Ekspres’in, Kraftwerk-vari elektronik denemeler eşliğinde, zamanının çok ötesinde bir iş çıkartarak efsaneyi tamamlamaya karar verdikleri izlenimini veriyor. ‘2023’-‘2024’-‘2025’ üçlemesi, çekici bir melodinin üzerinde evrilerek, her adımda bir diğerinin üzerine koyarak ve sonuçta zamanının ruhunu kökünden yakalayıp onu bir başka boyuta ulaştırma hevesiyle hareket eden gerçek bir sanat eseri meydana getirerek, adeta yerel-evrensel sentezinin gövde gösterisine dönüşüyor.

Belki Barış Manço, söz konusu albümlerden sonra çizgisini değiştirip daha piyasa odaklı, kimilerince Anadolu pop olarak adlandırılan, çoğunluk tarafından anlaşılması daha ‘kolay’ albümler ve şarkılar yapmaya başlıyor – hiç şüphesiz televizyon programları da onun bu popülaritesini arttırmaya yardımcı oluyor – ama bugünkü saygın ‘Manço’ imajının altında, aslında hep 2023’ün mirası yatıyor.

1944 yıllarında yayımladıkları Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Theodor Adorno ve Max Horkheimer, modern sanatın tekrarlardan ve kopyalardan ibaret olduğunu ve bunun her şeyden önce insanın yaratıcılığının önünü tıkayıp insanı kendisine yabancılaştırdığını tüm dünyaya ilan etmişti [3]. Onlara göre, bugünün ‘satılan iyidir’ düsturu içerisinde, artık sanatın kalitesini değil, kaç kişiye hitap ettiğini hesaplamak gerekiyordu. Buradaki sorun ise hâkim kültürün hem kitle iletişim araçları hem de sahip olduğu iktidar ağları sebebiyle, yerel olana ve öznel olana karşı yerinden oynatılması çok güç üstünlüğü oluyor; tüm bu olan biten, gerçek sanatla vedalaşmayı gerektiriyordu.

Adorno ve Horkheimer’ın bu pesimist yorumu, 1944 yılından bu yana defaatle cisimleşti, MTV ile doruğa ulaştı, Internet’in yayılması ile de süreklilik kazandı. Ama bu tabloda bile bazı istisnalar, bazı ayrılıklar, bazı umut kıvılcımları doğdu. Doğmalıydı da… Barış Manço’nun müziği hiç şüphesiz bu istisnalardan biri olma sıfatını hakkıyla elinde tutuyor. Yalnızca ‘2023’-‘2024’-‘2025’ üçlemesindeki ve bu şarkıların içlerinde yer aldıkları albümlerdeki müzikle de değil üstelik, kıyafetleri, duruşu, orijinalliği ve sentez becerisiyle, döneminin ve kendisinden sonra gelenlerin arasından sıyrılabiliyor.

1979 yılında canlı kaydedilen ‘Dere Boyu Kavaklar’ videosu bile bu özellikleri göstermeye yetiyor. Bugün ‘kolbastı’ adı altında deşarj olma vasıtası gören ‘meta,’ Manço ve arkadaşlarının müzikal dehasında progresif ve psychedelic bir şahesere dönüşüyor. Müziğin yanında Manço, bugün bile marjinal sayılabilecek uzun saçları, mesaj-kaygısız bıyıkları, parlak gömleği, abartılı yüzükleri, motiflerle işlenmiş kıyafetleri ile arz-ı endam ederken; yanında çalan arkadaşları, küpeleri, fırfırlı gömlekleri, fularları ve hatta topuklu çizmeleri ile ‘gözle görülen’i de en az ‘kulakla duyulan’ kadar ekstrem hale getirmekten çekinmiyorlar. O dönem 20’li-30’lu yaşlarında olan bu adamlar, diğerlerine benzememenin/orijinal olmanın yolunun yalnızca kendileri gibi olmaktan geçtiğini; kültürlerini ‘muhafaza’ edebilmenin ise yalnızca o kültürlerin zamanın ruhuna adaptasyonu sayesinde gerçekleşebileceğini biliyorlar. Bunu da başlarına gelebilecek her türlü tehlikeyi, toplumsal baskıları (sözde-mahalle baskılarını), resmi yasakları ve sıradan olanın kötülüğünü göze alarak yapmaya cesaret ediyorlar. Bugün üzerlerinde hala övgüyle konuşulabiliyor olmasının altını zaten bu cesaretleri dolduruyor.

Bugün Cumhuriyetin yüzüncü yılına gireceği 2023 yılı siyasi ve toplumsal bir hedef olarak konuluyorsa, bunun altını kültür ve sanatla doldurabilmek gerekiyor. Toplumsal veya siyasal ilerlemeyi yaşayacak bir toplumun, küresel hâkim kültürden birebir kopyalanan, aynı soundlu kötü şarkılardan ve o şarkılarda anlatılan cıvık aşk hikâyelerinden fazlasına ihtiyacı var. Kültürel motiflerin orijinal müziklerle yoğurulmasına, ortaya çıkan eserin ‘bir başkasına’ değil, aslında yalnızca ‘kendisine’ benzemesine ihtiyacı var. Yeni ‘2023’lere, ‘2024’lere, ‘2025’lere ihtiyacı var. Binlerce yıllık hikâyelerin çarpık versiyonlarını anlatıp kitap kapaklarında kılıktan kılığa girmek zorunda kalan edebiyatçılardan fazlasına ihtiyacı var. Osmanlıca dersini zorunlu kılmaya değil, Osmanlıca’dan Türkçe’ye geçişte yapılan bir hata varsa, onu düzeltebilecek – belki bir kez daha toplumun tümünü işin içine katmayacak – mekanizmaları günümüze adapte edebilmeye ihtiyacı var. Gelecekten bir yıl seçip onu idealize etmek adı altında restore etmeye çalışmaya değil, geçmiş fantezilerinin ve nostaljinin yerine ilerici aklı koymaya ihtiyacı var. Son otuz yıldır suya sabuna dokunmamak için ellerini kirletmeyen sözde-sanatçıların yerine cesaretli sanatçı-adaylarına ihtiyacı var. Var olan sorunlara objektif olarak yaklaşabilmeye, eleştirebilmeye ve eleştirinin özgürlüğü getireceğine yönelik, metafizikten ve örümcek ağlarına yapışmış yöntemlerden arındırılmış yeni bir Aydınlanma’ya ihtiyacı var. Bunun için de hoşgörüye, kendisi gibi olmayanı anlama cesaretine, empatiye ihtiyacı var.

 

[1] Bu yazıda aktarılan Manço’nun hayat hikayesine dair bilgiler, çeşitli internet kaynaklarından derlenmiştir; bknz. Wikipedia, Barış Manço Evi, Barış Manço Rock Derneği

[2] Tüm bu isimler kendi alanlarında yeterince ‘yaratıcı’ olsalar da, Ahmet Güvenç ve grubu Bunalımlar’ın Seattle’ın yirmi yıl öncesinde çıkarttıkları dört başı mamur grunge albümü, şahsımı en çok hayrete düşüren müzikal işlerden biri olmuştur (Bunalım isimli albümün tamamını dinlemek için: YouTube).

[3] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, ss. 19-67.

 

Comments Off on iki bin yirmi üç

Filed under Müzik, Siyaset

kobani’de bertaraf olan taraflar

Aynısı Gezi’de de olmuştu.

Bir ağızdan bağırıyordu insanlar: Ya bizdensin ya onlardan. Gezicisin ya da çapulcu. İktidar yalakasısın ya da koyun.  Tarafsın ya da bertaraf.

Soruyordu herkes, “tarafın ne?”

“Bugün bütün karışıklık, kendini bilmeyen, kendini nesnellikle karıştıran bir öznellikten kaynaklanıyor.” [1]

İnsanlar sanırım hala farkında değiller ama toplumsal olayların ortaya çıkış nedenleri ile bizim o konu hakkında ne düşündüğümüz arasında varoluşsal bir ilişki yoktur! Herhangi bir toplumsal olaya tepki verirken, biz zaten çoktan – bizden bağımsız biçimde – gerçekleşmiş bir şeye tepki veririz. Gezi, bizim ona verdiğimiz tepkiler nedeniyle ortaya çıkmamıştı. 12 Eylül de öyle. Diğer darbeler de. Kurtuluş Savaşı da. İstanbul’un fethi de. Yazının bulunması da… Halihazırda var olan olaylara verdiğimiz tepkiler o olayın ortaya çıkışını değil, o olayın gelişimini ve sonucunu etkiler yalnızca.

Ve belki de sırf bu nedenle, ortaya çıkmış herhangi bir toplumsal olayın ‘tarafı’ olmak ya da olmamak gibi bir seçeneğimiz yoktur bizim. ‘Taraftarlık’ kavramının dilimizde ‘bir şeye sempati duyan’ anlamı ile de kullanılıyor olması, kavramın aslında ‘tarafgirlik’ ile karıştırılmasından kaynaklanmaktadır; ötesi değil. Türkiye’de yaşayan her insan, Türkiye’deki her toplumsal olaya zaten taraftır. Ona sempati duyması ya da duymaması, bu taraftarlıktan çok daha sonra gelişen bir tepkidir ve yine çoğu toplumsal birçok farklı faktöre bağlı olarak kişiden kişiye, bağlamdan bağlama, zamandan zamana değişir.

Uzun lafın kısası, herkes Gezi’ye taraftır. Sokaklara çıkıp bağıranlar da, olan biteni içten içe sevinçle ama biraz da şüpheyle izleyenler de, perdelerini sımsıkı kapatıp erzak depolaması yapanlar da, hükümetin tepesi de, sokak çocukları da… Gezi’nin içeriğini, boyutunu, değerini, sonucunu vb. diğer faktörleri etkileyen ise insanların Gezi’ye verdikleri tepkidir, taraflılıkları değil.

Aynısı bugün Kobani için de geçerli.

Yalnızca bir günde verilen onlarca ölü, yüzlerce yaralı, tonlarca sokak çatışması, beş ilde ilan edilen sokağa çıkma yasakları, iki “devlet adayının” iki devlet sınırı üzerinde bombalarla savaşı, dökülen kanlar ve ufuktaki belirsizlik, sizi bu ‘şey’in tarafı yaptı, yapar ve yapacak. Orta Doğu’da tüm şirazesini kaybeden ulus devlet-küreselleşme çatışması, kendisine değen değmeyen her şeyi farklılaştırdı ve daha da farklılaştıracak. IŞİD isimli kafa kesen, kol koparan, gerici güçler tarafından desteklenen, Orta Çağ vahşetinden haz duyan ve gelişimini modernliğin canı sıkılan çocuklarına bağlayan terör örgütü ile herhangi bir planlı stratejisi olmayıp tek-kişi rejimine doğru sağlam adımlarla yürüyen Kürt siyaseti arasındaki savaş, yalnızca ulusal topraklarımızın üzerinde sürdürüldüğü için değil, her ikisi de bu toplumla ilgili olduğu için bizim meselemizdir. X’i ya da Y’yi tutup tutmama seçenekleri değil, bu olan bitenden kısa ya da uzun vadede ilk elden etkilenecek olmamızdır onu bizim meselemiz yapan. Ve tabi ki geçmişimiz ve bugünümüzdür karar verme araçlarımız.

PKK ile Kürt siyaseti arasındaki bağlantı sorununa verdiğimiz yanıttır örneğin bir başkası…

IŞİD’in ‘kutsallığına’ yakınlığımızdır…

Orta Doğu coğrafyasına mesafemizdir…

‘Yesinler birbirlerini’ciliğimizdir…

Üst kattaki komşumuzdur…

Yan apartmandaki hücre evidir…

Kamu malları üzerinde birden bire beliriveren ‘hassasiyetimizdir’ [2]…

Takım tutar gibi desteklediğimiz partimizin olayın aktörleri ile organik bağıdır…

Okuduğumuz gazetedir…

İster beğenin ister beğenmeyin, ister isteyin ister istemeyin biz bu deliliğin, bu çivisi çıkmış pespayeliğin, bu kan gölünün bir tarafıyız. Onun elleriyle besleyip büyüttüğü bir parçayız. Hürriyet Gazetesi’nin iddia ettiğinin aksine, “yakın coğrafyamızda gelişen olayların sebebi kanlı ay tutulması” [3] değil maalesef. Sonucu da onunla ilgili olmayacak. Dün ‘yüzlerle’ ifade edilirken, bir anda bugün ‘onlara’ inen yararlı sayısıyla da ilgili değil aynı şekilde… Hiçbir şey bizi taraf yapmayacak çünkü zaten tarafıyız bu şeyin.

Bu cinayetin.

Bu vahşetin.

Bu korkunun.

Realist siyasetin kurmaca aktörlerinden çok ötede, bizi ilgilendiriyor bu sorun. Şimdi şapkamızı önümüze alalım – lütfen – ve düşünmeye başlayalım; çünkü

“İnsan düşünmeye başladığında artık etrafa körü körüne saldırmaz. Düşünen kişi yumrukla tepki vermez, önüne geleni yalayıp yutmaz. Açlık, hiddet ve saldırma arasına düşünce yoluyla sokulan bu ara an, her şeyin iyi olacağı inancının kökenini oluşturur. Araçlar amaçlarla karşılaştırılırken, bütün körlüğün ve dolaysızlığın askıya alınmasına vesile olan bir şey çıkar ortaya mutlaka.” [4]

Düşünelim çünkü düşünmezsek, korkmaya devam edeceğiz.

Televizyonda, internette ya da başka aracılarda gördüğümüz şeyleri normalleştirmeye başlarsak, ölmeye devam edeceğiz.

Kobani’nin sadece Kobani olmadığını anlamazsak, umudumuzu kaybedeceğiz.

Kobani mi, Ayn al-‘Arab mı, Arappınarı mı diye sormaya devam edersek [5], söylemin içinde kaybolacağız.

Kobani’de yaşayanların ‘Kürt’ değil, ‘Türkmen’ değil, ‘Arap’ değil veya başka bir kökenli değil, ‘insan’ olduklarını hatırlamazsak, hepimiz bu tuzağa düşeceğiz.

 

 

[1] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Teori ve Pratik Üzerine: Bir Tartışma (1956), O. Kılıç (çev.), İstanbul: Metis, 1956/2013, s. 13.

[2] “Önce Yakıldı Yıkıldı, Sonra Yağmalandı,” Hürriyet, 8 Ekim 2014.

[3] “8 Ekim Ay Tutulması ve Kanlı Ay Görüntüleri Canlı Yayında,” Hürriyet, 8 Ekim 2014.

[4] Adorno ve Horkheimer, a.g.e., s. 13.

[5] Kansu Yıldırım, “Ne Arzu Edersiniz: IŞİD Realitesi Mi? Kobani Fikri Mi?,” Sendika.org, 8 Ekim 2014.

Comments Off on kobani’de bertaraf olan taraflar

Filed under Güncel, Siyaset

“büyük ev ‘yine’ ablukada” (birikim dergisi, 2 ekim 2014)

“Göğe baktım yerli yerinde
Haydutlar dalavereciler yerli yerinde
Vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle
İyi dedim içim rahatladı
Düzen bozulmamış dedim sevindim
Tenhaca bir bölgelerinden şehre girdim…” [1]
 
Cengiz Erdem, Mayıs-Haziran 2013 tarihinde hiç kimsenin beklemediği bir anda ortaya çıkan ‘Gezi Parkı protestoları’nın nasıl bir ‘Olay’ olarak şekillendiğini, filozof Alain Badiou’ya atfen şu cümlelerle tanımlıyordu:…

Comments Off on “büyük ev ‘yine’ ablukada” (birikim dergisi, 2 ekim 2014)

Filed under Güncel, Siyaset