Category Archives: Teori

öfke bankaları, duygu ekonomisi ve türkiye

Sosyal bilimlerin “Soğuk Savaş’ın sonu” konusunda çuvalladığı, elle tutulur hiçbir yaklaşımın 1989 itibariyle Soğuk Savaş diye bir şeyden söz edilmeyecek olduğunu tahmin edememiş olmaları doğrudur. Dönemin sosyal bilimcilerinin 1950’den 1990’a kadar geçen kırk yıllık süreci neredeyse sessiz birer pantomim seyircisi gibi izleyip, yaklaşan dönüşümü ve koca bir devrin kapanışını, bu sürecin son anlarına dek o kutsal soğukluğa konduramamış olmaları, belki de tüm sosyal bilimlerdeki ‘tarafsızlık’ mitini baştan sona zorlayacak, hatta onu alaya alacak kadar ciddi bir meseledir; öyle de olmalıdır…

Lakin sosyal bilimlerin Soğuk Savaş karavanası türünün tek örneği değildir. 1980’lerin “küreselleşme” çağrıları 1990’ların “çokkültürlülük” söylemleri ile kol kola vermişken; pek az ses, 2000’leri karşılayacak “otoriter yönetimlerin dönüşü”nü dillendirmeye, “yükselen sağı” anlamaya, “ulus-devletin ve korumacılık politikalarının yeniden-şahlanışını” öngörmeye muktedir olabilmiştir. Matthew Horsman ile Andrew Marshall’ın Batılı-olmayan coğrafyalarda ortaya çıkan terörist gruplara, yersiz-yurtsuz şiddet hareketlerine ve göçlere bakarak ulus-devlet sonrasına atfettikleri “kabilecilik” (tribalism) anlatıları [1] dahi bir döneme “acaba?” soruları sordurtmuş olsa bile bugünkü görüntüyü yakalamaya bir hayli uzak kalmıştır. Zira o günlere 2018’den yaklaştığımızda belki paramparça olmuş eski Yugoslavya, Irak, Suriye gibi hikâyeleri tahmin edilebilir bulsak dahi, ilk siyahi başkanından para babası redneck’ine ‘düşmüş’ bir Amerika’yı, yirmi yıldır Rusya’yı büyük baskı ve kontrol araçlarıyla yöneten eski bir ajanı, Dünya Kupası kadrosunun yarısı ‘gurbetçi’ aile çocukları ile dolu olan Almanya’da “çokkültürlülüğün ölümünü ilan etmiş” [2] bir sultanı, Avrupa Birliği’nden çıkmış bir Birleşik Krallığı ve daha birçok “milli” örneği, “kabileci” motivasyonlarla açıklamamız pek de mümkün gözükmüyor.

Türkiye, her zaman olduğu gibi bu parçalı bulutlu resmin ortalarında güneşin pek uğramadığı, şimşeklerin çakıp durduğu, yağmurun şiddetle yağdığı ama henüz girdapların başlamadığı bir geçiş bölgesini işaret ediyor. Sosyal bilimlerde üzerine en çok konuşulan vakalardan biri olsa da Türkiye üzerine yazıların çoğu – gerek sansürden gerek oto-sansürden kaynaklanarak – üzeri kapalı ‘endişeleri’ dile getiren şifreli metinlerden öteye gidemiyor. İyinin de kötünün de yanına konuşlandırılmış “…ama…” eklentileri, yapılan tüm tartışmaları Soğuk Savaş-öncesi çekingenliğin kucağına bırakıyor. Bu yüzden de en azından benim, olan biten üzerine, olmayan ve bitmeyen üzerine, sürekli tekrarlar üzerine, süreksiz ölümler üzerine, görmekten bıktığım yüzler üzerine, bir türlü haberini alamadığım konular üzerine, duyunca çıldırmak istediğim haberler üzerine, sükûnetime benim bile şaşırdığım felaketler üzerine, gerçek-olmayan hakikatler üzerine, gerçek-sayılan fanteziler üzerine, çoğul olamamış çoğunluklar üzerine, tekil kalamamış azınlıklar üzerine… herhangi bir şey yazasım gelmiyor.

Gözlemlerim, bana bu bezmişliğin ve çekingenliğin yalnızca bilim insanlarında veya – benim durumumda olduğu gibi – ülkenin haline kafa yormaya çalışan insanlarda değil, toplumun büyük kesiminde mevcut olduğunu gösteriyor. Ülkede siyaset, kamusal bir alanda bireylerin birlikte karar vermeleri ve kanaat oluşturmaları şeklindeki Hannah Arendt’çi “varlık koşulu” olma vasfını [3] çoktan kaybetmiş ve iki güçsüz takım arasındaki küme düşme(me) maçına indirgenmiş durumda. Kaybeden taraf, artık “bu ligde oynamadığı” hissiyatına kapılırken; kümede kalanın gelecek yıl ne yapacağı, yine mi kümede kalma mücadelesinde olacağı, yoksa daha mı yukarıları hedefleyeceği belirsiz. Gelin görün ki, maç sonunda ilk taraf ölüp biterken, ikinci taraf dünya şampiyonu olmuşçasına seviniyor. Biri “dünya fatihi” ilan edilirken, diğeri kendini “tecavüze uğramış” hissediyor. Kamusal alanın öteki yanında insan haklarıymış, kadın olmakmış, hayvanlara işkenceymiş, yoksullukmuş, işsizlikmiş, depresyonmuş… hiçbiri önem taşımıyor.

İşte bu yüzden 24 Haziran 2018 seçimleri öncesindeki ‘değişik hava’ beni bir şeyler yazmaya yeniden heveslendiriyor. Ya da en azından bana öyle geliyor. Yanlış anlaşılmasın, seçimlerin sonrasında herhangi bir şeyin, herhangi bir anlamda bir değişikliğe uğrayacağını tahmin etmiyorum. 2014’te yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015’te iki adet genel seçim, 2017 anayasa referandumu ve şimdi de 2018 erken seçimleri olmak üzere son dört senede altıncı (ve belki de 8 Temmuz itibariyle yedinci) seçimine giden bir ülkede, bu seçimden sonrasının da ölüm-kalım meselesiymiş gibi simgeselleştirileceğine ve sonrasında bu ölüm-kalım meselesinin de bir ‘ertelemeye’ tabi kılınacağına şüphem yok. Demokrasi pratiklerinde ve teknolojisindeki türlü değişime ve düzenlemeye rağmen partilerde, seçmenlerde, seçimlerde ve söylemlerde bir değişiklik zaten gözlemlemiyorum ve bunların sonucunda bir kırılma anı yaşanması da bana bir hayli uzak bir ihtimal gibi geliyor.

Benim ilgimi cezbeden şey, artık sıradan bir futbol maçı önemine hâsıl olmuş seçim meselesinde, çoğu insanın ıskaladığını düşündüğüm bir soruyu sormak: “Nerede oy kullanıyoruz?”

Yo hayır… Bu pazar günü mührünüzü basıp bir zarf içine katlayarak yerleştireceğiniz kâğıdın hangi sandıkta, sınıfta, okulda, mahallede, semtte, ilçede, ilde veya ülkede olacağını sormuyorum. İstediğim bana (ya da kendinize) ülkenizi tarif etmeniz. Hangi Türkiye’de oy kullanıyorsunuz, onu merak ediyorum. O Türkiye’yi nasıl tanımladığınızla ilgileniyorum. Neler var o ülkenin geçmişinde, bugününde ve yakın/uzak geleceğinde? Sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor? Üzerinde kimler yaşıyor? Komşuları kim? Düşmanları, dostları kim? Yenilgileri neler, zaferleri neler? Ve pek tabi ki sizin bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, ne kadar uyuşuyor sizce diğerlerinin yanıtlarıyla?

Ben kendi yanıtlarımı burada vermeye çalışayım.

Önce sınırlar ile başlayalım. Horsman ve Marshall’ın yukarıda bahsettiğim çalışmalarını da içine alan 1990’ların küreselleşmeci literatürü, içinde yaşadığımız (bu-)günler için bir “ulus-devlet sonrası” hayal ediyordu kuşkusuz ama öyle sanıyorum ki, hayal ettikleri şey ile bugünkünün pek bir ilgisi yoktu. Onların vizyonunda farklı kültürlerin ve kimliklerin bir arada sorunsuzca var olabildiği, daha fazla insanın ülkesi-dışında çalıştığı/yaşadığı, füzyon mutfağın ve sentez şarkıların at koşturduğu bir dünya vardı. Burada yaşanacak sorunlar, henüz bu vizyona göre eğitilmemiş, küreselleşmenin meyvelerinden tadamamış ‘heyecanlı ve öfkeli gençler’den doğacak ve bu gençlerin zaman içinde ehlileştirilmeleriyle son bulacaktı. Bugünkü tabloda ortaya çıkan şey, aynı apartmanda aynı anda pişen körinin, lahananın, kavurmanın, waffleın ve salçanın birbirlerinin tüm moleküllerini tehdit eden ve tahammül sınırlarını zorlayan kötücül karışımlarına benziyor. Gençler teröristlere, bombaların ardı arkası kesilmeyen şehirler kan dolu mezbahalara, vatandaşlar ise rövanş isteyen taraftarlara dönüşüyor. Charlie Hebdo’dan Reina’ya, Kumrular Sokak’tan Stade de France’a, Orlando Night Club’dan Utøya’ya farklılıklar zenginliklere değil, kan ve irin dolu bulamaçlara yol açıyor.

Ama tüm bunların ışığında anlaşılabilecek ve tüm bunları kapsayan daha önemli bir gelişme yaşanıyor hemen hemen tüm dünyada ve elbette Türkiye’de. Karasal anlamda kuruluş sınırları ile hayatlarına devam eden ulus-devletler, yönetimsel anlamda artık birer ulus-devlet gibi değil, imparatorluk gibi yönetiliyor. Michel Foucault buna “yönetim zihniyeti” [4] (governmentality) diyor. Bir devlet (ya da alelade bir kurum), bizzat devlet (ya da kurum) olma vasfını sadece kâğıt üzerinde görünen sınırları ile değil, aynı zamanda o sınırlar üzerinde işletilen yönetim biçimiyle de kazanmaktadır. Avrupa’da 900 ile 1900 yılları arasında yaşanan ve imparatorlukları modern ulus-devletlere dönüştüren bu süreç, imparatorlukların artık yönetilemez sınırlara ve finanse edilemez savaşlara sahne olması nedeniyle yönetim zihniyetinde devrimci bir dönüşüme gitmiş, imparatorlukların sürekli genişletilen sınırlarından, ulus-devletlerin kesin olarak belirlenmiş sınırlarına geçiş, bu zihinsel farklılaşmanın başat sonucu olarak ortaya çıkmıştı [5]. Bugün şahit olduğumuz şey ise (belirli sınırlar içine ve o sınırları korumaya odaklanırken, o sınırlar üzerinde yaşayan insanlarla kimlik temelli bir sözleşme yaptığını varsayan) ulus-devletçi zihniyetin – ulusal sınırlarına tutunmaya devam ederken – nüfuz alanını hâlihazırda parçalanmakta olan başka ulus-devlet sınırları üzerine de genişletmeye çalışmasına dayalı yeni-imparatorlukçu bir zihniyete geçiş yapıyor olması.

Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulduğu Fransız-tipi sivil ulus-devlet modelinin ve onun getirdiği Batıcı, Aydınlanmacı, rasyonalist ve pozitivist ulus-devlet değerleri, bugün bu yeni-imparatorlukçu refleks tarafından nostaljik bir Osmanlı okumasına tabi tutuluyor. Daha birkaç yıl on yıl önce birer “kazanım” olarak değerlendirilen ulus-al değerler, bugün Osmanlı mirasından “kaybedilmiş hazinelerin” yerine getirilmiş “fabrikasyon taklitlere” benzetiliyor [6]. Artık (Eski) Türkiye’nin misak-ı milli sınırları ile çerçeveli ve Batı-yönelimli iç-dış politika pratiğinden değil, parçalanmış Irak’ta, savaş içindeki Suriye’de, Suriye’den gelen göçmenlerde, Somali açıklarında, Filistin topraklarında, sürekli mevki değiştiren türbelerde söz sahibi olan bir (Yeni) Türkiye’den söz ediliyor. Bu Yeni Türkiye’de seçimler, eskiden olduğu gibi sadece iç politikayı değil, doğrudan dış politikayı da etkiliyor. Bir zamanlar bu gelişmeyi, “de-militarizasyon” ya da “Türkiye’nin sivilleşmesi” olarak yorumlayan çoğu başat figür ise bugün yalnızca gazetelerindeki köşeleri değil, özgürlüklerini de kaybetmiş gibi görünüyorlar.

Zihinlerdeki coğrafyada yaşanan bu değişim, zihinlerin o coğrafyaya ve onun üzerinde yaşananlara bakış açısını da değiştiriyor. Ulus-devlet zihniyetinin “rasyonellik” şartı ortadan kalkıp imparatorlukçu “kervan yolda düzülür” mantığı ortaya çıktıkça, ne kadar çok değişiklik gösterirse inandırıcılığı o kadar artan hikâyeleri yeter koşul kabul edilmeye başlanıyor. Türkiye’de her zaman ulus-devletçi olan medya, şimdi ulus-devlet tarafından özelleştirilmiş kimliğini sahiplenip yine tek bir oktavdan yayın yapıyor. Anlatılan ulus-al kahramanlıkların yerini ulus-lararası (emperyal) kahramanlıklar alıyor. Ülkeden çıkmış ilk Nobel Ödüllü bilim insanı, “evrim var mıdır?” tartışması üzerinden bir güruhun “bilgesi,” öteki güruhun “cahili” yapılıyor [7]. Tarihsel olanın evrenselleştirilmesi, bireyin ait olduğu kabul edilen grup ile bir-hale-getirilmesi ve sözün Kelam’a dönüştürülmesi, bu imparatorlukçu kapsayıcılığın rutin birer yan ürünü olarak gündelik pratiklerde gözlenir hale geliyor.

Şüphesiz, yönetim zihniyetindeki bu değişim, dünyanın ve ülkenin kılcal damarlarında aktıkça insanları da dönüştürüyor. Daha önce bu blogda adını ve siyaset teorisini anmışlığım olan on dördüncü yüzyıl düşünürü Ibn Haldun, bir güruhun “toplum” olabilmesi için adına “asabiye” adını verdiği ‘ortak bağlara’ sahip olması gerektiğinden söz ediyordu [8]. Kendisinin yaşadığı dönem, yukarıda değindiğim Avrupalı imparatorlukların modern (ulus-)devletlere dönüşümünün ilk ayak izlerine şahit olsa bile, Ibn Haldun’un öngörüsü, (imparatorluklar ve devletler dahil) her türlü siyasal kurumun, kendisini var eden asabiyeyi bir gün kaybedeceği ve bunun akabinde de yıkılacağı üzerine kuruluydu. Ona göre en güçlü asabiye kanla/akrabalıkla meydana gelirken, ikinci en güçlü asabiye dinle ortaya çıkıyordu. Kanla kurulan asabiyenin nüfus arttıkça azalacağı üzerinde sıkça duran Ibn Haldun’un oto-sansürü, onun bir altında kabul ettiği dinin neden ve hangi koşullarda zayıflayacağını açıklamayıp – tam da karakterine uygun bir kıvraklık ve pragmatizm neticesinde – din asabiyesinin zayıflamasını ekonomik nedenlere bağlıyordu. Oysa Ibn Haldun’dan dört yüz yıl sonra doğan ulus-devletler kanı (etnisiteyi), dini, hukuku, ekonomiyi, kültürü, gelenekleri ve dili bir araya toplayan ve son derece açık uçlu olmasıyla zayıflama ihtimalini de bir hayli zorlaştıran “ulusal/milli asabiye” üzerine kurulmuş oldukları anlatısıyla, imparatorluklardan daha uzun bir ömür vaat ediyorlardı. Bugün görülüyor ki, beklenen olmadı. İnsanları bu açık uçlu ve tanımı imkânsız “ulus/millet” altında toplamaya çalışmak, bilhassa ulus-devletlerin icat ettiği popülist (yani “güruh-tanımlayıcı”) politikalar ve ideolojik hamleler nedeniyle, değil onları imparatorluklardan uzun yaşatmak, şehir-devletlerinden bile daha kısa bir ömrün son demlerine doğru götürmeye yaramışa benziyor.

En azından tarihin şu döneminde kendine “ulus” diyen grupları yönetenler bir ulus-devletten ötesini yönetme hevesindeyken, o ulusun içindeki gruplar da – yeni nesil “star filozof” Peter Sloterdijk’in söylemiyle – birbirlerine karşı “öfke biriktiriyor” ve bu öfkelerini farklı siyasal kurumlara/partilere (Sloterdijk’in deyişiyle “öfke bankalarına”) yatırıyorlar (investments in the rage banks) [9]. Bu tanımda yalnızca yirminci yüzyılın sağ-sol ideolojilerinin yüksek asabiyetlerinin yok olmuşluğu değil, aynı zamanda Ibn Haldun’un söz ettiği “asabiyenin bağlayıcılığı” mefhumunun da tepetaklak oluşu hissediliyor. Artık insanlar ortak-olanın, benzerliğin veya yan-yana getirenin bağlayıcılığı üzerinden değil, farklı-olanın, negatifin ve öfke uyandıranın kutuplaştırıcılığı üzerinden geçici ittifaklar kuruyor. “Öfke bankerleri,” yani politikacılar, yalnızca öfkenin tetikleyicisi görevi görüyor.

Bugün zihinlerinde hiç şüpheye yer bırakmayarak kendilerini “Türk” olarak tanımlayan insanlar, aynı ulusun parçası olduklarını inkâr etmeden, diğer “Türklere” karşı öfke biriktiriyor ve bu öfkeleri karşılığında birer kazanç elde edeceklerini vadeden “partilerin,” “yatırımcısına” dönüşüyorlar. Bir başka deyişle, Türkiye’de artık aynı ulusun üyelerinin sıradan oy verme pratikleri değil, “AKP bankasına” yatırılan öfke ile “CHP bankasına” yatırılan öfkenin, “Cumhur İttifakı bankasına” yatırılan öfke ile “Millet İttifakı bankasına” yatırılan öfkenin çatışması izleniyor. Bu ulus-içi öfke çatışmasının dışında kalmış/bırakılmış HDP’nin “banka statüsü” tartışıladursun, tam da onun üzerinde yine aynı farklılık-anlatısı sayesinde başka bir “öfke birikimi” yaşanıyor. Siyasal partilerin öfke-hazmetme-kapasiteleri genişlediği sürece “demokratik” gibi görünen bu öfke birikim yarışı, o kapasiteler daraldıkça başka siyasal kurumları (daha fazla öfkeyi barındırabilecek, daha yıkıcı enstrümanları) yardıma çağırıyor ve böylelikle toplumsal/kimliksel kopmaların ve yeni ulus-al tanımlamaların yerlerini, canlı ve şiddet içeren çatışmaların alma ihtimali de artıyor. Sloterdijk’in son derece tehlikeli “öfke bankaları,” siyasal partiler ve demokrasinin meşru araçları çevresinde kalma sözü vermedikleri/veremeyecekleri için, her an zincirlerinden kurtulmuş vahşi bir hayvanın çıkartabileceği kaosu – ya da yönünü şaşırmış öfke kümelerini – tetikte bekletiyorlar. Ekonomi, insan hakları, azınlıklar sorunu, çevre sorunu, göçmenler ve bunlar gibi çok acil ve çok daha zorlu konular Türkiye’nin kapısında birikmiş beklerken, seçim üstüne seçim üstüne seçim üstüne seçimin – ve bu seçimlerin popülist söylemlerinin – depoladığı “öfke” birikmeye ve siyasetin başat aktörü olmaya devam ediyor. Böylece Türkiye’de siyaset, somut verilerin değil bir çeşit “duygular ekonomisinin” tekinsiz ve kestirilmesi imkânsız sonucuna indirgenmiş oluyor.

Kendi adıma 24 Haziran 2018, bu “öfke yatırımlarının” şimdilik en yakın ve yine şimdilik en dik zirvesinden öte herhangi bir anlam ifade etmiyor. Ben, “nerede oy kullanıyorum?” sorusuna “rezervi kalmamış öfke bankalarının çok kırılgan savaşının tarafsız bölgesindeyim” diye dramatik ve mastürbatif bir yanıt verirken, memleketim bir kez daha mutlu olmayı, öfkeli olmayı, taraftar olmayı, küme düşmeyi ya da şampiyon olmayı bekleyen insanlarının akıp giden enerjilerine tanıklık ediyor.

“Uğursuz” Niccolò Machiavelli, siyasetini duygularından arındırmayı Lorenzo de Medici’ye beş yüz yıl önce tavsiye etmişken [10], modern olanın “duygu-suz” olma durumunu anlamlandıramayan ama hiçbir duyguyu da hissedemeyen bol antidepresanlı kılcal damarları, bireyleri bu duygu-açlıklarını siyaset büfesinden gidermeye yöneltiyor.

“Her şey dâhil” o büfenin önünde bekleyen herkes obezken, aslında hiç kimse doymuyor.

 

[1] Matthew Horsman ve Andrew Marshall, After the Nation-State: Citizens, Tribalism, and the New World Disorder, Londra: Harper Collins, 1994.

[2] “Angela Merkel Declares Death of German Multiculturalism,” The Guardian, 17 Ekim 2010.

[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, B.S. Şener (çev.), İstanbul: İletişim, 1994/2013, ss. 57-64.

[4] Michel Foucault, Essential Works: Power, 1954-1984, (der.) J. D. Faubion, R. Hurley vd. (çev.), New York: The New Press, 2000, s. 202.

[5] Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, K. Emiroğlu (çev.), İstanbul: İmge, 1990/2001.

[6] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul: Küre, 2002.

[7] Orhan Bursalı, “Aziz Sancar: Evrim Gerçektir…,” Cumhuriyet, 29 Haziran 2017.

[8] Bknz., “Ibn Haldun Bilmecesi” ve “Ibn Haldun Günlükleri.”

[9] Peter Sloterdijk, Rage and Time: A Psychopolitical Investigation, M. Wenning (çev.), New York: Columbia University Press, 2006/2010, ss. 62-68.

[10] Niccolò Machiavelli, Hükümdar, N. Adabağ (çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1513/2014.

Comments Off on öfke bankaları, duygu ekonomisi ve türkiye

Filed under Güncel, Siyaset, Teori

spinoza’y(l)a dönüş

“Her bakımdan sonsuz ve var olan tüm cisimleri/bedenleri içeren tek bir Doğa vardır, insan Doğayı oluşturan bütün diğer bedenler gibi bunun bir parçasıdır; Doğa belli bir düzene göre işler ve ancak tercihlerimizden, alışkanlıklarımızdan sıyrılarak şeyler arasındaki zincirleme bağlantıyı kavramaya gayet edersek, bu düzeni anlayabiliriz. Hiçbir zaman tam ve eksiksiz olmayacak bu anlama, herhangi bir doğaüstü vahye ihtiyaç duymadan kendimizi anlamamızı da sağlar. Bunun için her şeyden önce, Doğadaki tüm diğer bireyler gibi mümkün olan bütün yollarla çoğalmayı ve varlığımızı sürdürmeyi arzu ettiğimizi ve Doğanın bağrında özel bir konumumuz olmadığınını kavramalıyız. Buna en iyi şekilde ulaşmak için de, çocukça inançlarımızdan kurtulmalı ve neyin büyümemizi sağlayacağını, ‘eyleme kudretimizi’ artıracağını, yani başka şeylerden etkilendiğimizde ve onları etkilediğimizde neyin bizi daha etkin kıldığını iyi anlamalıyız. Örneğin, durmadan başkaları üzerinde daha fazla iktidar kurmaya çalışmak ve üstelik sürekli hüsrana uğramak yerine – zira herkesin efendisi olmak mümkün değildir – onlarla birleşmeye çabalarsak tek tek herkesin yeteneğinden müşterek olarak yararlanır, bize zarar verebilecek şeylere karşı da daha iyi direnebiliriz. Ne kadar bu yönde etkili olursak, insan olan olmayan diğer bütün bireyleri o kadar çok severiz, o kadar sevinç içinde yaşarız – kastettiğim neşe ya da keyif değil – ve sonsuz yüce mutluluğa, yani daimi bir ‘benden hoşnut olma’ haline erişiriz… Doğanın güçleri bizimkileri fersah fersah aşar, dolayısıyla yüce mutluluk halinde ‘olmak’la yetinemeyiz; bu kesintisiz bir çabadır.”[1]

 

“Doğanın var olduğundan şüphe edemem; dört bir yandan ve binbir biçim ve hareketle bana kendisini dayatıyor. Ayrıca, temel matematiksel özellikler (doğruların paralelliği, üçgenin iç açılarının toplamı, orantı kuralı, dairenin yarıçapı ile çevresi arasındaki ilişki ve daha pek çok teoremi sayabiliriz, René Descartes’ın ortaya koyduğu yansıma ve kırılma kanunları, Galileo’nun keşfettiği düşen bir cismin ivmesi gibi bazı şeyler üzerinden zamanın etki etmediğinin de farkındayım. Bu aynı zamanda, tözün (nedeni kendinde olarak) tanımı-ve-varlığı, gerçekliğin ve mükemmelliğin niteliği, Doğanın mutlak sonsuzluğu ve Doğadaki verili her şey için onu yok edebilecek daha güçlü bir şeyin de var olması için de geçerli. Doğada şeyler ne tür değişimler geçirirlerse geçirsinler, bu tespitler, değişmez bir biçimde, doğruluklarını korur. Başka bir deyişle, bunlar ‘ebedi hakikatlerdir,’ çünkü ne başlangıçları ne de sonları vardır; bunları zihnin kurguları olarak kavramak, insan zihninin Doğanın dışında var olduğuna ve uzamda (daireler, çizgiler, açılar) ve düşüncede (kendi kendinin nedeni olma, eyleme kudreti, denklik) zihnin kendisinin şeyler yaratabildiğine inanmak anlamına gelir. Neden-sonuç ilişkilerini inceleyerek şeylerin bir özü olduğunu ve bu özün de süreden bağımsız olduğunu görürüz – tabii Doğada her şeyin rastlantısal olarak evrildiğini kabul etmiyorsak (öyle olsaydı hiçbir şey düşünemez, hatırlayamaz, tahayyül edemezdik), ‘Tanrı, başka deyişle, Doğa’ derken bütün kastettiğim, nedenlerle sonuçların aynı düzlemde olduğunu, yani Doğaya kendi değişken iradesi (nasıl ki herhangi bir özel irade değişkense) doğrultusunda boyun eğdirecek – Doğanın dışında, üzerine ya da ötesinde – Birinin var olmadığını tespit etmektir ki Doğanın bir parçası olan aklımı kullanıyorsam, başka türlü yapamam.

Ebediyet tam da Tanrı ile Doğanın bu birliğidir ve bunun bir parçası olan insan zihni bu sayede şeylerin zorunluğu varlığını – hiçbir zaman bütünüyle olmasa da bazı bakımlardan  – anlar. Anlama yetisinin bedenden kaynaklandığını, bedenden başka hiçbir esin kaynağının olmadığını (örneğin, Descartes’ın öne sürdüğünün aksine) bıkmadan usanmadan tekrar etmeye gayret ediyorum. Zihnin ebediliğini öne sürebilmiş olmam zihnin bedenden uzun ömürlü olduğu anlamına gelmiyor, çünkü zihin bedenden ne önce ne de sonra var olabilir; benim kastettiğim insan zihninin şeylerin özünün bilgisine erişebilir olduğu. Ancak bilmekle zihin bir tür ebediyeti idrak eder; bu ebediyet Doğanın sınırlı bir parçası olduğumuz için tözün ebediliğinden elbette farklıdır. Zihin bilgilerinden hareketle duygulanmaları ve etkilenmeleri düzenlemeyi başarsa da, ancak kendisini duygulandıranı ve kendisine etki edeni bilir, hissetmediği şeyi bilmez. ‘Tanrı’yı bilmek’ diye adlandırdığım da budur. İşte bu nedenle şöyle yazmıştım: Qui Corpus ad plurima aptum habet, is Mentem habet, cujus maxima pars est æterna [Bir beden etkinliklerini ne kadar çeşitlendirirse, ebediyet duygusunu da o kadar tadar]. ‘Değişmez ve ebedi hakikatler’den söz etmem kesinlikle mecazi anlamda ya da belagat olsun diye değil, gerçekliğin zihinsel kavranışı gereği, zorunluluk icabıdır. Şeylerin özlerinin bütünü Doğayı oluşturur, bunu Tanrı olarak da adlandırabiliriz. Bedenin yetenekleri ya da yatkınlıkları derken etkin haldeyken yaptıklarını kastediyorum, yani nedensellikleri bilerek ve bunun kendisine verdiği sevinç (eyleme kudretinin artması) içinde yatıklarını. Etkinlik, tanımı gereği, hiçbir zaman kederli değildir, çünkü bizi şeylerin özüyle temasa geçirir… Bizi yetişkinliğe, yani Doğayı, her daim olmasa da sıklıkla, alıştığımız fantezilerin dışında anlayabilme haline götürür. Bu ebediyet bilgisinin gizemli, büyülü ya da esrarengiz bir yanı yoktur. Yerleşik önyargılardan, ‘manevi’ ve ‘fani’ rehberlerin anlattığı masallardan, duyularından edindiği izlenimlerden, özellikle de kendisini zayıf, Doğanın zorluklarına maruz kalmış hissettiği ya da başka insanların boyunduruğu altındayken edindiği izlenimlerden kurtulma gayreti gösteren her insanın erişebileceği bir bilgidir bu.

[… Bahsettiğim bu] üçüncü tür bilgi soyut fikirlerden (bunlar hayal gücünün ve kelimelerin tesadüfi kullanımının ürünüdür) değil, şeylerin özünün, eşsizliklerinin, neden öyle değil de böyle olduklarının kavranmasından oluşur. Soyut olmaktan o kadar uzaktır ki, bir şeyin özünü tasvir etmek çok zordur, çünkü diğer şeylere göre o şeyi birlik halinde tutan bütündür öz… Üçüncü türden bilgi, zihnin tek bir bakışıyla bir şeyi başka bir şey değil de o şey kılan bütünü, başka bir deyişle o şeyin özünü kavrama yeteneğidir.

… On beş küsür yıldır sürekli olarak geliştirmeye çalıştığım bu görüşü kavramak hiç de basit değil. ‘Bedensel duyumsamalar ile şeyleri özleriyle, sub specie æternitatis, kavramayı birleştirerek’ imkansız bir şeye yeltendiğimi [söylüyorlar.] Doğrudur, ama buna ulaşmak imkansız değil, sadece çok zordur ve dini dogmalar, siyasi bağnazlık, çocuksu her şeye kolay kanma saflığımız ve nihayet bedenin bütün etkilenme ve duygulanmalarından azade olacağımız daha iyi bir dünya endişesi ve umudu içinde kaybolmuş bizlerin düşünce alışkanlıklarına zıttır. Halbuki bu ‘azad olma’ ebedi bir yaşam değil, ölümün ta kendisidir.” [2]

 

“Ben ebedi olduğumuzu idrak ettiğimizi ve deneyimlediğimizi söylüyorum, bu da sonsuzu deneyimlediğimiz anlamına gelir… [B]izler sonsuzun bir parçasıyız ve zihnimiz, her ne kadar sonlu olsa da, sonsuza erişebiliriz… Doğanın bizim bedenlerimiz de dahil sonsuz bedenden/cisimden oluştuğunu ve Zihnin de bu Bedenin bilinci olduğunu anlarsak, bizim dışımızda olan[ın] da içimizde [olduğunu anlarız…] Bizi ebedi hakikatlere götürenin bedenlerimiz olduğuna inanıyorum ve onlar da öyle ‘gökten düşmüyor;’ bıkmadan usanmadan tekrarlıyorum,bu bedenler Doğanın bütünü olan bu Bireyin bir parçası olduğuna göre, şüpheye yer bırakmayan hakikatlere – kimi açılardan – ulaşabilirler.” [3]

 

“Tek bir kere bile Tanrı demeden her yerde ‘Doğa’ diye yazabilirdim – tabii bu Doğanın aynı zamanda kendini bilme, kendinde olma, kendini yaratma, kendini koruma, vb. (çünkü bizim erişemediğimiz ve benim attributum, yani sıfatları dediğim, başka nitelikleri de var) demek olduğunu da belirtmek koşuluyla. Doğa en basitleri (Demokritos ve Epikuros bunlara ‘atom’ ya da temel parçacıklar adını veriyor) gözle göremeyeceğimiz kadar küçük, kimileriyse gözlem imkanımızı aşan büyüklükte bileşik cisimlerden oluşuyor. Yine de Doğanın kendi kendini yaratma süreci sayesinde onu özü itibariyle bilebileceğimizi düşünüyorum. Başka bir deyişle, cisimlerin, hiçbir şekilde rastlantısal olmayan, oluşumlarını belirleyen neden-sonuç ilişkileri sayesinde Doğayı tanıyabiliriz. Kendi kendini yaratma bizim kendi kendimizi yaratmamız da olduğuna göre, bunun yasalarını kavrayabiliriz. ‘Ebediyet’ dediğim de bu: kendi yasaları üzerinden, özü içinde Doğayı anlamak. Bilinmez güçlerin, tanrıların ve şeytanların cirit attığı bir dünya hayal etmeyi tercih edenlere bu görüş soyut ya da anlaşılmaz gelebilir; halbuki tam tersine, Doğadaki her şeyi olduğu haliyle ya da en azından bütününün (‘sonsuz sıfat’tan söz etmeye beni yönelten de bu kısıtlama olmuştur) birkaç veçhesini algılamanın tek yolu budur… [İ]nsan kendisini ve Doğadaki diğer şeyleri aynı biçimde tanır. Kendimiz hakkında daha çok şey öğrendikçe diğerleri hakkında da daha çok şey öğreniriz; aynı şekilde tersi de geçerli, çünkü var olan her şeyin doğası aynıdır… Bir tarafta psikolojik diğer tarafta ise fiziksel (ya da fizyolojik) olmak üzere iki çeşit bilgi olmadığına ise şüphem yok; neyin için, neyin dış olduğu tamamen bir bakış açısı meselesi.” [4]

 

“Ne zaman Tanrı desem, hemen herkesin aklına bir kişi geliyor; Doğadan söz ettiğimde ise madde ya da yaşam geliyor akıllara, ama zihin gelmiyor. Zihin, bedenin fikirlerinin bütününden müştekildir dediğimde, düalist olduğumu sanıyorlar. Fakat beden kendisinin fikirlerini içerir; başka bir deyişle, beden kendi kendini düşünür deseydim, bu sefer de saçmalık olarak görülecekti, zira, tıpkı meşhur Descartes gibi, bedeni sadece madde olarak tasavvur ediyorlar. Deus sive Natura (‘Tanrı ya da Doğa’) diye söylemeye mecburum ve her yerde Tanrı/Doğa diye ya da Evren diye yazmam veya başka bir kelime uydurmam gerekiyordu. İrade ile anlama yetisi aynı şeydir diye yazdığımda da aynı yanlış anlamaya çarpıyorum; birini diğerine tabi kıldığım sanılıyor, halbuki kastım gayet basit: Anlamak aynı zamanda onaylamak ya da reddetmektir vb., anlamak herhangi bir etkinin veya duygunun olmadığı bir gözlem değil, anlaşılan şey ile ilişkiye girmektir. Bizler Tanrı/Doğanın bir parçasıyız, asla dışarıda ve ona kayıtsız kalan bir konumda değiliz, dolayısıyla arzu duymadan bir şeyi düşünerek kavrayamayız (intelligere).” [5]

 

“Eyleme kudretinin ya da yeteneğinin artırılmasından ve bunun bizi özgürleştirmesinden söz ettim, ancak bu özgürleştirme zorunlu olandan değil, olumsal olandan, tesadüf olandan özgürleşmektir. Söz konusu olan yine varlığında sebat etmektir [conatus]; ancak, birçok türde eylem‘den söz ederken, bu eylemlerin neyi sürdürmeyi ve artırmayı amaçladıklarını belirterek netleştirebilirdik sanıyorum:

  • İlk olarak, sağlıklı bir şekilde, iyi bir halde hayatın idamesi. Başka bir deyişle, yıkımımıza karşı koyan her şey bedenimizin/zihnimizin bütünlüğünü korur.
  • İkinci olarak, diğer insanlar arasındaki ve Doğanın bağrındaki varlığımız, tuttuğumuz yer, işgal ettiğimiz mekanlar, kurduğumuz bağlar, ortak bir topluluğa aidiyetimiz.
  • Üçüncü olarak, aldığımız tedbirler, koruduğumuz ya da kurduğumuz rabıtalar, dengeler, kısacası adalet ve doğruluk.
  • Dördüncü olarak, yeni bilgi ve tanışıklıklarımızla, keşiflerimiz ve buluşlarımızla, becerimizle, yaratıcılığımızla dünyamızı çoğaltma…

İnsanların bir özgünlüğü varsa, o da nüfuzlarını her şey üzerine yaymaya çabalamalarıdır ama buna ancak onları daha iyi tanıyarak ve severek ulaşabilirler. Çoğu kişi hayli sınırlı bilgiyle birlikte, sırf sahip olmanın ya da gelişigüzel bir kullanabilme imkanının yeterli olduğunu sanıyor. Örneğin, zevk olsun diye tuhaf biçimli hayvancıkları seyretmek için mikroskop kullanıyorlar ama onları incelemeye çabalamıyorlar; ya da dağları daha yakından görmek, gezegenleri ve yıldızları seçebilmek için teleskopla bakıyorlar ama astronomi bilmiyorlar. Halbuki bilme yeteneklerimizi artırmaya çabalarsak, aynı zamanda Doğa sevgimizi de artırmış oluruz. Bu da ebediyet duygusuyla bağlantılıdır. Ebediyet duygusu Doğa sevgisinden/bilgisinden başka bir şey değildir; dolayısıyla da başta, nasıl olurlarsa olsunlar, insanlar olmak üzere pek çok başka şeyi ve kendini sevmek/bilmektir.” [6]

 

 

[1] Benedictus Spinoza’nın kurgulanmış-ağzından aktaran: Michel Juffé, Freud-Spinoza Mektuplaşması: 1676-1938,  (çev.) S. İdemen, İstanbul: Metis, 2016/2018, ss. 21-22.

[2] A.g.e., ss. 112-118.

[3] A.g.e., ss. 141-143.

[4] A.g.e., ss. 193-194.

[5] A.g.e., ss. 208-209.

[6] A.g.e., ss. 246-247.

Comments Off on spinoza’y(l)a dönüş

Filed under Teori

laiklik, milliyetçilik, apati

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman, 1982 Anayasası’nın halihazırda “laiklik” kavramını içermesine rağmen gerçekte “dindar bir anayasa” olduğunu, zira resmi tatillerin Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı olarak belirlendiğini, din derslerinin ise mecburi ve inanca dayalı bir yapıya sahip olduğunu söyledi.[1] Bu noktaya kadar kendisine tümüyle katıldığım – hatta verdiği örnekleri bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun varlığı; başka hiçbir ülkede kutlanmayan Sünni inanca dair ‘kandil’lerin resmen kutlanması; imam maaşları sıradan vatandaşın vergilerinden alınırken farklı mezheplerin ve dinlerin görevlilerine aynı imkanın tanınmaması; devlet bütçesinden cami, külliye gibi Sünni inancın mimari yapılarına fon ayrılırken farklı mezheplerin ve dinlerin yapıları için bu fonlara ulaşılamaması; resmi tatil ayrıcalığının diğer mezheplerin ve dinlerin kutsal günlerine verilmemesi; hangi inancın ‘din’ olduğuna hangisinin olmadığına devletçe karar verilmesi; resmi Cuma namazı tatili gibi laiklik kavramıyla bağdaşmayan diğer örneklerle genişletmek istediğim – Kahraman, bu sözlerinin hemen arkasından kendisine göre çelişkili görünen bu sorunun, “laiklik yeni anayasada olmamalıdır” fikriyle çözüleceğini söyledi.

Kahraman’ın sözleri, mevcut parlamento içinde 3 başlık altında ele alınmış gözüküyor:

1- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını, “Türkiye’ye din devletini ya da Sünni İslam şeriatını getirmek için istiyor” diyen grup.

2- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını, “bugüne kadar Türkiye’de uygulanan laiklik yanlıştı, bunu düzeltmeyi işaret etmek için söylüyor” diyen grup.

3- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını “isteyemez çünkü bu, mevcut hukuka ve Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez üç maddesine aykırı” diyen grup.

Kemal Kılıçdaroğlu ilk gruba dahil olarak, şu açıklamayı yapıyor:

“Emin olun, bunlar laikliğin ne olduğunu da bilmiyorlar. Laiklik, bütün inançların güvencesidir. Laiklik, din ve vicdan özgürlüğü demektir; din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi demektir laiklik. Kim neye inanırsa-başımın üstüne- devlette laiklik devletin dini istismar etmemesi demektir. Devlet iki konuda kör olmak zorundadır; bir etnik kimlik, iki inanç. Devlet vatandaşına hizmet verirken kişinin kimliğini sorgulayamaz. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa başımın üstüne” der, her türlü hizmeti verir. Devlet budur, laik devlet budur. Devlet, “Sen şu inançtansın sana hizmet vereceğim, sen şu inançtan değilsin sana hizmet vermeyeceğim” diyemez. Hangi inançtan olursa olsun devlet bütün vatandaşlarına eşit davranmak zorundadır, laiklik budur. Laiklik, toplumsal barışımızın en temel güvencesidir. Hiç kimse inancından ötürü ötekileştirilmiyor, herkese eşit davranılıyor; kavga yok, barış var, huzur içinde yaşıyoruz. Ayrıştırmaya çalışıyorlar, iç kavgaya yöneldiler.”[2]

Akademisyenliği sürecinde “komşularla sıfır-sorun,” “stratejik derinlik” gibi kavramları siyasal literatüre ekleme amacıyla öne süren Ahmet Davutoğlu, bu kez de “otoriter laikçilik” ile “özgürlükçü laiklik” kavramlarını üretip, bunları birbiri karşısına konumlandırarak ikinci gruba dahil oluyor:

“Yeni Anayasada da Laiklik ilkesi inanç gruplarına eşit mesafede olmasını garanti altına alan bir ilke olarak yer alacaktır. Otoriter bir laikçilik anlayışı değil, özgürlükçü bir laiklik anlayışını anayasamızda yer vereceğiz. Hazırladığımız yeni Anayasada da Laiklik ilkesi bireylerin din ve inanç özgürlüklerini teminat altına alan devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmasını garanti altına alan bir ilke olarak yer alacaktır.”[3]

Aslında Davutoğlu’ndan bir gün önce “özgürlükçü laiklik” kavramını ortaya atmış olan Figen Yüksekdağ ise Kahraman’ın sözlerine karşı birinci grup ile ikinci grup arasında bir pozisyon alıyor:

“Daha fazla din vurgusu yaparak hegemonya kurma peşindeler. Çok dindar oldukları için mi ‘dindar Anayasa’ istiyorlar?… Laiklik bu ülkede gerçek anlamda hiçbir zaman yaşanmadı. Özgürlükçü laikliğe susamış topraklarda yaşıyoruz. Zorunlu din derslerinin olduğu yerde, ‘Din eksenli bir anayasa yapılmalıdır’ diyor. Tam bir fütursuzluk.”[4]

Üçüncü grubu takip eden Devlet Bahçeli ise laikliğe dair kavramsal bir tartışmadan veya kavramın toplumsal önemine dair bir duruş sergilemekten kaçınarak, Kahraman’ın bu isteğini ‘hukuksuz’ bulduğunu söylemekle yetiniyor:

“Bu çıkış doğru değildir. Anayasa’mıza göre seçilmiş bir Meclis Başkanımızın Anayasa’nın ilk dört maddesini tartışmaya açması doğru bir yaklaşım değildir. Bir yandan anayasa değişiklikleri üzerinde düşüncelerinizi ortaya koyacaksınız, düşüncelerinizin gerçekleştirilmesinde milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 maddenin içerisindeki laikliği ayrıca tartışmaya açacaksınız, bu doğru bir düşünce olmamıştır.”[5]

Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim iki nokta var. İlk olarak, Kahraman’ın bir anda gündeme getirdiği ‘laiklik’ anlayışına ve ardından gelen tartışmaların kavramsal tutarlılığına göz atmaya çalışacağım. İkinci olarak ise MHP başkanının kendilerini büyük oranda temsil ettiği varsayımıyla, günümüz Türk milliyetçilerinin neden ‘laiklik ile ilgili bir tartışmaya girmekten kaçındıkları’ üzerine bazı tarihsel çıkarımlarda bulunacağım.

Başlayalım…

Bir haftadır süren laiklik konuşmalarının ontolojik/kavramsal tutarlılığı ile ilgili ilk tartışmayı, BirGün Gazetesi’nde yer alan röportajında Korkut Boratav Hoca yapmış. Kendisine göre, bu tartışmayla birlikte siyasetçiler

“…laikliği din ve vicdan özgürlüğü diye tanımlamaya başladılar. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da buna benzer bir açıklama yaptı. Bir kere bu yanlış. Laiklik din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili bir şey değildir. Aydınlanmanın bir öğesidir. Laiklik, ortaçağ kurumlarına, ortaçağın devlet anlayışına karşı verilen mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Devletin ve toplumun dini kurallardan arınmasıdır. Kavramları karıştırmamak lazım. Zaten devlet ve toplum dini kurallardan arınırsa din de bireysel alana, bireyin dünyasına çekilecektir. Doğrusu da budur.”[6]

Boratav Hoca’nın bu kısa röportajında ayrıntıya giremediği noktalara değinmeye çalışalım…

Mademki laikliği bir Aydınlanma öğesi olarak ele alıyoruz, o halde önce Aydınlanma kavramı ile neyi anlamamız gerektiği sorusunu yanıtlamak ve bunun için de Immanuel Kant’ın 1784 yılında yazdığı “Aydınlanma Nedir?” makalesine gitmek gerekiyor.[7] Kant’a göre,

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! ‘Aklını kullanmaya cesaret et!’ sözü Aydınlanma’nın sloganı olmaktadır.

Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyle insanların çoğu, bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar. Aynı sebeple başkaları için bu insanların başına vâsi [yönetici] olarak gelmek çok kolaydır. Çünkü ergin olmama durumu çok rahattır. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum olduğu zaman, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; çünkü başkaları beni bu sıkıcı ve yorucu işten kurtaracaktır. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini üzerlerine almış bulunan vâsiler, insanların çoğunun, bu arada ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanları sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek tehlike bu denli büyük değildir; çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar, sonunda yürümeyi öğreneceklerdir; ne var ki bu türden bir örnek, insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.”[8]

Kant’ın tarifiyle Aydınlanma, özel alandaki ve kamusal alandaki tüm yöneticilerin/otoritenin, basmakalıp tüm kuralların ve dogmaların yerini “tembellikten ve ergin olamama durumundan sıyrılmaya cesaret etmiş, düşünmekten ve aklını kullanmaktan korkmayan” insanların kendi rasyonel istekleri ve amaçları doğrultusunda çizdiği yollarla değiştirmesidir. Çünkü “insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının mekanik araçları olan dogmalar ve kurallar, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayak bağı olurlar.”[9] İnsan kendi kendine koyduğu bu ayak bağlarından ve engellerden özgürleşmeli, aklını kullanmaya hiçbir sınır olmadan devam etmelidir. Aydınlanma’nın özü budur.

Laiklik ile Aydınlanma, Kant’ın tarifindeki “ayak bağlarından” biri olan, ve Boratav Hoca’nın tarifinde belirttiği, Ortaçağ’a özgü dini ve siyasi kurumların otoritesi ile hiçbir ayrım olmadan tüm insanların düşünebilme sınırlarının (“ortak aklın” veya “sağduyunun”[10]) kesiştiği yerde bir araya gelir. Ortaçağ’ın dini ve siyasi kurumları, meşruiyetlerini “aşkın bir otoriteden” aldıkları iddiasında bulunurlar. Bu aşkın otorite Papa’ya, Kral’a ve yerel liderlere (feodal beylere) kutsallıklarını bahşettiği öne sürülen Tanrı’dır. Tanrı’nın Papa’yı, Kral’ı ve yerel liderleri kutsaması varsayımı, Aydınlanma ile birlikte “Tanrı neden sadece yöneticileri kutsar?” ve “Tanrı neden yönetici ile yöneten arasındaki ilişkinin kurucu unsurlarından biridir?” sorularına evrilir. Aydınlanma’nın bu sorulara verdiği yanıt – laiklik kavramı ile sık sık karıştırılan ve çoğunlukla da tercüme hatasına kurban edilen – sekülerleşmedir.

“Dünyevi işlerle uğraşırken dinsel inançların bir referans olmaktan çıkmaya başlamasını anlatan sekülerleşme kavramı, Fransızca’dan gelen, devlet yapısının ve yönetim biçiminin din-dışı bir zeminde örgütlenmesine işaret eden laiklik kavramından farklı olarak, insanların gündelik yaşam pratikleri ve fikir yürütme biçimlerindeki değişimleri de kapsar.”[11]

Sekülerleşme ile birlikte hem algıda hem de pratik yaşamda bir ayrım oluşması hedeflenir: özel alan ve kamusal alan. İki alanın birleştiği nokta “insan aklı”dır ve “sivil toplum”da açığa çıkar. Bu akıl, Kant’a göre “saflaşmalı,” üzerindeki her türlü dogmadan, her türlü baskıdan, her türlü otoriter etkiden sıyrılmalıdır. İnsan aklı, sivil toplumda (üretim, yönetim, siyaset, kültür, medya, vb.) yer alan her şeyin kurgulanmasının, algılanmasının ve gerçeğe dönüştürülmesinin temel dayanağı, referans noktası olarak kabul edilmelidir. En basit ifadesiyle sekülerleşme, insan aklının kendi başına varolabilmesinin, kendi kendine düşünebilmesinin, kararlar alabilmesinin ve ‘bilmeye cesaret edebilmesinin’ önündeki tüm otoriter eğilimleri ortadan kaldırmasıdır. Bu otoriter eğilimler aileyi, eğitimi, kültürü, medyayı, hukuku, devleti, üretimi, siyaseti, dini ve bunlara benzer her türlü üstyapı aracını kapsar.

Sekülerleşmeyi geniş kapsamlı bir otoriterlikten-özgürleşme-süreci olarak ele alırsak, laiklik bu özgürleşme sürecinde insanın kendisini yönetecek kişileri ve kurumları seçerken her türlü dini otoriteden uzaklaşabilme hakkı olduğunu ifade eden parçadır ve kabaca, devletin bir toplumdaki farklı ahlaki, ideolojik ya da dini inançlara/düşüncelere karşı eşit tarafsızlıkta (neutrality) kalması, Charles Taylor’ın deyimiyle, “vatandaşların ahlak bakımından eşitliğini” varsayması anlamına gelmektedir.[12] Bu açıdan, sekülerleşme çok daha kapsamlı ve toplumsal bir olgu iken, laiklik siyasal rejimi ilgilendiren bir eşitlik ve inanç/düşünce özgürlüğü sürecidir.

Laiklik seçme/seçmeme özgürlüğünün, yönetilme/yönetilmeme özgürlüğünün, inanma/inanmama özgürlüğünün aynı potada eridiği bir özgürlük hakkıdır. Laiklik olmadan, aynı iktidar çatısı altında yaşayan farklı inançtaki insanlara eşit davranılmıyorken, Aydınlanma’nın gerçekleşemeyecek olması bu yüzdendir.

Laiklik bir Aydınlanma sürecidir.

Laikliğin yalnızca “din ve inanç özgürlüğü”ne indirgenemeyecek olması, Kemal Kılıçdaroğlu’nun İsmail Kahraman’ın sözlerine verdiği yanıtın – ve bu anlamda Kahraman’ın bir şeriat devleti istediği düşüncesine sahip ilk grubun – kavramsal olarak son derece kaygan bir zeminde olduğunu gösteriyor. Ülkedeki laikliğin savunucusu olarak kendisini belirlemiş bu düşüncenin,[13] savunduğu kavram ile ilgili ciddi sorunlarının olduğu ve bu açıdan nasıl bir savunma stratejisi geliştirebileceği, oldukça ciddi bir soru olarak karşımızda duruyor. Aslında, laikliği yalnızca devleti dinin, vatandaşı da devletin baskısından kurtarmak biçiminde algılamak; CHP’nin vatandaş üzerindeki ‘kurucu’ arzularını da açıklamaya oldukça yardımcı oluyor.

Öte yandan hem Figen Yüksekdağ’ın hem de Ahmet Davutoğlu’nun (sonradan-)üretip ortaya attıkları “özgürlükçü laiklik” kavramının, Kılıçdaroğlu’nun içeriksel probleminden farklı, bir başka ontolojik probleme işaret ettiği de ortaya çıkıyor. Yüksekdağ ve Davutoğlu bu kavramsallaştırmalarıyla, içinde zaten “özgürleşme” olan bir kavram olan laikliği, ‘özgürlükçü özgürleşme’ gibi kendi kendini yiyen bir yılana (ouroboros) dönüştürüyorlar.

Davutoğlu’nun “özgürlükçü laiklik” kavramının karşısına konumlandırdığı “otoriter laikçilik” kavramı ise ontolojik problemi bir adım öteye taşıyor. Her şeyden önce Davutoğlu “laiklik” ile “laikçilik” arasında ‘söylemsel’[14] bir ayrıma gidiyor. Davutoğlu’nun kullandığı laik-çi-lik kelimesi iki adet yapım eki alıyor: Kelimedeki “-çi” eki bir ‘taraftarlık’ durumu belirtirken (laik-taraftarı); “-lik” eki, ‘laikçi’ kelimesine ‘bağlılık’ ve ‘özellik’ anlamı katıyor (laik-taraftarı olma durumu). Buna göre “laik-lik” kelimesinden farklı olarak “laik-çi-lik” kelimesinde, “laikliği sadece taraftarı olduğu için kabul eden,” ancak buna karşılık laikliğin kendisine taraftar olmamakla suçlanan biri, birileri, bir kurum veya kurumlar yer alıyor. “Laik-çi-lik”in önüne getirilmiş “otoriter” sıfatı ise bir yandan laiklere sempati duyarken diğer yandan laikliğe uzak kalan kişinin/kurumun, bu sempatisini toplumun geri kalanına da “zor yoluyla” kabul ettirmeye çalıştığı anlamı ortaya çıkıyor. Laikliğin kendisi herhangi bir kavramı “zor yoluyla kabul etmemek” ve “otoriterliği” reddetmek üzerine kurulu olduğuna göre, Davutoğlu burada laik-çi-lik yapanların laikliğin kendi özünden ayrıldıklarını söylüyor. Bu analizinin bir sonraki adımı olan “özgürlükçü laiklik” kavramını kullanması ise Davutoğlu’nu yapı-sökümde bir çıkmaza sokuyor: Davutoğlu eğer “laik-çi-lik” kavramını, laikliğin zaten sahip olduğu “özgürlük”ten soyutlamak/ayırmak için kullanıyorsa, neden “laik-lik”in önüne “özgürlükçü” sıfatını koyuyor? Yok eğer “laik-lik”in kendisinin özgürlükçü olmadığına inanıyorsa, neden “laik-lik” ile “laik-çi-lik” arasında bir ayrıma gitme ihtiyacı duyuyor? Kılıçdaroğlu’nun içerikle ilgili ontolojik problemi, Davutoğlu’nda hem içeriksel hem de söylemsel bir probleme dönüşüyor.

Kılıçdaroğlu’nun, Yüksekdağ’ın ve Davutoğlu’nun laiklik açıklamaları, yukarıdaki gibi kavramsal tartışmalara yol açabilecek potansiyeldeyken, Devlet Bahçeli’nin laiklik açıklaması öznellikten tümüyle uzak, hukuki bir platformda seyrediyor. Açıklama metninde yer verdiği kelimeler ve bu kelimelerle birlikte kullandığı ekler, Bahçeli’nin laiklik meselesine dair nerede durduğunu açıkça işaret ediyor. Buna göre, Bahçeli “Anayasa’mız” kavramı ile 1982 Anayasası’nı benimsediğini, “seçilmiş Meclis Başkanı” ifadesiyle Kahraman’ın üstlendiği pozisyonu meşru kabul ettiğini, “milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 madde” ifadesiyle 1982 Anayasası’nın millet iradesi ile yazıldığını varsaydığını ve “milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 maddenin içerisindeki laikliği” ifadesiyle de laiklik kavramını tümüyle ‘(ana)yasal’ ya da iradesini milletten alan ulusal hukuk çerçevesinde değerlendirdiğini anlatıyor.

Laikliği kavramsal boyutundan sıyırıp tamamen hukuksal bir gereklilik çerçevesine sokmak, İsmail Kahraman’ın sözleri ve önerisi hakkında yine aynı çerçevede bir yanıt vermeyi gerektirebilir. Bunu yapmanın siyasi ve bireysel bir tutarlılık olduğu söylenebilir. Hepsi bir yana, MHP’nin bugünlerde içinde bulunduğu ‘hareketlilik,’ “şu anda bu konuya karışmama” stratejisini öne çıkartmış da olabilir.

Sorun şu ki, laiklik ile ilgili söz etmeme(yi tercih etme), MHP’nin, milliyetçilerin ya da Bahçeli’nin yalnızca bugününe, içinde bulundukları siyasi-toplumsal bağlama ya da kişisel kaygılarına bağlı değil. Milliyetçi geleneğin önde gelen gazetesi Ortadoğu‘da İsmail Kahraman’ın açıklamalarına dair yayınlanan sadece iki köşe yazısı olması ve bunların birinde laiklik tartışmaları “boş ve sonuçsuz iş”[15] olarak nitelendirilirken, diğerinde Davutoğlu-Yüksekdağ benzeri bir “laiklik vs. laikarlık” ayrımı yapılıp “Hz. Muhammed’in laik olduğu”ndan[16] söz edilmesi, milliyetçi geleneğin temelde Bahçeli’nin duruşundan fazla uzaklaşmamış olduğunu gösteriyor. Şüphe yok ki bunlara milliyetçi (hatta MHP’li) olduklarını açıkça beyan eden ve güncel meselelere dair attıkları tweetlerle öne çıkan akademisyenlerin ve araştırmacıların, Kahraman’ın açıklamalarına dair yorum yapmaktan (tweet atmaktan) kaçınmaları da eklenebilir.

Tüm bunlar bana laikliğin bugünkü milliyetçi siyasetin ‘can damarları’ndan birini oluşturmadığını anlatıyor.

Peki neden?

Pratik/güncel siyasetle ilgili nedenleri dışarıda tutarsak, ben bu soruya iki temel yanıt bulabiliyorum.

Birincisi, MHP’nin bir parti olarak kendini konumlandırdığı yer ile ilgili.

Malum, Türkiye’de Sağ ve Sol siyasal söylemleri, Batı’daki faşizm ve sosyalizm/komünizm geleneklerinden farklı olarak, Sağ ile özdeşlemiş MP/CKMP/MHP (milliyetçilik) geleneği ve Sol ile özdeşleşmiş Ecevit-sonrası CHP (sosyal demokrasi) geleneği ile birlikte anılıyor. Milliyetçi hareketin bir fraksiyon olarak Demokrat Parti’den ayrılmasının temelinde yatan “CHP’nin laiklik vurgusuna yeterince eleştiri yapılmıyor olması” gerekçesi, bu fraksiyonun içinden çıkan partilerin yapılandırılmaları ve kadroları büyük değişiklikler geçirse de,[17] CHP ile laiklik kavramını yan yana (birlikte) ele almak ve milliyetçi hareket ile laiklik arasında tam bir bağlantı kuramamak alışkanlığını besleyerek devam etti.

2011 sonrası AKP iktidarının kendini konsolide etmesi ve giderek güçlenmesi, en azından 1 Kasım 2016 Genel Seçimlerine kadar (Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde ortak aday çıkartacak kadar) CHP ile MHP politik söylemlerini (‘ulusalcılık’ paradigması üzerinden) birbirine yakınlaştırdı belki ama eğer bugün bu iki parti arasında temel bir farklılıktan söz edilecekse bu temel farklılığın “laiklik çizgisi” üzerinden geçtiği oldukça açık.

Bugünün sol-liberal CHP zihniyetine göre, “Atatürk bilimi bir araç olarak kullanmayı Batılılığın en başta gelen özelliği saymakla birlikte dini bir araç olarak kullanmayı beğenmemektedir, reddetmektedir. İslam tarihi içindeki en çok eleştirdiği nokta Müslümanlığın en başından itibaren politik bir araç olarak kullanılmış olmasıdır. Atatürk’e göre Müslümanlık nerede böyle bir nitelik kazanmışsa bir ‘aldatmaca’ olmuştur. Asıl mesele, dini bu gibi konulara ‘bulaştırmamaktır.'”[18] Söz konusu bulaştırmama işi, yukarıda da tartışıldığı gibi, zaten laikliğin tanımıdır.

Bunun karşısında, artık iyice AKP’ye kaymış olsa bile, bir zamanlar MHP seçmeninin büyük çoğunluğunu oluşturan (İç) Anadolulu “yerel liderler,” (1930-1945 arasındaki) kurucu CHP kadrolarının sahiplendiği laikliği de içeren “ulus olmanın nesnel öğelerini yadsıyarak ve dinsel bağlantıları vurgulayarak İslami millet anlayışını korumak için büyük bir enerjiyle”[19] savaşmış grupların kurucuları ve mirasçılarıdır. Onlara göre “İslam’la [Türkiye’deki] sosyal düzen arasında doğrudan bir bağ vardı[r]. İslam, toplumun nasıl olması gerektiğini belirttiğine göre dini politikadan çıkartmak mümkün değildi[r].”[20]

Üstelik, Kemal Karpat’a göre, 1930-45 arasındaki “CHP yönetiminde rejime yönelik gerçek veya sanal bir tehdidin ortaya çıktığı her durumda rejimin savunulması için laiklik ilkesine başvurul[muştur]. Laiklik, tek parti yönetiminin ve rejimin ‘düşmanları’ için her zaman kolaylıkla dinsel, başka bir deyişle İslami kaynaklı veya amaçlı olarak nitelenen her türlü muhalefet için getirilen yasaklamaların gerekçesini oluştur[muştur]. Laiklik politikası ile devlet dinsel alanın hakemi durumuna getiril[miştir]… ‘Laiklik’ tanımının, ilkenin gerçek anlamını saptırdığı ve devleti ‘ulusal irade’nin patronu konumuna getirdiği eleştirisi CHP’ye yöneltilen en temel eleştirilerden biri[dir].”[21] Laiklik, bu ‘pratik’ alanda, daha erken dönemde CHP seçmeni ile MHP seçmenini iki zıt kutupta karşılıklı konumlandırmıştır.

Ancak, tam da bu noktada, MHP’nin ve milliyetçi seçmenin bugün neden söz konusu karşıtlığı ‘kendi lehine’ kullanmaktan kaçındığı, hatta ‘konu bile etmediği’ sorusunun ikinci yanıtı ortaya çıkar.

Evet, (yakın-)tarihsel olarak MHP’nin temsil ettiği Sağ ve CHP’nin temsil ettiği Sol seçmeni birbirinden uzaklaştıran şey “laiklik çizgisi” olabilir; ama MHP, Türkiye’nin 1980-sonrası siyasal geleneği içinde “Sağ siyaset”in tek aktörü değildir artık! Özellikle 2011 sonrası Türkiye’deki Sağ seçmenin büyük çoğunluğu – burada tartışılması gerekmeyen nedenlerle – artık ‘güvenilir’ birer AKP seçmeni haline gelmiştir. Milliyetçi  seçmen, kendisini eski ya da bugünkü CHP ‘ulusalcılığından’ ayırt etmeye çalıştığı kadar, bu “Yeni Sağ”[22]ın temsilcileri olan AKP’den de ayırt etmek zorundadır artık. Ama bu, CHP’den uzaklaşmak kadar kolay olmayacaktır.

MHP ile AKP’nin paylaştığı ortak (Sağ) seçmen havuzundaki “dindar kişilerin İslam’a kesin olarak bağlı oldukları dolayısıyla da Atatürk’ün laik reformlarının yadsınmasını toplumun kültürel bütünlüğünün yeniden sağlanması için zorunlu gördükleri doğrudur. Ancak toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan insanlar için sorun, Türk kimliğinin tarihsel ve kültürel gelenekleri kapsayacak şekilde tanımlanmasının yolunu bulmak ve aynı zamanda da statülerini ulusal bir devletin modern yurttaşları olarak sağlamlaştırmaktı. Görünüşe göre dine verilen önem dindarlıktan çok pratik nedenlerden kaynaklanıyordu: Toplumu bir arada tutan çimentonun İslami gelenek ve göreneklerden türediği apaçık bir gerçekti. Büyük çoğunluğa göre demokrasi, modernleşme veya (Batıcılıktan farklı olarak) Batılılaşma, genelde toplumsal dayanışmanın temel değerlerinin yadsınmasını veya önemsenmemesini değil, bu değerlerin, Türklerin kültürel ve tarihsel mirasının bir parçası olduğunun kabul edilmesini gerektiriyordu.”[23]

Kemal Karpat’tan alıntılanan bu cümlelerde Batı-cı-lık ve Batı-lı-laşma arasına konulan “fark” size de çok tanıdık gelmiyor mu? İlkinin “olumsuzluğu” ile ikincisinin “nötrlüğü” veya “uygun bir hale getirilebilirliği” ile başka bir karşılaştırmayı size de hatırlatmıyor mu?

Elbette Davutoğlu’nun laik-lik ve laik-çi-lik arasına koymaya çalıştığı farktan söz ediyorum burada. Ve tabi ki, aynı anda, MHP’nin ve milliyetçi kitlenin laiklik tartışmalarının ötesinde, içinde bulundukları çıkmazdan da…

“Sağ”ı “Sol”dan ayırmak, “Sağ”ı “Yeni Sağ”dan ayırmak gibi değil. İlki, söylem düzeyinde bile kalıp başarıya ulaşabilecekken; ikincisi, hem söylemi hem de pratiği gerektiriyor. Milliyetçiler, halihazırda AKP siyasetinin doldurduğu “söylem deliklerini” yeniden-düzenleyebilecek ya da değiştirebilecek siyasal güçten yoksunlar. Örneğin, “Osmanlı nostaljisi”ne sahip olsalar da, “Osmanlı’nın en büyük nostaljiği” olamıyorlar. Türkiye’de “dindarlığı” en yakın yaşayan kesim olduklarına inansalar da, “Türk dindarlığı”nın ne olduğunu “ilk kez onlar” açıklayamıyorlar. “Baş örtüsü” hassasiyetleri, başkalarınca bayraklaştırılıyor. Bir “reis-hayalini” Alparslan Türkeş’ten beri kursalar da, kendi ‘reis’lerini çıkartamıyorlar. Kendi “ocakları” (Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları) olsa da, yeni bir “ocağın” (Osmanlı Ocakları) kurulmasına engel olamıyorlar. AKP iç-dış politikada ne zaman “milliyetçi” adımlar atsa (Kürt Açılımı’nın ortadan kalkması, Rusya ile gerilim, İsrail-Filistin tarafgirliği, vb.), “asıl milliyetçinin” kendileri olduğunu kimseye anlatamıyorlar. Milliyetçi söylem ne zaman hükümet lehine popülerleşse, seçmenlerinin bir kısmını AKP’ye kaptırmaktan kurtulamıyorlar.

Oturmak istedikleri koltuklar çoktan kapılmış, doldurmak istedikleri boşluklar çoktan doldurulmuş.

Zaten hassas oldukları, olabilecekleri, belki de “laik-lik” ile “laik-çi-lik” farkını ortaya koyabilecekleri laiklik “olay”ında bile, AKP’den (hatta bu kez HDP’den bile) önce davranamıyorlar. Söylem üretemedikleri gibi, eylemde de bulunamıyorlar. Hep kendilerinden önce davranmış, hep kendi söylemlerini çoktan düşlemiş ve ifade etmiş birileri ile karşılaşıyorlar.

Adeta kendi doğurdukları çocuğun (Sağ siyasetin), büyüyüp gelişme evrelerini kaçırıyorlar. Çocuk çoktan ergenleşmiş, büyümüş, evlenmiş, “yenilenmiş,” küresel/modern hayatın gereklerini yapmaya başlamış, onlar çocuklarının hala kendi kurdukları “baba kurumları”na sadık kalmasını bekliyorlar. Yeni Sağ’ın gerektirdiği piyasa liberalizminden devletçilikleriyle, kurup-bozduğu geçici arkadaşlıklardan (Kürtler, Aleviler, eşcinseller, İsrailliler, Avrupalılar, Amerikalılar, vb.) ezeli düşmanlarıyla, küreselleşme vurgusundan yerellikleriyle, popülizmden ‘ağır abilikleri’yle uzaklaşıyorlar.

O yüzden de zamanı ıskalıyorlar.

Sadece laiklik konusunda değil, her konuda suskun kalıyorlar.

Kendilerini Sağ-Sol, yerel-küresel, piyasa-siyaset, dün-bugün gibi sınırları belirsiz, bulanık ve denetimsiz kavramlar arasına sıkıştırmaktan ve üzerlerindeki otoriteyi sürekli yeniden-güçlendirmekten vazgeçmedikçe, “milliyetçi dava bana ne der?” diye kendilerini korkuttukça, Kant’ın deyişiyle “kendi suçları ile düşmüş oldukları bir ergin olmama durumundan” kurtulmak için cesaret etmedikçe, suskun kalmaya da mecburlar…

İronik olan şu ki, onlara bu cesareti verebilecek “laiklik” tartışmasında bile taraf olmayarak, bir başka tarihi fırsatı da ıskalamış durumdalar.

Eğer bu kez korktukları şey laikliğin, sekülerleşmenin, en nihayetinde Aydınlanma’nın Batılı birer kavram olduğu ve “milletimize-dinimize” uymayacakları idiyse, yine yanılıyorlar…

Fazla uzağa gitmeyip milliyetçi literatürün ana yayıncılarından Ötüken Neşriyat’tan çıkmış İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri başlıklı kitaba bakabilirler mesela. Orada şu satırlarla karşılaşacaklar:

“[İbn Sina] Kitab el-Nefs adlı eserinde: ‘Farzedelim ki’ diyor ‘bizden biri aniden ve mükemmelen yaratılmış ama gözleri örtülü ve harici şeyleri göremiyor olsun. Havada veya hissedebileceği havanın mukavemetinde çarpmaması için, daha ziyade boşlukta yaratılmış bulunsun. Uzuvları ayrılmış olduğundan ne bir şeye rastlıyor ne de dokunuyor. Sonra bizzat kendi varlığının delilinin olup olmadığını kendi kendine sorarsa, hiç şüphesiz kendinin var olduğunu doğrulayacaktır…’ Dış alemle irtibat kurmaksızın, bizzat kendi düşüncesi, kendisinin var olduğunu ve düşündüğünü ilham edecek olan meşhur uçan adam mecazını alamet olarak alırken, ruhun bir cevher olduğunu, bir araz olmadığını, ölümsüz ve manevi olduğunu ortaya koyar. Bu mecaz, Ortaçağ’ın çok sayıda yazarı tarafından ele alınmıştır. Öyle ki, [René] Descartes’ın Cogito ergo sum‘u ona öylesine yakın ki, uçan adam mecazını biliyor olması kuvvetle muhtemeldir.”[24]

Cogito ergo sum (je pense, donc je suis), bilinen çevirisiyle, “düşünüyorum, öyleyse varım”[25] demektir. Aralarında bilinen, kesin bir bağ yoktur belki ama İbn Sina’nın uçan adam‘ı Descartes’ın düşündüğü için var olan adamından önce gelir. Onlara göre insan, duyularına ve insan yapısı hiçbir şeye (siyasete, dile, dine, kültüre, devlete, otoriteye) ihtiyaç duymadan, kendi kendine var olduğunu bilir. Bunu bildiği için varlığı kesindir. Aklı saflaştırmak, onu insan yapısı olan her tür etkiden uzaklaştırmak anlamına gelir. Bir kez bu gerçekleştiğinde, artık insanın önündeki tüm engeller ortadan kalkar. İlerleme başlar. İnsan birilerinden aldığı yetkiyle değil, kendi varlığı sayesinde ayağa kalkar. ‘Var’ olmaktan çıkıp ‘yaşamaya’ başlar. Aydınlanma, buna işaret eder. Sekülerleşme de… Laiklik de…

Ama bunu yapabilmek için, önce cesaret gerekir…

Laikliği istemeyenler, cesaret etmeye cesaret edemeyenlerdir. [26]

 

[1]Meclis Başkanı Kahraman: Laiklik Yeni Anayasada Olmamalı,BBCTürkçe, 25 Nisan 2016.

[2]Ya Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devletine İnan Ya da O Koltuğu Terk Et,” CHP, 26 Nisan 2016.

[3]Ahmet Davutoğlu: ‘Yeni Anayasada Özgürlükçü Laiklik Olacak’,Euronews, 27 Nisan 2016.

[4]HDP’den Laiklik Açıklaması,HaberSol, 26 Nisan 2016.

[5]Bahçeli’den Laiklik Açıklaması,HaberSol, 26 Nisan 2016.

[6]Korkut Boratav: Laiklik Aydınlanma’nın Bir Öğesidir,BirGün, 28 Nisan 2019.

[7] Batı dünyasının 200 yıl önce sorgulayıp çözdüğü meseleleri, kavramsal olarak kendi lügatine yedirmeyi başaramamış bir toplum olmamız, Türkiye’de laiklik ve Cumhuriyet-kazanımları ile ilgili en kayda değer tartışma bana kalırsa.

[8] Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?,” Özgürlüğün İdeolojisi: Liberalizm içinde, D. Gürpınar (der.), A. Kurt (çev.), İstanbul: Liber+, 1784/2016, ss. 68-69 (68-76).

[9] Kant, a.g.e., s. 69.

[10] René Descartes, Söylem – Kurallar – Meditasyonlar, A. Yardımlı (çev.), İzmir: İdea, 1637/1996, ss. 13-14.

[11] Tony Bilton vd. Sosyoloji, K. İnal (çev.), Ankara: Siyasal, 2003/2009, s. 9.

[12] Jocelyn Maclure ve Charles Taylor, Laiklik ve İnanç Özgürlüğü, İ. Güllü (çev.), İstanbul: İskenderiye, 2010/2015, ss. 17-25.

[13] CHP Sözcüsü Selin Sayek Böke’nin “tek bir Cumhuriyet Halk Partili hayatta kalana kadar savunacağımız ve kırmızı çizgi olarak her zaman arkasında duracağımız bir laiklik davamız var” açıklaması, CHP’nin kurumsal olarak bu savunuyu üzerine almakta gönüllü olduğunu gösteren bir başka örnek sanırım. “Selin Sayek Böke’den ‘Laiklik’ Açıklaması,” Sözcü, 27 Nisan 2016. Öte yandan, bu söylemin pratik ile nasıl uyuşacağı veya CHP’nin yakın tarihinin bu ‘laiklik savunuculuğu’nu nasıl garanti altına alacağı da önemli bir soru işareti… Mesela “Davutoğlu olayı”nın ardından Kılıçdaroğlu’nun kendisine ‘hakkını helal etmesi,’ öncesinde HDP-saflarında görünmemek için dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘evet’ denilmesi ve elbette Ekmeleddin İhsanoğlu’nun 2014 adaylığı gibi örneklerle mi “laikliği kesin CHP korur” izlenimine kapılacak seçmeni? Belki başka bir yazının konusu ama burada esas sorulması gereken soru, gerçekte CHP’nin hangi seçmene yönelik bir söylem geliştirdiği ile alakalı olmalı sanıyorum: AKP+MHP seçmenine yönelik mi, yoksa kendi seçmenine yönelik mi?

[14] Burada “söylem” (discourse) kavramını Michel Foucault’ya atıfla, “söylenen her türlü şey içinde belli bir sistemlilik içine girebilen ve kendileriyle birlikte düzenli bir iktidar etkisi meydana getirebilen ‘ifade’lerin bütünü” olarak kullanıyorum. Foucault’dan aktaran, Taner Timur, Felsefi İzlenimler: Sartre, Althusser, Foucault, Derrida, İstanbul: İmge, 2005, s. 65

[15] Orhan Karataş, “Türkiye Gerçeğinden Habersiz,” Ortadoğu, 28 Nisan 2016.

[16] Şükrü Alnıaçık, “Hz. Muhammed’in Laikliği,” Ortadoğu, 28 Nisan 2016.

[17] Bknz. Jacob Landau (1982) “The Nationalist Action Party in Turkey,” Journal of Contemporary History, 17(4), ss. 587-606; ve Hakan Yavuz, “The Politics of Fear: The Rise of the Nationalist Action Party (MHP) in Turkey,” Middle East Journal, 56(2), ss. 200-221.

[18] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makaleler I, İstanbul: İletişim, 1990/2012, s. 191.

[19] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, s. 213.

[20] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makaleler I, İstanbul: İletişim, 1990/2012, s. 191.

[21] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, ss. 67-68.

[22] Bknz. Nafiz Tok, Mehmet Özel ve Vedat Koçal (der.), Yeni Sağ, Küreselleşme ve Türkiye, Ankara: Orion, 2008.

[23] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, s. 315.

[24] A.M. Goichon, İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri, İ. Yakıt (çev.), İstanbul: Ötüken, 1951/2000, ss. 35-36 ve 87-88.

[25] René Descartes, Söylem – Kurallar – Meditasyonlar, A. Yardımlı (çev.), İzmir: İdea, 1637/1996, s. 32. Aradan neredeyse beş asır geçmesine rağmen, “düşünmenin kendisi[nin], hükmedenler tarafından salt ideoloji diye yadsınır oldu[ğu]” günümüzde, düşünebilmek hala bir varlık göstergesi, bir meydan okuma/tanınma eylemidir. Thedor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 61.

[26] Ergin Yıldızoğlu’nun yakın dönem Türkiye tarihine ışık tutan ve laiklik tartışmalarına da özel bir yer ayıran kitabı, “Laiklik Savunulmalıdır”ı, bu yazıda yer alan her şeyin sağlamasını yapmak adına, herkese öneririm: Ergin Yıldızoğlu, Laiklik Savunulmalıdır, İstanbul: Tekin, 2016, ss. 109-154.

Comments Off on laiklik, milliyetçilik, apati

Filed under Güncel, Siyaset, Teori

ibn haldun bilmecesi

İbn Haldun 1406 yılında öldü. On beşinci yüzyıla yetişmiş olsa da, onun getireceği küresel değişiklikleri (Amerikaların keşfi, İstanbul’un fethi, vb.) ‘tecrübe etme’ şansını bulamadı. Halbuki amacı, hayatın sonsuz oluş ve yok-oluşları arasında toplumsal, ekonomik, siyasi dönüşümlere dair örüntüleri, değişimlerin düzenliliğini kavramaktı. Buna “umran ilmi” diyordu ve o güne dek böyle bir ilimle uğraşan olmamıştı. Bugün İktisat, Sosyoloji, Tarih Felsefesi olarak anılan bilim dallarının ilk örneği olan kitabını (giriş bölümü Mukaddime ile ünlenen Kitab’ul İber‘i) Tunus hükümdarına sundu.

Kitabın içinde coğrafyadan iklime, bilimsel yöntemden eleştiriye, kehanetten rasyonel akla, dinden evrime kadar her şey vardı.[1] Hükümdarı gerçekler, eskiler, olasılıklar ve yapılması gerekenler konularında uyarıyordu İbn Haldun. Temel varsayımı hayattaki her şeyin, insanın, kurumların ve kavramların bir ömrü olduğuydu. Her şey doğuyor, büyüyor ve ölüyordu. Hükümdar, aklında kaderi bulundurarak hareket etmeliydi. Nasıl kendisinin bir ömrü varsa, sahip olduklarının da bir ömrü olacaktı.

Tabi devletinin de…

“Devlet, insanoğlu için doğal bir yükselme aşamasıdır,” diyordu, çünkü “insanların yaşamları ve varlıklarını sürdürmeleri, ancak yiyecek ve öteki zorunlu gereksinmelerini de elde edebilmeleri için bir arada yaşamaları ve yardımlaşmalarıyla olasıdır.”[2] Ama insanı birbirine mecbur bırakan bu yardımlaşma, (ironik biçimde) içindeki kötülük ve açgözlülük yüzünden insanlar-arası çatışmaları da artırıyordu. Devlet, basitçe, bu çatışmaları önlemek için gereken, zorunlu bir uygarlık ürünüydü. Ne zaman ki insanlar kırsal yaşantıdan kentsel yaşantıya geçip bir arada kalma kararını verecekler, o zaman devleti de icat etmek zorunda kalacaklardı.

İbn Haldun, bundan altı yüzyıl önce, devletin kutsal değil, doğal bir icat olduğunu yazıyordu. Ve kutsal olmayan diğer her şey gibi, doğacak, büyüyecek, gelişecek ve ölecekti. Diyordu ki:

“Bilesin ki, devlet çeşitli aşamalardan ve yeni yeni durumlardan geçer. Her aşamada, o aşamanın kendine özgü durumlarından dolayı, devleti ayakta tutanlar huy ve yaşam biçimini değiştirir. Öylesine ki, bu huy ve yaşam biçimlerinin benzerleri, bir başka aşamada bulunmaz; çünkü, huy ve yaşam biçimi, doğal olarak, içinde bulunulan durumun yapısına, ortamına ve devletin yeni durumlarına bağlıdır.

Devlet aşamaları, çoğunlukla 5 aşamayı geçmez:

Birinci aşama, ‘coşkuyla amaca ulaşma,’ karşı koyacaklara ve kendilerini savunacaklara üstün gelme, ‘mülk’ü ve devleti ele geçirme yani egemenlik kimlerin elindeyse, onlardan çekip alma aşamasıdır. Bu aşamada, topluma örnek nitelikteki devlet ileri gelenleri, ululuk kazanmada, devlet için mal biriktirmede, devlete ait olan şeyleri koruyup gözetmede, tutumlarıyla örnek olan egemenler, toplumlarından, hiçbir şekilde kendilerini ayrı tutmazlar. Neden ki, bunun böyle olması, yengiyi, başarıyı elde ettiren asabiyetin [toplumu bir arada tutan, toplumsal bağın/gücün] gereğidir. Asabiyetse, egemenliğin elde edilişiyle ortadan kalkmış değildir.

İkinci aşama, topluma karşı bağımsızlık sağlama ve ‘tek adam olma’ aşamasıdır. Toplumun öteki bireylerinin dışında egemen olma, öteki bireylerin egemenliği paylaşmaya ve egemenlikte ortak olmaya yönelik çabalarını önleme aşaması. Bu aşama, devletin egemeni, kendine yardımcı adamlar edinmekle, köle kökenli yardımcılar, yapay akrabalar sağlamakla ve bunların sayısını çoğaltmakla, egemenliği paylaşmak isteyen kabile ve aşiret üyelerinin saldırılarını bastırma yoluna gider. Kendisi gibi egemenlikte – devlete geçen hizmetleri oranında – payları olduğunu ileri sürüp egemenlik için çekişenlerin saldırılarını… Devletin egemeni, bunları yetkiden uzaklaştırır, her yönden bunların önüne geçer ve bunları, başardıkları noktadan, izlerinin üzerine geri döndürür. Tüm yetki, kendi amacına uygun kalsın ve kurduğu ululukta, kendi ailesi, tek ve bağımsız bir duruma gelsin diye… Kendisinden öncekiler, devleti kurmak için uğraşırlarken, ne tür sıkıntılar çekmişlerse, devletin bu aşamasındaki egemen de, kendisiyle çekişenlerle uğraşırken o tür ya da daha çok sıkıntılarla karşılaşır. Onlara karşı koymak ve onları yenmek için… Çünkü kendinden önceki devlet egemenleri, yabancılara karşı koymuşlardı, bu nedenle de savunmalarında tüm kabile üyelerini yanlarında yardımcı olarak bulmuşlardı ama bu aşamadaki devlet egemeni, yakınlarına karşı koyuyor. O yüzden, çok az yardımcı buluyor kendine. O da, yakınlık bağı olmayanlardan, yabancılardan… Onun için, iş, daha da güçleşiyor.

Üçüncü aşama, sıkıntılı iş ve uğraşılardan boşalma ve egemenliğin, insanın doğal olarak can attığı meyvelerini toplayarak rahatlama aşaması. Mal ve servet edinme, kalıcı izler bırakma, uzaklarda ve geleceklerde güzel anılarla anılmayı sağlama gibi meyveler toplayarak… Bu nedenle, egemen, bu aşamada vergi, araç toplamaya, girdileri çıktıları hesaplamaya, bütçe yapıp ekonomiyi düzenlemeye, kalabalık nüfusların yaşayabileceği binalar yaptırmaya, büyük yapıtlar, geniş kentler ve yüksek yüksek heykeller oluşturmaya koyulur. Ulusların ileri gelenlerinden ve çeşitli kabilelerden gelen elçilere, beratlar, armağanlar verir. Ve uygun olan nimetleri, kendi ailesinin önüne de serer. Bununla birlikte, yardımcılarını, çevresini genişletmeye çabalar. Mal vererek, ün ve önem kazandırarak, çevresindekilerin durumlarıyla ilgilenir. Askerlerini önünde toplar ve onların yiyeceklerini, her aybaşında alacakları ücretleri adalet içinde dağıtıp bu işleri yönetir. O denli ki, gösterdiği ilginin izleri, onların üzerinde, tören günlerindeki giyim kuşamlarında, güzel biçim ve görünümlerinde açıkça belli olur. Egemen, bu durumla, barış yaptığı devletlere karşı övünür, savaşacak devletlere de korku salar.

Bu aşama, devlet egemenlerinin bağımsız davranabildikleri aşamaların sonuncusudur; çünkü anlatılan aşamaların tümünde, devlet egemenleri, kendi düşünceleriyle bağımsız olarak davranırlar, üstünlüklerini kurarlar ve kendilerinden sonrakilere gerekli yolları açarlar.

Dördüncü aşama, yetinme ve barış aşamasıdır. Bu aşamada, devletin egemeni, kendinden öncekilerin meydana getirdikleriyle yetinip hoşnut olur. Kendi gibi devlet egemenleriyle hiç dövüşmeksizin barış içinde bulunur. Kendinden öncekileri izler o kadar. Onların izlerine adım adım uyar. Boyun eğip uyma biçimlerinin en güzeliyle, onların yolundan gider ve onlara uymamış olsa, işinin bozulacağını düşünür. Egemenliğin ululuğunu kurdukları için, her şeyi onların daha iyi görüp gösterdiklerine inanır.

Beşinci aşama, saçıp savurma aşamasıdır. Devletin egemeni, bu aşamada kendinden öncekilerin toplayıp biriktirdiklerini, şehvetler, zevkler ve dostlarına, toplantılarında bulunanlara gösterdiği cömertlikler uğruna tüketici durumundadır. Ve kötü dostlar edinmesi, ‘süprüntü yerlerindeki yeşillik’ niteliğindeki güzel ama kötü kadınlarla düşüp kalkması, bunlara, kendi başlarına üstesinden gelemeyecekleri ve neyi yapmaları, neyi yapmamaları gerektiğini bilemeyecekleri önemli devlet işlerini bırakması, dostlarına ve ehil olmayanlara devletin işlerini bırakırken, bunun, kavim kabileden büyük dostlarını ve atalarının yardımcılarını incitir olması nedeniyle gücünü tüketir. Bundan dolayı, o eski yardımcılar içerlerler ve artık yardım etmeyip egemeni kendi durumuyla baş başa, yalnız bırakırlar. Sonra, askerlerine verilmek üzere ayrılanları, kendi özel istekleri alanında çarçur etmesi, araya perde koyup onlarla yüz yüze gelmekten kaçınması ve bağlantıyı koparması da olur bu arada. Bu tutuma, kendinden öncekilerin kurduklarını yıkıcı, onların oluşturduklarını altüst edici olur.

Bu aşamada, devlette, doğal olarak yaşlılık başlar. Süreğen hastalık, gövdeyi sarar. Artık, hasta, kolay kolay kurtulamaz bundan. Hastalığın iyileşmesi söz konusu olmaz. Ve devlet yıkılıncaya dek, bu durum sürer gider…”[3]

Devletin yıkılması fikri, tarihin her döneminde onun başındakiler için korkutucu bir distopyayı, çok gerçekçi bir korku filmini, kötü bir kabusu çağrıştırıyordu. Devletin kaderini kendi kaderi ile eşitleme hatasına düşen ve İbn Haldun’un yıkıcı gelecek-projeksiyonundan ürken II. Abdülhamid, Mukaddime‘yi yasaklatmıştı örneğin: “1902 yılında, [II. Abdülhamid’in kurdurduğu sansür komitesinin] emri üzerine kitap dolu elliden fazla çuval yakılır. 1901-1902 arasında 34 kitap yasaklanır, 104 kitabın bazı sayfaları yok edilir ve 179’unda değişiklikler yapılır. Yasaklanan eserler arasında, her devletin kaçınılmaz sonunu öngören, İbn Haldun’un ünlü Mukaddime‘si de yer alır. Sultan II. Abdülhamid, gerçekten de, 14. yüzyılın Mağripli düşünürünün karamsarlığını paylaşmaz, çünkü ‘her imparatorluk iyileşecektir’ görüşüne inanır. Onun ardından, vezirlerinden birinin oğlu olan Kamil Bey, Oryantalistler Kongresi’nde bir tebliğ sunarak, ‘ulu hükümdarımız’a övgüler yağdırmayı bitiremez ve şunu ekler: ‘Devlet doğar, güçlenir, bir rüzgar esip [onu] hasta eder, doktor gelir, tedavi eder, iyileşir'”.[4] Gelin görün ki, Mukaddime‘nin basılmasından, okunmasından, anlaşılmasından, aktarılmasından korkan sansürcü ve ‘iyimser’ padişah, onun kötücül kehanetinden kaçamaz. Kamil Bey’in bu sözleri söylemesinden on iki yıl sonra II. Abdülhamid tahtından olur; devleti ise bir on yıl daha dayanacak olsa da, aradığı ‘doktor’u bulamayacak, tarih sayfalarında yerini alacaktır.

Bugün devlet büyüklerimiz, çok şükür, İbn Haldun’a büyük değer veriyorlar. Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) kendi inisiyatifiyle İstanbul’da İbn Haldun Üniversitesi’nin kurulmasına ön ayak oldu ve 1 Nisan 2015 tarihinde geçirilen yasa ile bu inisiyatif yasalaştı.[5] İbn Haldun Üniversitesi’nin kurucularının, bu bilim insanına ve onun görüşlerine ne kadar değer verdikleri, bu ismi seçmelerinden ve kimi konuşmalarında kendisine atıfta bulunmalarından belli oluyor.

İnsan eskilerden etkileyici bir şeyler okuyunca, okuduğu deha aklını bulandırıyor, karar verme melekelerini zayıflatıyor. Bu satırları okuduktan sonra bana da aynı şeyler oldu. Bir yanıt bulamadım ve herkese sormak istedim:

Acaba İbn Haldun’a hak ettiği değeri veren bizim devletimiz, şu anda İbn Haldun’un saydığı devlet aşamalarından hangisinde bulunuyor?

 

[1] İbn Haldun hakkında daha önce yazdıklarım için bknz.: “İbn Haldun Günlükleri.”

[2] İbni Haldun, Mukaddime II, (çev.) T. Dursun, 1372-1402/2015, İstanbul: Kaynak Yayınları, ss. 47.

[3] A.g.e., ss. 25-27.

[4] Hamit Bozarslan, İmparatorluktan Günümüze: Türkiye Tarihi, (çev.) I. Ergüden, 2013/2015, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 158-159.

[5] “Üniversitesi Yasalaştı,” Hürriyet, 2 Nisan 2015.

Comments Off on ibn haldun bilmecesi

Filed under Siyaset, Teori

müzik, nöronlar ve fetva

ABD’li ünlü progressive metal grubu Dream Theater’ın bu yılın (2016) başında çıkardığı albüm, The Astonishing, dinleyicilerini müziksiz bir dünyayı tasvir eden bir hikayeye çağırıyordu.

2285 yılına gelinmiş, tüm dünyanın kontrolü Great Northern Empire’ın İmparatoru Nafaryus’a geçmiştir. Nafaryus’un en dikkat çekici icraatı gezegende müzik yapılmasını yasaklamak olmuştur. Müziğe benzer tek şey, insansız hava araçları Noise Machine’ler (NOMAC’ler) tarafından üretilen ve insanlarda hiçbir duygu uyandırmayan katatonik ‘sesler’/’gürültüler’dir. Nafaryus’un imparatorluğuna karşı olsalar da onu devirmek için hiçbir güce sahip olmayan insanlar, bir umutla Ravenskill Rebel Militia isimli isyancı örgütü kurar. Örgütün yöneticisi Arhys tüm iyi niyetine karşılık, Nafaryus’un icraatlarına karşı koyamaz. Ta ki, kardeşi Gabriel’in bir özelliğini keşfedene kadar…

Hikaye bu ya, Gabriel o güne dek eşi benzeri görülmemiş bir sese ve müzikal yeteneğe sahiptir. Onun yaptığı ezgili çağrılar, her geçen gün daha fazla insanda yankı bulur; Ravenskill Rebel Militia’nın katılımcı sayısını da sürekli arttırır. Kurtuluş, Gabriel’in sesi ve müziğindedir. Hayatlarında ilk defa bir müzikle, bir melodiyle, bir tınıyla karşılaşan insanlar, onun cazibesine kapılarak Nafaryus’a karşı ayaklanmayı başlatma cesaretine nihayet sahip olmuşlardır…

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=ye0H91hxUMw[/embedyt]

Hikayeyi daha başa saralım… taa milattan önce dördüncü yüzyıla…

Daha o günlerde “acaba müziğin gerçek doğası dinlenme gereksinmesini doyurmaktan daha yüksek bir değer taşıyor mu?” diye sorar Aristoteles ve ekler, “biz herkesin onda bulduğu genel hazzı yalnızca paylaşmaktan fazlasını yapmalıyız; müziğin karakter ve zihin üstünde herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırmamız gerekiyor… [Müziğin] kişiliği etkilediği, insanları çılgın gibi heyecanlandırdığı – hem bir zihin hem de bir ahlak durumu olarak taşkın bir heyecan yarattığı – pek iyi bilinmektedir.”[1]

Yazdığı satırlarla okuyucusunu müziğe karşı ‘dikkatli olmaya’ davet eden Aristoteles, devam eder:

“Ritm ve melodilerde gerçeğe – öfke ve yumuşaklığın, ayrıca cesaret ve ılımlılığın ve bunların karşıtlarının, giderek bütün ahlak niteliklerinin gerçekliklerine – yakın bir benzerlik vardır; dinlenilen müziğin bizde sahiden duygusal bir değişiklik yaratması, bunun bir belirtisidir. Gerçeğe benzeyen şeylerde haz (ya da acı) duyma alışkanlığı olmak, gerçek karşısında da aynı yatkınlığı olmaya çok yakındır… [M]üzikte ahlaki nitelikler vardır, işittiğimiz melodiler bunları temsil eder. Böyle olduğu besbellidir, çünkü bir kere, makamlar ya da uyumlar arasındaki doğal ayrılık vardır – bunlar, dinleyenlerinde farklı tepikler yaratırlar, hepsi aynı yönde etkilenmez.”[2]

Bu nedenle Aristoteles’e göre müzik eğitimi ciddi bir iştir. Müzik “belli zihin halleri yaratma gücü”[3] olduğu için bizzat devlet tarafından eğitimi verilmesi gereken ve kontrol edilmesi gereken bir sanattır. Çocukların bir enstrüman çalmaları veya şarkı söylemeleri, müzikten zevk alabilmeleri ve onu bilebilmeleri için hafif bir eğitim, görevini pekala yerine getirecektir. Ancak, bundan sonrası – hele bazı makamların veya kitara ya da üflemeli çalgıların öğrenilmesi – kesinlikle yasaklanmalıdır.

“Öyleyse, profesyonel ölçülerle ve yarışma niteliğinde çalgı çalmayı ve şarkı söylemeyi öğrenmek eğitim değildir, diyeceğiz. Bu anlamda çalıp söyleyenler, kendi karakterlerini geliştirmek için değil, dinleyicilerine zevk vermek için böyle yapmaktadırlar, hem de bayağı bir zevk… [Yöneldikleri] amaç – halkı eğlendirmek – aşağılık bir şey olduğu için sonuçları da ister istemez alçaltıcıdır. Dinleyici adi bir adamdır…”[4]

Aristoteles, yorumunda çok açıktır: Müzik bir zevk verme aracı olduğu ve gerçeğin yerini almaya başladığı ölçüde aşağılıktır ve bu nedenle de yönetici tarafından yasaklanmalıdır.

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=K0cTj2N9hlo[/embedyt]

Hikayeyi bugüne getirelim… 2016 yılı Türkiye’sine…

Aristoteles’i çağrıştıran bir fetva ile gündeme gelen Diyanet İşleri Başkanlığı diyor ki: “Kuran ve sünnette, müzikle meşgul olmanın, müzik dinlemenin mutlak anlamda günah olduğunu gösteren deliller bulunmamaktadır. Bu itibarla, dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmayan, haramların işlenmesine sebep olmayan müzik türlerini dinlemekte dinen bir sakınca yoktur. Ancak cinsel arzuları tahrik eden ifade ve tasvirleri içeren, haramları güzel gösteren müzikleri yapmak ve dinlemek ise günahtır.”[5]

Olayın iki boyutu var.

İlk boyutu, 2016 yılında, Anayasasında (Madde 2[6]) “laiklik” güvencesi olan bir ülkenin herhangi bir kurumunun, herhangi bir sıfatla ‘fetva’[7] verebiliyor oluşu ile ilgili… İslam dininde bir ruhban sınıfının bulunmayışı, Cumhuriyetin Batılı değerlerini taşıması istenen ‘yeni Türk’ insanının ortaya çıkartılması sürecinde dönemin hakim ideolojisine, Şeriye ve Evkaf Vekaleti yerine Diyanet İşleri Başkanlığını ve Evkaf Umum Müdürlüğünü kurdurtmuştu (1924) – verdikleri bu karardan bugün ne kadar memnun oldukları ayrı bir tartışma konusu herhalde.[8] Başbakanlık kurumuna bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı, o günden bu yana her yeni gelen hükümetin ve esen her yeni ideolojik rüzgarın etkisiyle bir oraya bir buraya savruldu. Daha ilk günden, bol Türk etnisitesi ile bezeli Sünni-Hanefi geleneği üzerine kurulu doktrinleri savundu, böylece başta Alevilik olmak üzere diğer mezhepleri ve sayıları gittikçe azalan gayri-Müslim inançları yadsıdı. Yadsıdı yadsımasına ama Alevi veya gayri-Müslim vatandaşlardan, hatta kağıt üzerinde Sünni-Hanefi mezhebinden olsa da herhangi bir dini ritüeli takip etmeyen insanlardan alınan vergilerle hayatta kalmaya devam etti. Kimi zaman radikalleşen söylemlerine rağmen orta-yolcu bir muhafazakarlık tutturdu, son derece öznel bir laiklik yorumuyla da bir şekilde çerçevelendi/meşru hale getirildi (Madde 136[9]).

Eh ‘orta-yolcu muhafazakarlık’ denildiğinde akla gelen ilk filozofa – Aristoteles’e – bu kadar benzeyen bir kurum, neredeyse kopyalanmış bu söylemi tekrarlayarak bizi de çok şaşırtmadı haliyle…

Ancak burada öne çıkması gereken bir başka nokta daha var. 1928 yılından, Anayasadan “devletin dini İslamdır” ibaresi çıkartıldığından beri, Türkiye Cumhuriyetinde siyasal otoriteyi Max Weber’in “yasal-akılcı otorite”si temsil ediyor. Bir başka deyişle, Türkiye’de o günden beri konulan tüm resmi hükümler, varlık ve geçerlik sebeplerini aklın gerektirdiği bir nedene dayanma ve (ana)yasal çerçeveyle sınırlanma koşullarından alıyor. Dinsel bir nedene dayanan yasalar, öneriler ve hatta dinsel kuralları belirleme gibi yaptırımlar, devletin herhangi bir organı aracılığıyla vatandaşlara dayatılamıyor. Tam da bu noktada benim merakımı Diyanet’in “cinsel çağrışımlar yapan müzik dinlenmez” söyleminin ne kadar akla uyduğu ve (hangi) yasalarla nasıl çerçevelendiği mevzuları çekiyor.

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=xiK2JlBpzvI[/embedyt]

Dolayısıyla olayın ikinci boyutu, Diyanet’in kendini fetva verecek kadar yetkili ve sorumlu ilan ettiği müzik konusunda gerçekten ne kadar bilgili olduğu ile ilgili oluyor… Diyanet’in ya da Din İşleri Yüksek Kurulunun İslam dini ile ilgili bilgisini tartışacak değilim. Bu kurumlarda çalışan insanlar hangi sınavlarla veya eleme yöntemleriyle çalıştıkları pozisyonlara atanıyorlar bilmiyorum; bu nedenle, bir devlet kurumunun ciddiyetini verili sayıp, buralarda çalışanların hem bu işi yapmak isteyen hem de en iyi şekilde yapan insanlar olduğunu kabul ediyorum. İslam dinine, daha doğrusu Sünni mezhebe dair konularda çalışmak isteyen, bunun okulunu okuyan ve insanlara hem bu dünya hem de öldükten sonra gideceklerini söyledikleri dünya hakkında bilgi verme cesaretine sahip olan insanların “kesin bilgi” sahibi olmadan ‘görüş bildirmekten’ kaçınacağına da ayrıca inanmak istiyorum.

Benim takıldığım kısım, Diyanet bünyesinde çalışan insanların kendilerine sorulan soruların “ikinci bölümüne” nasıl yanıt verebiliyor oldukları ile alakalı… ‘İslam ve siyaset,’ ‘İslam ve felsefe,’ ‘İslam ve bilim,’ ‘İslam ve psikoloji,’ ‘İslam ve eğitim,’ ‘İslam ve evrim,’ ‘İslam ve mimari,’ ‘İslam ve medya,’ ‘İslam ve otoyollar,’ ‘İslam ve lunaparklar,’ ‘İslam ve yarınki maçın sonucu’ ve en nihayetinde ‘İslam ve müzik’ gibi konularda sorulan binlerce farklı sorudaki ‘İslam’ referansıyla ve Diyanet’in bu konuda sunduğu çözümlerle bir problemim yok benim. Benim derdim, Başkanlığın yetkili şahıslarının, soruların diğer tarafında bulunan, sırasıyla, ‘siyaset,’ ‘felsefe,’ ‘bilim,’ ‘psikoloji,’ ‘eğitim,’ ‘evrim,’ ‘mimari,’ ‘medya,’ ‘otoyollar,’ ‘lunaparklar,’ ‘yarınki maç’ ve ‘müzik’ ile ilgili konularda ne kadar bilgi sahibi oldukları!

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=N3HbrfV0hJM[/embedyt]

Amacım Diyanet’in müzik bilgisini sınamak değil. Aslında, “sadece Diyanet’in” müzik bilgisini sınamak değil.

Herkese soruyorum: Müzik nedir?

Aristoteles haklı mıdır, mesela? Müzik bir duygu katalizörü müdür, örneğin? Bir müzik makamından diğerine duygularımız nasıl değişir? Neden bazı sesler canımızı acıtırken, diğerleri bize huzur verir? Müzik bizi hangi yollardan etkiler, bizim müziğe tepkimiz nereden doğar?

Klasiktir, bazıları müziğin konuşmadan bile önce geldiğini, insanlar-arası iletişimin ilk araçlarından biri olduğunu söyler. Harfler yokken notalar vardır onlara göre. Evrendeki tüm varlıkların birer sesi, birer müziği vardır. Dünya’nın dönüşü bile bir müziktir. Doğa sesleri, uyumlu bir ezgi yaratır vs… Bazıları ise müzik ile insan arasındaki ilişkinin, bu varsayımların çok ötesinde olduğunu kanıtlıyor!

Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) yapılan çok yeni bir çalışma, müziğin (metodik, ezgi-temelli, bilerek yapılmış ve çalınmış müziğin) insan beyninde algılanması için kendine has bir sinir sistemi yolu izlediğini ispatlamış durumda.[10] Kısaca açıklamak gerekirse, beynimizin müziği algılaması sürecinde rol oynayan nöronlar, karşımızdaki insanın konuşmasını, bir köpeğin havlama sesini, çamaşır makinesinin tıngırtısını veya gök gürültüsünü duymamızı sağlayan nöronların izlediğinden farklı bir yol izliyor. Beynimiz ve sinir sistemimiz, müzik için, bu sesleri işlemekte kullandığından tümüyle farklı, bambaşka bir işlem yürütüyor: Müziği kendine özgü, temel bir kategori olarak ele alıyor.

Bu çalışmadan türetilebilecek yüzlerce, binlerce yeni çalışma olacaktır. Müziğin neden farklı bir kategori olarak ele alındığı, bunun nasıl yapıldığı, farklı müzik türleri için farklı nöral yolların olup olmadığı, eğer bu yolları belirleyebilirsek bunlara uygun yapay müzik ‘üretip üretemeyeceğimiz’ veya müzik nöronlarının izleklerinin nihai hedefinde hangi duyguların olduğu gibi sorular, hala yanıtını arıyor.

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=UmvctOqe6UE[/embedyt]

İşte tam da burada, bu zihin açıcı çalışmanın karşısında, ‘müziğin cinsel arzuları tetiklediği’ varsayımına dayalı bir fetva verilmesi beni şaşırtıyor. Diyanet İşleri, neye, hangi bilgiye, hangi ilahi varsayıma dayanarak müzik ile duygular arasında bir bağ kurabiliyor? Bu bağlantıyı işaret eden bir ayet veya hadis mi var? Varsa, neden fetvasında bunları paylaşmıyor? Yoksa, bu bağlantı varsayımını hangi ilahiyatçıya, araştırmaya dayandırıyor? İslam’ın ortaya çıkışından bin yıl önce yaşayan Aristoteles’e mi? Dahası, eğer bu bağlantıyı sadece bir varsayım olarak kabul ediyorsa, nasıl olup da bir varsayımın sonucunu, sonsuz bir cezalandırma (haram-günah) olarak belirleyebiliyor?

Bana kalırsa, Diyanet daha da büyük bir hataya düşüp ‘müzik’ ile ‘şarkı sözleri’ni, hatta ‘müzik’ ile ‘klip’i birbirine karıştırıyor. Müzik hakkında ‘fetva’ verirken, henüz söz ettiği şeyin gerçekten ‘müzik’ ile ilgili olup olmadığı konusunda bile vatandaşları tatmin edemiyor. Müzik ile şarkı sözlerinin farklı birer nörolojik süreçten geçerek insan zihninde işlendiklerini dikkate al(a)mamasına rağmen, kendi kurumsal varlığının akılcı-yasal olmama ‘lüksüne’ dayanarak, resmi bir açıklama ya da tavsiye yapabiliyor.

Rihanna’nın 2016 albümü Anti, Barbados-Jamaika melodilerini, soft bir R&B soundu altında insanlara sunma hedefiyle piyasaya sürülmüşe benziyor. Albümden çıkan ilk single, “Work,” twerking adı verilen popo-sallama hareketinin envai çeşidini içeriyor, Rihanna ile Drake’in de dahil olduğu erotik dans sahneleri ile öne çıkıyor. Şarkının klibini bir kez izleyen biri, şarkıyı bundan böyle erotik çağrışımlarla hatırlamaya neredeyse mahkum ediliyor. Oysa, şarkının klipsiz hali, pek de ‘erotik’ sıfatını hak edecek gibi tınlamıyor…

Şimdi, Diyanet acaba bu şarkıyı nasıl ‘yasaklılar listesine’ alabiliyor? Şarkı kendi haliyle erotik değilken, klibiyle birlikte dinlendiğinde erotikleşiyora, Diyanet’in müzik fetvası yeniden mi şekilleniyor? Bir şarkı ile bile değişebilen, öznelleşen fetva, nasıl olup da cennet-cehennem tasviri yapabiliyor? “Niyet” bu işin neresine dahil oluyor?

İsmiyle bile erotizmin dibine vuran Puscifer grubunun “Rev. 22:20” isimli şarkısı aslında dini motiflerle ve sözlerle bezeli olsa da, bana Rihanna’nın kıç salladığı herhangi bir şarkıdan daha erotik geliyor! Aslında bir cinayetin anatomisini anlatan Nick Cave, “bu enfes yaratığa sordum / evet, sordum; evet, sordum / benimle biraz yürür mü dedim / bu hızlı geceye doğru…” derken nefesim kesiliyor. Massive Attack, ‘meleği’ ile baştan çıkarıyor. Leonard Baba’nın derinden gelen sesi groove ile birleşince yer yerinden oynuyor. Lamb’in “Sugar 5″ı insanın suratında hınzır bir gülümseme bırakıyor. Madonna’nın kendisini aforoz ettiren “Like A Prayer”ı birçok sevişmeye soundtrack olmaya devam ediyor. Rob Halford’ın eski erkek arkadaşına (evet evet, inanmazsınız ama bu dünyada bazen hemcinsler de birbirlerini sevebiliyorlar!) mı yoksa müptelası olduğu uyuşturuculara mı atfettiği muhabbeti hala yapılan “A Touch of Evil,” bir insanı en zayıf yerinden vuran ‘sahiplik’ güzellemeleriyle erotizmin bir heavy metal şarkısında bile vücuda gelebileceğine örnek teşkil ediyor. Nina Simone bu işi zaten biliyor; “bu yeni bir şafak / bu yeni bir gün / bu yeni bir hayat benim için / ve ben kendimi iyi hissediyorum” derken, her bir hücrenizi daha canlı, daha iyi hissettiriyor…

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=ftXHKfbXeBM[/embedyt]

Son derece ironik bir biçimde Diyanet İşleri, henüz on beşinci yüzyılın başında ünlü İslam alimi İbn Haldun’un din bilginlerini uyarmak zorunda kaldığı metodolojik bir hatayı, kendisinden altı yüzyıl sonra bir kez daha tekrarlama hatasına düşmüşe benziyor.

İbn Haldun’a göre, din bilginleri “düşünce ve akıllarını incelemelerde bulunmaya ve derin anlamlara dalmaya alıştırmış, duygularla bilinen maddi şeylerle meşgul olmaktan uzaklaşmış ve bu bildiklerini bütün ve genel kalıplara sokmaya alışmış olan kişilerdir. [Oysa] politika ve memleket işlerinde politikacı daima hariç ve vakii ve buna bağlı durumları göz önünde bulundur[ur.] Çünkü politik işler ve haller belirsiz olup, bu halleri kendi benzerlerine katmaya engel olan durum ve sebeplerin bulunması, bunun ölçüsünün uygulanmak istenilen ölçüden aykırı olması mümkündür. Sosyal hayat ve bayındırlık işlerinden hiçbir nesneyi diğerleriyle ölçmek doğru değildir… [Buna karşılık] din bilginleri hükümleri genelleştirmeye, iş ve olayları birbiriyle ölçmeye ve karşılaştırmaya alışmış ve kendilerini bırakmış oldukları için politika işleriyle uğraştıkları zamanda politika işlerini de alıştıkları ve benimsedikleri bu kalıba sokup, bu yol ile istidlal ederek, birçok yanlışlıklara katlanacaklardır. Bundan ötürü idare ve politika işlerinde onlara güvenilmez.” [11]

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=oHs98TEYecM[/embedyt]

Müzik üzerine söz söyleyen ya da bir karar vermeye çalışan insanların anlamaları gereken bir şey var: Müzik insana bağımlı bir değişken değil! Müzik insanlar olsa da olmasa da devam ediyor, edecek… İnsanın tüm evrenin anlamı ve merkezi olduğu düşüncesi ya da inancı, müzik hakkında karar vermeyi yine insanlara bırakma muhafazakarlığını gösterecek olsa bile, müzik muhafazakar düşünce çemberinin dışına taşmaya devam edecek. Duyguları serbest bırakmanın bir yolu olarak müzik, duyguların baskılandığı ve her türlü şiddeti ortaya çıkardığı ortamda, yine insanlığı kurtaracak. “Asla tatma elmayı / asla çıkma yoldan / asla bozma yeminini / yalan söyleme asla” diye vaaz verenlerin karşısına dikilecek, uygarlığın huzursuzluğunu mutluluğa dönüştürecek.

 

[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=UsFLVL6FM-E[/embedyt]

 

[1] Aristoteles, Politika, (çev.) M. Tunçay, İstanbul: Remzi, 2010, s. 240.

[2] A.g.e., s. 241.

[3] A.g.e., s. 241.

[4] A.g.e., s. 244.

[5] Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan aktaran: “Müzik, Cinsel Arzuları Tahrik Ediyorsa Günahtır,” Cumhuriyet, 15 Şubat 2016.

[6] T.C. Anayasası Madde 2: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

[7] Diyanet İşleri Başkanlığı, adı üzerinde din ile ilgili bürokratik bir kurumdan fazlası değil. 22 Haziran 1965 yılında kabul edilmiş, 633 numaralı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”da belirtildiği üzere, Başkanlığın görevi “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” (Madde 1) olarak belirlenmiş. Bu ‘toplumu aydınlatma’ işi, Başkanlık bünyesinde kurulan Din İşleri Yüksek Kurulu’na verilmiş. Bu kurulda “en az lisans düzeyinde dini yüksek öğrenim görmüş veya dini ilimlerde temayüz etmiş kişiler” ve “ilahiyat fakültesi öğretim üyeleri” bulunuyor (Madde 5). Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “doğru müzik” konusunda ‘haram’ ve ‘günah’ kavramlarına atıfta bulunarak görüş beyan etmesi, aynı kanunun 5. Maddesi’nin devamında belirlenen ‘kurulun görevleri’ne dayandırılıyor. Orada belirtildiği gibi, “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak,” önce Kurula, sonra da Başkanlığa verilmiş kanuni/idari bir ayrıcalık olarak duruyor. Gelin görün ki ne bu kanunda ne de bir başka düzenleyici metinde Başkanlığın “fetva” yayımlaması ya da yayımladığı ‘görüşlerin’ yaptırımları hususunda bir ibare yer alıyor. Yine adı üzerinde, dini konularla ilgili gündelik bir konuya dair idari çapta bir karar verebilmek, bu konuda görüş bildirmek ve olası soruları yanıtlamak dışında, Başkanlığın kurumsal bir gücü yok. Üstelik, ne bu kanunda ne de bir başka düzenleyici metinde Başkanlığın “fetva” yayımlaması ya da yayımladığı ‘görüşlerin’ yaptırımları hususunda bir ibare yer alıyor.

Öyle sanıyorum ki, Madde 1’de geçen “inanç” kavramı, bu kavramın temsilcisi olduğunu iddia eden Başkanlığın sürekli olarak onu “bilim” ile karşı karşıya getirme nedenini de – bilinçdışında – açıklamış oluyor. Ne de olsa, Adorno ve Horkheimer’ın ta 1944’te yazdıkları gibi, modern zamanlarda “eğer inancın bilgiye karşıt olduğu ya da tersine bilgiyle bağdaştığı sürekli vurgulanmazsa; inanç, inanç olarak yok olur. İnancın daima bilginin kısıtlanmasına gereksinim duyması kendisinin de kısıtlı kalmasına neden olur. İnanç, inancın kendisini aşan hakikat ilkesi [Diyanet İşleri özelinde, Tanrı; Aydınlanma özelinde ise bilim] olmadan varlığını sürdüremez.” Thedor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 39.

[8] Diyanet İşleri Başkanlığı’na dair akademik bazı tartışmalar için bknz. Ufuk Ulutaş, “Religion and Secularism in Turkey: The Dilemma of the Directorate of Religious Affairs,” Middle Eastern Studies, 46(3), 2010, ss. 389-399; İştar Gözaydın, “A Religious Administration to Secure Secularism: The Presidency of Religious Affairs of the Republic of Turkey,” Marburg Journal of Religion, 11(1), 2006, ss. 1-8; İştar Gözaydın, “Religion, Politics, and the Politics of Religion in Turkey,” Religion, Politics, and Turkey’s EU Accession içinde, D. Jung ve C. Baudvere (der.), New York: Palgrave Macmillan, 2008, ss. 159-176; ve Ahmet E. Öztürk, “Turkey’s Diyanet Under AKP Rule: From Protector to Imposer of State Ideology?,” Southeast European and Black Sea Studies, 16(4), 2016, ss. 619-635.

Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal sekülerleşme süreci içinde bir Diyanet İşleri kurumunun varlığına ihtiyaç duymuş olması, adeta Cumhuriyet kadrolarının Freudyen bir yorumla, dini bir anda ortadan kaldırmaya çalışmanın onu ‘şehit’ mertebesine yükselteceğinden ve o anki gücünü katlayacağından korkmuş olmalarına yorulabilir. “Dini zorla ve bir vuruşta ortadan kaldırmayı istemek hiç kuşkusuz anlamsız bir başlangıçtır,” der Freud. “İnanan insan ne [akılcı açıklamalar] ne de yasaklamalar yoluyla inancının ondan koparılmasına izin [verir]. Ve eğer bu kimilerinde başarılı olsa bile, acımasızlık olacaktır. On yıldır uyku ilacı almakta olan biri bu ilaç ondan alındığından doğal olarak uyuyamaz [hale gelecektir].” Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, İstanbul: İdea, 1927/2000, s. 43.

[9] T.C. Anayasası Madde 136: “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”

[10] Aktaran: Natalie Angier, “New Ways into the Brain’s ‘Music Room,'” The New York Times, 8 Şubat 2016.

[11] İbn Haldun, Mukaddime III, (çev.) Z. K. Ugan, 1372-1402/1991, İstanbul: MEB Yayınları, ss. 164-166.

Comments Off on müzik, nöronlar ve fetva

Filed under Güncel, Müzik, Teori

sol, cumhuriyet, hayal kırıklığı ve gülme

Rethinking Marxism dergisinin en son sayısında [1] dünyanın farklı yerlerden çok sayıda akademisyen, “Komünizme biçim vermek ” başlığı altında çok sesli bir tartışmaya girmişler ve kapitalist ekonomik modelin halihazırdaki krizinin, komünist alternatiflerin ortaya çıkmasında bir katalizör işlevi görebileceği varsayımı altında “ne yapmalı?” sorusu üzerinde kafa patlatmışlar.

Makalelerin farklı içeriklerine veya bu toplu sayının ana temasına bulaşmak gibi bir niyetim yok. Birincisi “sol hareket”in örgütlü kısmı hakkında gerçekten hiçbir fikrim yok; ikincisi ise dergide yer alan isimlerin hepsi zaten son derece donanımlı ve okunmaya değer isimler – onların yazılarını okumak dışında, Marksist teori ile doğrudan bir bağlantım da  bulunmuyor. Benim ilgilendiğim ve buraya taşıyacağım mesele, bu yazarların hemen hepsinde yer alan “biz nerede hata yaptık da dünya bu hale geldi/kapitalizm kazandı?” sorusu ve bu sorunun bir izdüşümü olarak, bilhassa 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında Türkiye’nin bazı kesimlerinde yaşandığını düşündüğüm benzer hayal kırıklığı olacak.

Son birkaç yıldır Marksist kuramın ‘yıldız akademisyenlerinden biri’ haline gelen Jodi Dean’in “The Party and Communist Solidarity” başlıklı makalesinde, bunca soruna, bunca yıkıma ve yeniden-doğuşa, bunca tekinsiz ve içi boş retorik desteğe karşın neden “kapitalizmin sola karşı hep galip geldiği ” sorusu soruluyor ve Dean’in bu soruya yanıtı, “çünkü bizim siyasal bir iktidar olabilmemiz için gereken siyasal kurumumuz/formumuz yok” [2] oluyor. Dean’e göre kapitalizm sadece bir üretim yapısı (ve üzerinde şekillenen sınıflı toplumu) meydana getirme aracı olarak değil, aynı zamanda bu üretim yapısını sürekli kılan ek (üst-yapısal) araçlar ile de kendini sağlama alarak, sol’un kendi kendini sürekli sorgulamasına ve aşağılamasına neden oluyor. Sol, kapitalizm tarafından, Karl Marx’tan veya Marksistlerden devraldığı literatüre, kavramlarına ve nihayetinde kurumlarına yönelik “küçümseyici” tavrı, Dean’in “iletişimsel kapitalizm” (communicative capitalism) adını verdiği sarmalayıcı yapı nedeniyle takınmak durumunda bırakılıyor.

Dean’in kavramsallaştırdığı iletişimsel kapitalizm, kitle kültürünü ve kitleyi (toplu olarak yapılan tüm faaliyetleri) ne pahasına olursa olsun küçücük atomlarına ayırmayı başarabilen ve aynı araçları (yazılı-görsel medya, Internet, tüketim, vb.) kullanarak farklı “bireylikler” (individuality) ortaya çıkartabilen bir kurallar/kodlar ağı olarak tanımlanıyor. [3] Aynı kıyafetin farklı rengini giyerek kendini toplumdan farklılaştıran (ya da farklılaştırdığını sanan) alışverişçiler; Fenerbahçe ile Galatasaray’ı tutmanın bir farklılık ‘inşa ettiğine’ inanan taraftarlar; HDP veya MHP’ye oy vermenin ‘ayır’dığı politik-kimlikler, iletişimsel kapitalizmin (sözde-)ayrıştırdığı insanları temsil eden örnekler olarak verilebilir. Dean’e göre sol, iletişimsel kapitalizmin bu ‘oyununa’ gelerek, kendi kökenini ve geleneklerini – onu meydana getiren dinamikleri – unutma günahını işlediği için, bir başka deyişle, kendisi de farklı kıyafetler giyen, farklı takımları tutan, farklı partilere oy veren insanları ayrıştırmak zorunda kaldığı için, bugün bulunduğu ‘güdük’ konumu hak ediyor. Solun buradan çıkması için, her şeyden önce yeniden kendi özüne dönmesi gerekiyor.

Bana kalırsa Dean’in bu argümanı, iki temel hatadan muzdarip görünüyor.

Birincisi, eğer bugün içinde yaşadığımız dünyayı inşa eden (iletişimsel kapitalizm gibi) ana bir yapısal dönüştürücü varsa, bu durum Marx’ın zamanında da benzer bir yapısal dönüştürücünün olduğunu ve o zamanın dönüştürücüsünün de Marx’ın kavramsal dağarcığını ortaya çıkarttığını ima eder. Ancak burada Hegel’in “zamanın ruhu” gibi bir oluşumdan söz ediyorsak, o zaman, bugünün “zamanın ruhu”nun zaten halihazırda Marksist teoriye/pratiğe izin vermeyeceğini veya verse bile bunun “köklere dönmekle” değil, bu ruha uygun yeni bir kelime dağarcığı üretmekle ancak mümkün olabileceğini ima ediyoruz demektir.

İkincisi, öyle görülüyor ki, Karl Marx’ın 11. Tez’inin – “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” [4] – Marksist teoriye yüklediği misyon, Dean ve onun gibi düşünen diğer Marksistlerin üzerinde ciddi bir süper-egosal baskı yaratıyor. Onlar, dünyayı neredeyse mükemmel anladıklarını düşünen (“yapısal” olan her teori gibi, açıkta hiçbir boşluk bırakmadan dünyayı “çözen”) ama onu bir türlü değiştiremeyen, dolayısıyla da bir anlamda Marx’a ihanet eden, onun işini yarım bırakan insanlar olarak, aslında bizzat kendi yarattıkları büyük çelişkinin altında eziliyorlar.

Ben bu benzer iki problemin, özellikle 1 Kasım 2015 seçimlerindeki AKP zaferi sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel savunucularının [5] hayal kırıklıklarını da açıklayabileceğini düşünüyorum. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin mağduru ama onun eklentileri olan darbelerin de bizatihi ürünü olan ‘yeni muktedir’ AKP’nin muhafazakar-neoliberalizmi’nin başarısı, Cumhuriyet savunucularının gözleri-açık kabuslarını yaratırken, onların aklındaki sarsılmaz dört sacayağını da yerinden oynatıyor.

Her şeyden önce AKP görüntüsüyle kurulan rejim, ‘beyazlatılmış Türk’ün adeta tiksintiyle baktığı Batılılaşmamış Türk imgesini (“göbeğini kaşıyan adam”ı [6]) toplumun merkezine konumlandırıyor. Cumhuriyetin ‘kaybedenleri,’ kurucu cumhuriyetin geç-değerlerinden Batılı görüntü, Batılı sanat, Batılı eğitim gibi güçlü sembollerden fersah fersah uzak bir karakterin kendileri ile aynı ‘düzeyde’ olmasını hazmetmekte güçlük yaşıyorlar.

İkincisi, cumhuriyetin adeta bir ırk-projesiyle yeniden-şekillendirdiği ‘millet’ ve ‘milliyetçilik,’ [7] söz verdiği tüm Batılı getirilerden soyutlanarak, “ayaklar altına alınıyor”[8] ve bundan geriye Sünni İslam sosu bol kepçe boca edilmiş bir ‘Türk’ kimliği kalıyor. En son yeniden-düzenlenen “Cuma namazı izni”[9] gibi uygulamalar, birkaç yıl öncesine kadar tahayyül dahi edilemez görülürken, bugün hepsinin aktüel birer gerçek olarak karşılarına çıkması, Türk’ün milli kimliğindeki din bileşeni hakkında soru işaretlerini arttırıyor. Laiklik ilkesinin neyi ima ettiğini zaten hiçbir dönemde anlayamamış olan insanlar, bir süredir ‘sahiden neden var bu laiklik?’ sorusunu soruyor, yanıtını (yine) bulamıyor ve bu kez gündelik rutinlerde de kendisini göremeyince inanç ve kimlik düzeyinde ciddi sıkıntıya giriyorlar.

Üçüncüsü, bir süredir gündemden inmeyen “Başkanlık Sistemi” tartışmaları ile cumhuriyetin öz-varlığı ve sorgulanamaz (kabul edilen) deneyimi konusunda büyük boşluklar hissediliyor. Burada cumhuriyet kavramının içeriğinden ziyade, tabelalarda görülen varlığından söz ediyoruz elbette… Başkanlık sistemi ile cumhuriyetin “bölünmez bütünlüğü” ve “üniter yapısı”na zeval geleceği tehdidi, Sözcü, Halk TV, Ulusal TV vb. medyada ardı kesilmez biçimde tekrarlandıkça, [10] cumhuriyet kavramının sadece bir tekilliğe yönelik olduğu (yanlış) algısı güçleniyor. Bir dönemler “açılım siyaseti” nedeniyle Başkanlık Sistemi’nin sadece ‘Kürtlerin işine geleceği’ “korkusu” ile yaşayan insanlar, bugün Doğu’da ve Güneydoğu’da olup bitenlerle başkanlık olgusunu bağdaştıramıyorlar. [11] Bugün cumhuriyetin geleneksel savunucuları, kendi sıfatlarını önceleyen siyasi kavramı büyük bir vakumdan ibaret görüyorlar.

Ve son olarak, kurucu-lider kültü… Cumhuriyetin geleneksel savunucularının tüm sosyo-politik dünya görüşlerini kendi cisminde birleştirdikleri Atatürk ile ilgili ciddi kaygıları var. Aslında bu kaygı, kökleri Türkiye tarihindeki İslamcı partilere dayanan AKP’nin 2002 yılındaki seçim zaferi ile birlikte başlamıştı ama bugün en yüksek seviyede seyrediyor. Bu savunucuların çoğunlukla haberdar olmadıkları bir değişim ise kaygının yükselen seviyesinden ziyade, kaygının içeriğinde yaşanıyor. Başlarda “bunlar Atatürk’ü silecekler” şeklinde başlayan kültü kaybetme korkusu, bugün “Atatürk’ün yerini Erdoğan alıyor” [12] biçimine bürünmüş durumda. ‘İkinci Cumhuriyet,’ ‘Yeni Türkiye’ gibi içi görece boş söylemlerin hemen hemen tamamı aslında Atatürk figürünün, “Çankaya”nın, yerini Erdoğan’ın, ve “Saray”ın, alması imgelemini içeriyor. Bu nedenle, Gezi Olayları sırasında yükselen “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganı, geleneksel cumhuriyet savunucularına “umut” olurken, Gezi’den “ikinci bir Atatürk” çıkmaması onları hayal kırıklığına sürüklüyor.

İbrahim Kaya’nın Yeni Türkiye: Modernliği Olmayan Kapitalizm isimli kitabında yer verdiği şu cümleler, yazının başında bahsettiğim Dean ve tayfası ile geleneksel cumhuriyet savunucularının hayal kırıklıklarını ortak bir paydaya getirmek için yararlı olabilir:

“Kuşku yok ki cumhuriyetçilerin [geleneksel cumhuriyet savunucularının] dünyanın güncel döneminden öğrenecekleri şeyler bulunmaktadır, çünkü artık dünya cumhuriyetçilerin bir zamanlar olmasını istedikleri dünya değildir. Öncelikle, cumhuriyetçiler ‘farklılığın’ cumhuriyetçi modernliğe olan ilişkisini yeniden düşünmek zorundadırlar. Öyle ki insanlık için tek, ‘birleşik’ bir dünyaya artık hiçbir kolektif inanç yoktur. Ulusal bütünlük temelinde yükselen evrensel idealler yeniden daha dikkatli düşünülmek durumundadır. Bir başka ifadeyle, kültürel çeşitlilik ve çoğulluk daha olumlu olarak karşılanmak durumundadır.” [13]

Kaya’nın birer kaybeden olarak tanımladığı geleneksel cumhuriyet savunucularına verdiği “birlik/bütünlük söylemlerini, geleneksel aktörleri, evrensel ideolojileri, hakikat tanımlarını bir kenara bırakıp çeşitlilikleri/farklılıkları hayatınızın merkezine oturtun” mesajı aslında yıllardır post-modern veya neo-liberal akımların sol’a ve komünist ideolojiye verdikleri tavsiyelerden çok da farklı değil. Modern olanın, farklı sesleri kucaklamayı zorunlu kıldığı argümanında tartışılacak çok da fazla bir yan yok elbette. Ancak sorun şu ki, hem Türkiye’nin cumhuriyet algısında hem de (daha da fazlasıyla) sol teoride, bu çeşitlilikleri içerme potansiyeli – onlara “daha kapsayıcı olun” mesajını verenlerin düşündüğünün aksine – halihazırda zaten mevcut. Tekil-işçi ya da tekil-vatandaş kavramlarını ve bunlara verilen kurucu değerleri geride bırakıp yollarına devam edebilecek, bu değerleri yeniden düzenleyebilecek bir algı kırılması aslında her iki kesimde de mutlaka deneyimlenebilir.

Deneyimlenebilir ama bunun da bazı önkoşulları var… Her şeyden önce bu iki kesimin üzerlerinden bir türlü atamadıkları “biz kaybettik” hayal kırıklığı ile hesaplaşmaları, süper-egoları ile ciddi bir savaşa girmeleri gerekiyor. Bugün ortaya çıkan ve hoşnut olmadıkları tabloda sorumlulukları olduğu bilincini taşımak, otomatik bir “kaybettik biz” hüznüne değil, “nerede yanlış yaptık ve bunu bugün nasıl düzeltebiliriz” sorusuna yerini bırakabilir. [14] Artık atıl kalmış eski kurumlar, partiler ve isimler birer “emeğe saygı” karikatürünün ötesine geçip, işlevsel bir ortaklık üzerinde büyüyecek yeni diskur alanları oluşturabilir. Hayal kırıklığı ile evde televizyon karşısında ağlayan insanlar, bu karikatürlerle, bu karikatürleri ortaya çıkaran koşullarla ve insanlarla hesaplaşmaya, önce kendilerini sonra da bu figürleri ciddiye almamakla başlayabilirler örneğin…

Cidden soruyorum: Halk TV’de bu kadar ciddiye alınacak, orada program yapan insanların ağzından çıkan her cümleyi bir “kıyamet alameti” sayacak ne olabilir? 2016 yılında hala frekans seslerini duyduğunuz bir televizyon kanalı, sizi nasıl olup da hüzünlere gark edebilir? Savundukları değerler her ne olursa olsun, söyledikleri cümleler sürekli aynı kelimeleri içeren insanlar birer vaiz değildir de nedir? Ya da Kızılay’da bildiri dağıtan ve kelime dağarcıklarını “emperyalizm,” “yoldaş,” “arkadaş” gibi kavramlarla sınırlı bırakmış – bunun böyle olması gerektiğine kendilerini inandırmış – çocukların hali sahiden komik değil midir?

Alay etmek, dalga geçmek, gerekirse can acıtacak esprilerle kendi hallerine gülmek, hem sol kesim hem de geleneksel cumhuriyet savunucuları için küçük de olsa bir başlangıç noktası oluşturabilir. Bugüne kadar hep “ötekilerle” dalga geçmiş insanların artık kendi yaptıklarına gülme zamanı geldi sanırım. Oturup ağlayarak, can sıkarak, “bu memleketten bir yol olmaz” diyerek kaybedecek daha ne kadar zamanları var ki cidden?

Türkiye’de sol ve cumhuriyet savunucuları artık manevi, spiritüel, ulu, olağanüstü, fedakar, kurucu, ilerleyici, gelişmeci, kutsal vb. sandıkları tüm değerlerinden ve başta da kendilerini koydukları bu asılsız güvercin-deliklerinden bir an önce kurtulmalı ve “insani” özelliklerine yeniden kavuşmalıdır. Gülme, alay etme, ciddiyetini kaybetme işte tam da bu nedenle önemlidir.

Korkmayın, “gülme günümüze dek tahakkümün göstergesi, kör ve inatçı doğanın patlaması olagelmişse de karşıt yönde bir öğe daha barındırır. O da, kör doğanın gülme yoluyla kendisini olduğu gibi kavrayacağı, böylece yıkıcı tahakkümden vazgeçeceği düşüncesidir… Gülme, yurda giden yolu vaat etmektedir.” [15] Gülme, bir öze dönüştür; silkinip kendine gelmenin en güvenilir yoludur. Onda korkulacak hiçbir şey yoktur.

Zira, Henri Bergson’un da söylediği gibi:

“Sadece gerçek anlamda insani olan şeyler için gülünçlükten bahsedilebilir. Bir manzara güzel, zarif, görkemli, silik veya çirkin olabilir fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir ama bu ondan insani bir tavır veya ifade yakaladığımız içindir. Bir şapkaya gülünebilir fakat bu durumda alaya aldığımız şey bir keçe veya hasır parçası değil insanların ona verdiği biçimdir, yani insan kaprisinin girdiği kalıptır… Bazıları, insanı ‘gülen hayvan’ olarak tanımladı. Aynı şekilde insanı, güldüren hayvan olarak da tanımlayabilirlerdi çünkü başka hayvanlar veya bazı cansız nesneler güldürmeyi başarsalar da bu ancak onların insanla olan benzerliklerine, insanın onlar üzerinde bıraktığı ize veya insanın kullanımına bağlı olarak gerçekleşir.” [16]

Zaman, gülmenin zamanı değil midir?…

 

 

[1] Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture & Society, 27(3), 2015.

[2] Jodi Dean, “The Party and Communist Solidarity,” Rethinking Marxism, 27(3), 2015, s. 340 (332-42).

[3] Ayrıca bknz. Jodi Dean, Democracy and Other Neoliberal Fantasies: Communicative Capitalism and Left Politics, Durham: Duke University Press, 2009, ss. 19-48.

[4] Karl Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler,” Alman İdeolojisi içinde, T. Ok ve O. Geridönmez (çev.), İstanbul: Evrensel, 1845/2013, s. 17.

[5] Burada “cumhuriyetin geleneksel savunucuları” başlığı altında hemen hemen tüm CHP seçmenini, bazı MHP’lileri ve temelde Gezi Olayları’na aktif/pasif olarak destek veren, sekülerlik yanlısı tüm vatandaşları kastediyorum.

[6] Bekir Coşkun, “Göbeğini Kaşıyan Adam…,” Hürriyet, 2 Mayıs 2007,

[7] Ayça Alemdaroğlu, “Politics of the Body and Eugenic Discourse in Early Republican Turkey,” Body & Society, 11(3), 2005, ss. 61-76.

[8] “Erdoğan: Milliyetçilik Ayak Altında,” Hürriyet, 18 Şubat 2013,

[9] “Davutoğlu Açıkladı: Cuma Namazı İçin Mesai Düzenlemesi,” Hürriyet, 5 Ocak 2016, ; “Okullara ve Ders Saatlerine de Cuma Namazı Düzenlemesi Geliyor,” Radikal, 14 Ocak 2016,

[10] “Atatürk Başkanlık İçin Neler Demişti?,” Sözcü, 8 Ocak 2016,

[11] Orhan Bursalı, “Başkanlık Rejimi: RTEHDP İttifakı Olabilir Mi?,” Cumhuriyet, 11 Ocak 2016,

[12] Orhan Bursalı, “RTE ‘İkinci Atatürk’?,” Cumhuriyet, 1 Eylül 2014, ; “10 Kasım’da Sarıklı Cübbeli Provokasyoncu,” Cumhuriyet, 10 Kasım 2015,

[13] İbrahim Kaya, Yeni Türkiye: Modernliği Olmayan Kapitalizm, Ankara: İmge, 2014, s. 69.

[14] Bu yazının yayımlanmasının üzerinde neredeyse iki yıl geçti ve İngiltere’deki İşçi Partisi’ndeki dönüşüm, adeta yazıdaki “yeni söz söyleme” ihtiyacını karşılarcasına ortaya çıktı. Enfes bir analiz için, bknz. Ergin Yıldızoğlu, “İngiltere Dersleri,” Cumhuriyet, 5 Ekim 2017.

[15] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, (çev.) N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan, İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 111.

[16] Henri Bergson, Gülme: Gülüncün Anlamı Üzerine Deneme, (çev.) D. Çetinkasap, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1900/2011, s. 5.

Comments Off on sol, cumhuriyet, hayal kırıklığı ve gülme

Filed under Siyaset, Teori

kürtler vadisi

Perşembe geceleri, sokakta kimse olmazdı…

Türkiye’nin televizyon dizileriyle geçmişi, ABD’de fazla popüler olmayı başaramamış yapımların başarılı dublajlar ve muhtemelen izlenebilecek başka hiçbir şey olmaması faktörleri ile TRT’nin siyah-beyaz ekranlarından orta sınıfın evinde “olay” yaratmaları geçmişine dayanıyor. O dönemlerde ekrana gelen Bonanza, Küçük Ev, Dallas, Kaçak vb. diziler, şehirli memur/işçi kesimini “evde tutmaya yarayan” bir işlev görüyor, günlük hayata her yoldan nüfuz ediyordu. Bir kötülük birimi olarak J.R.’dan söz ediliyor, Laura’nın acılarına ağlanıyor, Cartwrightların akşam yemeğinde birbirlerini selamlamaları taklit ediliyordu. Ekranın renklenmesi Mavi Ayların, Beyaz Gölgelerin, Cosbylerin, MacGyverların, Köle Isauraların,Hayat Ağacı‘nın, Cesur ve Güzellerin, Yalan Rüzgârı‘nın ve çok sayıda çizgi filmin egemenliğinde olsa da bir yandan yerli dizi sektörünün doğuşuna tanıklık ediyordu. Perihan Abla, Uzaylı Zekiye, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Lüküs Hayat, Gençler, Mahallenin Muhtarları, Kuruntu Ailesi ve elbette Bizimkiler gibi yapımlar, köyden kente, doğudan batıya göç dalgası ile yeniden kurulan şehirli yaşamın hem göstereni hem de gösterileni oluyordu…

Yazının devamı için lütfen tıklayınız: Birikim Dergisi, “Kürtler Vadisi”

Comments Off on kürtler vadisi

Filed under Güncel, Teori

radikal basketbol: özgür, mutlu, yeni

Bazen yüzyıllar erken biter.

Sanki her bir zaman diliminin içine sığdırabileceği olay sayısı belliymiş gibi gün gelir, bir yüzyıla kaldırabileceğinin çok üstünde olay sığar. Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm’a göre yirminci yüzyıl kan dolu küresel savaşları, ekonomik buhranları, kültürel yeniden-kodlanmaları ve birbirinin köküne saldıran ideolojilerinden doğan kapasite-fazlası ile belki de dünya tarihinin en kısa yüzyılı olmuştur. [1] Öyle ki, yirminci yüzyıl Soğuk Savaş’ın sonunu bile göremeden sona erer. Ardında çözülmesi gereken çok sayıda toplumsal, siyasi, ekonomik bulmacayı yanıtsız bırakarak…

1980lerin kaderi, bu zor soruların yanıtlarını aramak olur. Bir yanda kapitalizmin ‘zaferini’ kendine yontan liberalizm ‘tarihin ve ideolojilerin sonunu’ müjdelerken, diğer yanda ortaya çıkan savaş artığı yeni aktörler, liberalleri hiç bilmedikleri yeni oyunlara davet eder. Siyaset yelpazesinin solunda bulunan ve SSCB tecrübesi yüzünden kafaları öne eğik biçimde geçmişlerini sorgulayan bazıları ise herkesin her oyunu kazanmak istediği bu yeni dünyada, yine herkesin dilindeki ‘barış’ umudunun gerçekliğini sorgulamaya açar.

Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un 1985 yılında birlikte kaleme aldıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji isimli kitap herkesin ‘demokrasi söylemi’ne sarıldığı, herkesin barış aradığını iddia ettiği ve yine herkesin herkese üstünlük kurmayı arzuladığı bu paradokslar dünyasına yeni bir ideolojik alternatif sunar: radikal demokrasi. [2] Kendilerinden önceki liberal, realist, Marksist, yapısalcı vb. alternatiflerin aksine Laclau ve Mouffe’un modeli, nihai amacını toplumsal aktörler arasındaki çatışmaları yok etmek veya gönüllü ya da zoraki bir konsensüsün üzerinde barışı inşa etmek olarak değil; bizzat antagonizma adını verdikleri bu çatışmaları, bölünmeleri ve kırılmaları korumak olarak belirlemişlerdir. Onlara göre, farklı hatta birbiriyle çatışan demokratik talepler hayatın bir gerçeğidir ve bu talepler arasında birinin diğerine üstünlük kuracağı tüm siyaset ilişkileri önce otoriterleşmeyi, ardında da zamanı gelince daha yıkıcı çatışmaları beraberinde getirmeye mahkumdur. Yapılması gereken, demokratik talepler arasında hiçbir önceden belirlenmiş üstünlüğün olmadığı yeni bir ilişki biçimini kurmak olmalıdır. Laclau ve Mouffe, bu ilişki biçimine eşdeğerlik zinciri adını verir. Onlara göre ancak her demokratik talebin birbiri ile eşdeğerde ele alındığı ve hepsinin kendi gerçek kimliklerini özgürce ortaya koyabildiği böyle bir ilişki içinde söz konusu talepler arasında bir yakınlaşma (eklemlenme) gerçekleşebilecek ve bu yakınlaşmanın sonucunda yeni bir ortak kimlik, gerçek bir barış olasılığı, doğabilecektir.

Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi projesi, yazıldığı günden bu yana geçen otuz yılda siyaset platformunda pek fazla taraftar bulamadı. Popüler siyasetin alışılagelmiş önceliklerinin yıkımını önkoşul olarak belirten bu çağrı, ağır teorik dili ve argümanlarının ‘ütopikliği’ öne sürülerek, ana-akım siyaset tarafından kulak ardı edildi.

Ama spor kendi içindeki özgürlüğü, kendisi ile ilgilenen her bir bireye açık oluşu ve sonuca giden önceliklerin her gün yıkılıp yeniden inşa edildiği doğası içinde adeta Laclau ve Mouffe’un düşlerini sergileyebilecekleri o özgür alanı kendilerine sunmuşa benziyor.

Spor ve daha özelde de basketbol…

2014-2015 yılını NBA’de, Euroleague’de ve Türkiye Basketbol Ligi’nde şampiyon olarak tamamlayan üç takım, Golden State Warriors, Real Madrid ve Karşıyaka – aralarındaki su götürmez farklılıklara rağmen – bilinen basketbolu, belki isteyerek belki istemeyerek, Laclau ve Mouffe’un hayal ettiği siyaset modeline çok benzer bir radikallik ölçeğinde değişime uğrattılar. En azından bu değişimin çok güçlü ve başarısı ortada bir çağrısını yaptılar.

Dünyanın barışa yeni yanıtlar aradığı 1980lerde büyük bir ivmeyle popülerleşen, küresel bir spor dalı haline gelip dünya ölçeğinde yıldızlar yaratan basketbolun bugüne dek yazılan tüm kuralları, bu üç takımın elinde hunharca un ufak edildi geçen sene. Klasik pozisyonların birbirine karıştığı; guard, forvet, pivot ayırt edilmeden parkedeki tüm oyuncuların iyi-kötü her şeyi yapabildikleri; alan paylaşma, pas verebilme, topa baskı ve oyun okuma gibi eskiden çok özel bazı oyunculara has kabul edilen özelliklerin alelade birer beklentiye dönüştüğü; zaman zaman sahadaki en uzun oyuncunun ‘ideal mevkiinin’ şutör guarddan hallice bir kısa forvet olduğu, takımın en kısasının en çok rebound alan oyuncu olarak maçı tamamlamasının kimseyi şaşırtmadığı yepyeni bir basketbol anlayışından söz ediyoruz artık.

Bir basketbol takımının yapması gereken işler alt alta yazılıp beş kişiye bölüştürüldüğünde kişilerin farklı özelliklerine ya da pozisyonlarına uygun düştüğü söylenen görevler, bu takımların basketbolunda artık önceden belirlenmiyor. Golden State, Steph Curry’nin ‘oyun kurucu’ sıfatından yararlanma amacı üzerine yapılanmıyor. Gerekirse oyunu, önceleri bir savunma oyuncusundan ötesi olamayacağı fikri üzerinde anlaşılan Andre Iguodala ‘kurabiliyor.’ Bu halde bile Curry’nin görevi şut atmakla sınırlanmıyor. Her an oyun yine ondan dönebilecekmiş gibi bir tehdide işaret ediyor Curry’nin varlığı. Klay Thompson ve Harrison Barnes, farklı özellikleri ile LeBron James savunmasına veriliyorlar. İkisi de aynı şekilde, aynı kurallarla rakiplerine göre savunma yapmıyor bu adamlar. Aksine, onların tam da yeteneklerine göre değişen bu farklı savunma yapılarına, bizzat rakibin bir çözüm bulması bekleniyor. 2012 yılında ikinci tur 35. sıradan seçildiğinde ait olduğu yerin Avrupa olup olmayacağı tartışılan Draymond Green, yalnızca kendine özgü oyun karakteri (hırsı, uzun kolları, rebound ve pozisyon sezgisi vb.) nedeniyle takımına maksimum faydayı sağlayıp, aynı maksimumda bir kontrat kapabiliyor. Belki de NBA basketbolunda ilk defa, bu oyuncuların ve kadrodaki diğer isimlerin Golden State’e uymaları değil, Golden State’i meydana getirmeleri bekleniyor. Bilinen basketbol literatüründe kimliklerini, kendilerine uygun görülen pozisyonlarda değerlendirmek zorunda kalsalar, olsa olsa bir play-off takımı olabilecek Golden State oyuncuları, çoğu zaman kesişen, birbiriyle oynayamaz denilen, birbirlerini frenledikleri iddia edilen kimliklerini özgürce sergileyerek, yeni bir ortak kimliği kendileri inşa ediyorlar. Kadrodaki her bir oyuncu olumlu ve olumsuz, artı ve eksi yanları ile olduğu gibi kabul ediliyor. Steve Kerr bu kadronun sélectionner’i ve herkesin kendi özgürlüğünü kavrayabilmesinin bir yardımcısı olarak Demokles’in kılıcından ziyade, John Keating’i andırıyor.

Önceden onlara sunulan ‘doğruları’ kabul etseler Bobby Dixon’ın atacağı her şutta kümede kalma hesapları yapacak olan Karşıyaka, Ufuk Sarıca’nın özgürlük-vericiliği sayesinde hiç kimsenin hayalinde bile göremeyeceği bir başarıyı elde edebiliyor. Sarıca yalnızca Dixon’ın kendisi olmasına izin vermiyor; bunu yaparken diğer oyunculara da Dixon ile aynı ‘değerde’ olduklarına inandıracak özgürlüğü tanıyor. Sonuçta ortaya farklı, tutulması imkansıza yakın ve karşı takımı şaşkına çeviren yeni bir basketbol kimliği çıkıyor. İnanç Koç bir final maçında saat işlediği sırada sahada bile yer almamasına rağmen, oyunu değiştirebiliyor. [3] Çünkü İnanç kendi kimliğini, Karşıyaka’da buluyor. Üstelik bu tek taraflı bir kendini buluş da değil: Karşıyaka’yı şampiyon yapan İnanç’ın saniyeleri, gerçekte hiç kimseyi savunamayan Juan Palacios’un takım arkadaşları tarafından sorgulanmadan kabul edilişi, resmen intiharsal bir çılgınlık olan tam saha baskının ta kendisi oluyor. Jon Diebler sadece köşede üçlük beklemiyor; muhtemelen on yaşında evinin bahçesindeki potaya attığı şutlar sırasında hayallerini kurduğu oyunu oynuyor. Dixon, İnanç, Palacios, Diebler ve diğerleri Karşıyaka basketbolunu bizzat inşa ediyorlar. İnşa ettikleri şey, onları yeniden-üretiyor, değerlerine değer katıyor.

Tam üç sene Euroleague’de final oynayıp bunların ilk ikisini kaybeden Real Madrid, Marcus Slaughter ve Ioannis Bourousis’i kenara çekebileceğinin, bu iki ucu keskin ‘kısalma’ operasyonunun bir de avantajı olabileceğinin farkına vardığı ilk finali kazanıyor. Sergio Rodriguez kendine en uygun rolü, yedekten de olsa nihayet sahipleniyor. Tıpkı Andre Iguodala’da olduğu gibi aslında takımın en iyi oyuncusu olmayan Andrés Nocioni, takımın en değerli oyuncusu seçiliyor. Üç yıldır normal sezonda sürekli tempoyu artırıp final-four’da frene basan takım, Pablo Laso’nun kararıyla sonunda dışarıdan büyük bir risk gibi görünen o çılgın tempoyu devam ettirmeye karar veriyor. “Final-four’larda savunmalar ön plana çıkar” klişesi, Real Madrid ilk defa kendi kimliği ile sahaya çıktığı anda yerle bir oluyor. Rudy Fernández’in iticiliğinden bile bir ivme yakalayabiliyor Madrid ve yüzlerin güldüğü bir alley-oop, belki de ilk defa üç kötü top kaybını telafi edebiliyor.

Elinden gelenin tümünü sahaya koyma, belirli bir seviyenin üzerinde atletik kabiliyetlere ve oyun aklına sahip olma gibi çok temel bazı prensiplerde (ki Laclau ve Mouffe bunlara evrensel gösterenler adını veriyor) anlaşmak dışında hiçbir önceden konulmuş kuralı kabul etmeyen bu yeni-basketbol, her bir oyuncunun yetenekleri ne kadar farklı olursa olsun kendi kimliğini sahaya yansıtması konusunda eşdeğerde özgür bırakıldığı radikal bir kopuşu işaret ediyor. Özgürlük mutluluğu getiriyor. Aidiyet hissi mutlulukla daha da güçleniyor. Klasik anlatının tam aksine, oyuncular ne kadar özgür bırakılırlarsa, takım oyununa adaptasyonları ve oyunun işleyişi o kadar sağlıklı kalıyor.

Herkesin kendi olabilmesi, herkesi mutlu ediyor.

2005’in Phoenix Suns’ının temellerini attığı, 2013 ve 2014 San Antonio Spurs’ünün ufak değişikliklerle kendi kimliğine adapte etmeye çalıştığı, her ne kadar çok eleştirilse de Mike Krzyzewski’nin ABD Milli Takımı’na oynatmak istediği ve sonunda gerçekten başardığı, Golden State Warriors ile zirvesine ulaşan bu oyun, [4] ‘kaos’ kelimesinin çağrıştırdığı dağınıklık ve düzensizlik, anlamından çok daha fazlasını ima ediyor.

En son gerçekten kendiniz gibi olduğunuzu hissettiğiniz o mutlu anı hatırlayın lütfen.

İşte o mutlu anlar bugün bazılarınca basketbola dönüştürülüyor.

Siyasetin acısının hiç durmadığı mutsuz yeni yüzyılda, mutlu basketbol kazanıyor.

Spor bir kez daha, umuda giden yolda birilerine ön ayak oluyor…

 

[1] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, (çev.) Y. Alogan, 1994/2006, İstanbul: Everest Yayınları.

[2] Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, (çev.) A. Kardam, 1985/2008, İstanbul: İletişim Yayınları.

[3] Socrates, Ağustos 2015 sayısından.

[4] “Modern basketbol” olarak adlandırılan oyunun en güzel ve üzerinde en uğraşılmış tariflerinden birini, bu ülkenin “güzel insanlarından” Kaan Kural, “bu ülkenin başına gelen en iyi işlerden biri olan” Yazıhane Yıllık için yapmıştı. Okuyup ufuk açıcı bir tecrübe yaşamak isteyenler için bknz., “Bu Oyun Böyle Oynanır,” Yazıhane Yıllık: Dünya Yanarken, 2015.

Comments Off on radikal basketbol: özgür, mutlu, yeni

Filed under Spor, Teori

kurbanda kierkegaard

Kan toprağa karıştığında tuhaf bir kokusu oluyor.

Küçükken bakmamak için kafamı çevirdiğim sahneler var aklımda. İnsanın görmediği bir sahne nasıl aklına gelebilir ki? Geliyor işte. Neden diye sorguladığımı anımsıyorum. Neden hayvanlar kesiliyor? Anneannemin annesi cevap veriyor: “Allah günahlarımızı böyle affediyor.” Bir yerde Allah. Bir yerde ben. Bir yerde havyanlar. Bağlantı kuramıyorum. İşe bir de İbrahim Peygamber falan dahil oluyor, konudan iyice sapıyorum. Çok da fazla kafaya takmadan, biraz sonra tencereden yükselip topraktan gelen kan kokusunu bastıracak yemek kokularına kaptırıyorum kendimi. Afiyetle yiyorum kurban etini.

Biraz kekik, biraz karabiber, bolca tuz.

Søren Kierkegaard işe benden ‘biraz daha’ derin yaklaşıyor.  Kendi çocuğunu öldürecek bir insanın yolculuğunu tahayyül etmeye çalışıyor. Yol boyunca İbrahim’in oğluna hiçbir söz söyle(ye)memesini, hikayenin uzaktan izlendiğinde bile anlaşılamaz ve absürd olduğu fikri ile destekliyor. Korku ve Titreme [1] isimli kitabı boyunca İbrahim’in Tanrısına boyun eğişini, imkansız bir yolculuğa çıkışını ve ölümü (katli) bile bile o yolculuğa devam edişini, sıradan bir insanın hayatı paralelinde açıklamaya kalkışıyor. “Absürd” diyor varoluşumuza Kierkegaard. Absürd çünkü her insan – hayatının bir aşamasında – bir gün sona ereceğini bildiği bir yolculuğa çıkmış vaziyette buluyor kendini. İbrahim’den farklı olarak, o yolculuğa “neden çıktığını” da bilmiyor üstelik. Sadece yolun biteceğini biliyor. Bir gün bitecek bir yolculuğa göre ne çok kuralın, ne çok şartın, ne çok yapılması/yapılmaması gereken şeyin olduğu üzerine insanların pek azı Kierkegaard kadar kafa patlatıyor. O, tüm bunlara bireylerin tek başlarına icat etmedikleri, aksine adeta içine düştükleri ‘evrensel etik’ kuralları adını veriyor: Çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, acı çekmeyecek/çektirmeyeceksin, vb…

Bu absürd hikayenin sonunda her insan aslında “kurban”ını arıyor. İbrahim, Tanrısının sevgili bir kulu olarak sınanıp ödüllendiriliyor. Kurbanı kesmek, acıdan kurtulmak anlamına gelmesinin ötesinde, kurban aslında bizzat insanın varoluşunu onaylıyor. Tabi herkes İbrahim kadar şanslı olmuyor. Aslında çoğu insan bu hikayenin kötü bir kopyasına bile sahip olmuyor. Oscar Wilde’ın söylediği gibi, “insanların çoğu yaşamıyor, sadece var oluyor.” [2]

Kierkegaard, başta kendi var oluşunun, sonra da tüm insanlığın var oluşunun temelinde İbrahim’in susuşunu da açıklayan “iman”ın olduğunu öne sürüyor. İnançtan, cezadan, korkudan farklı bir kavram iman. Kierkegaard’ın sözlüğünde tam karşısında Tanrı yatsa da, her iman illa ki bir Tanrı ile sınava çekilmiyor. Üstelik Kierkegaard’ın imanında bile “kurbanı kestik, çünkü Allah bizden bunu istedi” açıklaması bir iman türü sayılmıyor. Sorgulanmadan, bireyin kendini işin içine katmadan yaptığı hiçbir eylem Kierkegaardçı bir imana örnek sayılmıyor. Kurbanı neden kestiklerini düşünmelerini istiyor Kierkegaard insanlardan. Neden oruç tuttuklarını, neden Kabe’ye gidip ‘şeytan taşladıklarını,’ neden orada üst üste kalıp nefes alamadan can veren yüzlerce insanın ölümlerinin sadece “kaderle” veya “fıtratla” açıklanamayacağını düşünmelerini istiyor. Çünkü var-olmak, varoluşla aynı anlama gelmiyor. Bugün çoğu insan, ucunda bir Tanrı fikri olsun ya da olmasın, varoluş amacına (telos‘a) işaret eden bir imanın içinde yer almıyor. Korku ile, ceza ile, olasılık hesapları ile, süperegoyla başa çıkma amacı ile, “ya varsa?” safsatası ile ritüellerin içinde huzur bulmaya çalışıyor. Aşağıdaki dili ağır, okuması zor ve belki haddinden fazla uzun [3] alıntı, evrensel etik, bireysel (tikel) amaç, iman ve kurban kavramları özelinde, hayatın absürdlüğüne Kierkegaardçı bakışı açıklıyor. Bir kurbanda, kurban etinin yanında iyi gideceğini düşündüm…

“Etik olan aslında evrensel olandır, evrensel olan da herkes için geçerlidir, ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, her an geçerlidir. İçkin olarak kendine dayanır, kendisi dışında telos’u [amacı, hedefi] olan hiçbir şey yoktur, dışarıdaki her şeyin telos’u kendisidir, etik olanla birleşince de artık daha öteye gidemez… İman tam da bu paradokstur, tikel olarak bireyin evrenselden daha yüce olması, evrenselle mukayese edildiğinde haklı çıkması, ast değil üst olması – fakat öyle bir şekilde ki, dikkat ediniz, tikel olarak evrenselin altına girdikten sonra, evrensel aracılığıyla tikel olarak evrenselden daha üstün durumdaki bireye dönüşen, tikel bireydir; çünkü tikel konumdaki birey mutlak ile mutlak bir ilişki içindedir. Bu konuma aracı giremez, çünkü bütün aracılıklar evrensel sayesinde meydana gelir; bu bir paradokstur ve bütün ebediyet boyunca paradoks olarak kalacak, düşünceye erişemeyecektir…

İbrahim imanı temsil eder ve iman gerçek ifadesini onda bulur, ki onun hayatı düşünülebilecek en paradoksal hayat değil, hiç düşünülemeyecek kadar paradoksal hayattır. İbrahim absürdün sayesinde hareket eder, tikel olarak evrenselden yüce olması tamamen absürddür. Bu paradoksa aracılık edilemez; bunu yapmaya kalkışır kalkışmaz bir ayartma sınavında olduğunu kabul etmek zorunda kalır, o durumda asla İshak’ı kurban etme noktasına gelmez, ya da İshak’ı kurban etmişse, pişmanlık duyarak evrensele dönmelidir. Absürd sayesinde İshak’a tekrar kavuşur. Bu sebeple İbrahim hiçbir anda trajik bir kahraman değildir, bambaşka bir şeydir, ya bir katildir ya da bir mümin. Trajedi kahramanını kurtaran orta terime İbrahim sahip değildir…  Trajedi kahramanı yine de etiğin içerisinde kalır. Etiğin ifadelerinden birinin kendi telos’unu etiğin daha yüce bir ifadesinde bulmasına izin verir; babayla oğul, ya da babayla kız arasındaki etik ilişkiyi, diyalektiğini ahlaklılık fikriyle olan ilişkisinde bulunduran bir duyguya indirger. Burada etiğin kendisinin teleolojik bir askıya alınışı söz konusu değildir.

İbrahim’in durumu farklıydı. Edimiyle etiği tümden çiğneyip onun dışında daha yüce bir telos’a sahip oldu ve onunla olan ilişkisinde etiği askıya aldı. İbrahim’in ediminin evrenselle ilişkisi haline nasıl getirileceğini çok bilmek isterdim, yani İbrahim’in yaptığıyla evrensel arasında (onun çiğnenmesi hariç) herhangi bir bağ bulmanın mümkün olup olmadığını. Bunu bir halkı kurtarmak uğruna yapmadı, devlet fikrini sürdürmek için de değil, kızgın tanrıları yatıştırmak için de değil. Eğer bir tanrının kızgınlığı söz konusu olsaydı, o sadece İbrahim’e kızgın olacaktı, İbrahim’in eylemi ise bir bütün olarak evrenselle hiç ilintili değil, tamamen kişisel bir sorumluluk üstleniş şekli. Bu yüzden, trajedi kahramanı ahlaki erdeminden dolayı büyükken, İbrahim tamamen kişisel erdeminden dolayı büyüktür. İbrahim’in hayatında etiğin bundan daha yüce bir ifadesi yok: Baba oğlunu sevecek. Bu örnekte ahlaklılık anlamında etik söz konusu değildir. Evrensel mevcut olduğu sürece, gerçekten de İshak’ta örtülü olarak vardı, adeta İshak’ın böğründe gizliydi, o yüzden de İshak’ın ağzıyla bağırmalıydı, ‘Yapma! Her şeyi boşa çıkaracaksın.’

Peki İbrahim bunu neden yaptı o zaman? Tanrı için ve (bununla tam özdeş olan) kendi için. Bunu Tanrı için yaptı, çünkü Tanrı imanını böyle ispatlamasını istedi; bunu kendi için yaptı, ispatı sağlamak için. Bu iki görüşün birliği bu durumu nitelemek için daima kullanılagelen kelimeyle mükemmel bir şekilde ifade edilir: Bu bir sınamadır, bir ayartma [Fristelse]. Ayartma – fakat anlamı ne? Normalde bir insanı ayartan şey onu görevini yapmaktan alıkoyar, fakat bu örnekte onu Tanrının isteğini yapmaktan alıkoyacak olan ayartmanın kendisi etiktir. O halde görev denilen şey nedir? Görev tam olarak Tanrı iradesinin ifadesidir.

İbrahim’i anlamak için burada yeni bir kategorinin gerekliliği açıkça ortaya çıkıyor. İlahlarla olan böyle bir ilişkiyi putperestler bilmezdi. Trajedi kahramanı ilahlarla özel bir ilişkiye girmez, ama onun için etik olan ilahidir, böylece onun durumundaki iman edilen paradoks, evrenselin içinde aracılık bulabilir.

İbrahim’e aracılık yapılamaz, aynı şey onun konuşamayacağı söylenerek de ifade edilebilir. Konuşur konuşmaz evrenseli ifade ederim, eğer öyle yapmazsam, kimse beni anlayamaz. Bu yüzden, eğer İbrahim kendisini evrensel deyimlerle ifade edecek olursa, durumunun bir ayartma sınavı olduğunu söylemesi gerekir; çünkü o, çiğnediği evrenselin üzerinde duran o evrensel için daha yüce bir ifadeye sahip değildir…

Fakat şimdi, etik bu şekilde teleolojik olarak askıya alınınca, üzerinde etiğin askıya alındığı birey nasıl var olur? Evrensele karşıt tikel olarak var olur. O halde günah mı işlemiş olur? Çünkü bu, ideal olarak bakıldığındaki günah biçimidir. Tıpkı, kendi varlığının henüz bilincinde olmadığı için günah işlemeyen çocuk gibi, fakat ideal olarak bakıldığında varlığının günah olmadığı ve etiğin her geçen an ondan talepte bulunmadığı anlamı çıkmaz. Bu biçimin [yetişkinde] günah sayılmayacak şekilde tekrarlanabileceği inkar edilirse, o zaman İbrahim’in mahkumiyet hükmü verilir. Peki o zaman İbrahim nasıl var oldu? İnanıyordu. Onu tam sınırda tutan bu paradokstur, onu kimseye izha edemez, çünkü buradaki paradoks onun kendisini birey olarak mutlak ile mutlak bir ilişkiye koymasıdır. Bunu yapmakta haklı mıdır? Onun haklılığı bir kere daha paradokstur; çünkü eğer haklı çıkarsa hiçbir şekilde evrensel olan bir şey sayesinde değil, tekil birey olma sayesindedir.

O zaman birey kendisinin haklı çıktığından nasıl emin olabilir? Bütün varoluşu devlet fikrine ya da toplum fikrine indirgemek çok basit. Eğer bunu yaparsa o zaman aracılık etmek de basit olur, çünkü o durumda bireyin birey olarak evrenselden üstün olduğu paradoksuyla hiç karşılaşmaz.

Fakat şimdi İbrahim’e dönüyorum. Sonuçtan önce, İbrahim ya her dakika bir katildi, ya da bütün aracılıklardan daha yüce bir paradoksla karşı karşıyayız.

İbrahim’in hikayesi bu yüzden etiğin teleolojik askıya alınışını içerir. Birey olarak evrenselden daha üstün olmuştur. Aracılığa izin vermeyen paradoks budur. Bunun içine nasıl girdiği ne kadar açıklanamazsa, içinde nasıl kaldığı da aynı derecede açıklanamaz. Eğer İbrahim’in durumu bu değilse, o zaman trajedi kahramanı bile değil, bir katildir. Onu imanın babası diye anmaya devam etmek, kelimelerden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlara bundan söz etmek düşüncesizliktir. Bir insan kendi gücüyle trajedi kahramanı olabilir – ama bir iman şövalyesi olamaz. Bir insan trajedi kahramanının çetrefil yoluna girince, yol göstereni çok olacaktır; imanın dar yollarını takip eden bir kişiye hiç kimse yol gösteremez, hiç kimse onu anlayamaz. İman bir mucizedir, fakat bundan hiç kimse dışlanmamıştır; çünkü bütün insan hayatının aynılaştığı yer tutkudur ve iman da bir tutkudur.” [4]

 

[1] Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme, N. E. Düzen (çev.), İstanbul: Pharmakon, 1843/2014.

[2] “To live is the rarest thing in the world. Most people exists, that is all.” Oscar Wilde, “The Soul of Man Under Socialism,” Collected Works of Oscar Wilde içinde, Hertfordshire: Wordsworth Editions, 1891/1997, s. 1046 (1041-66).

[3] Eğer alıntının yapıldığı kitabın Türkçe yayın haklarına sahip olan Ayrıntı Yayınları, alıntının uzunluğunda etik ya da hukuki bir ihlal olduğunu düşünüyorsa, hongur@etu.edu.tr adresinden bana ulaşabilir. Metni memnuniyetle kaldırabilirim/kısaltabilirim.

[4] Søren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, (der.) R. Poole ve H. Stangerup, (çev.) N. Çatlı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1983/2013, ss. 179-84.

Comments Off on kurbanda kierkegaard

Filed under Teori

ozan arif, şivan perwer’in yerini alınca…

Üstüne haki yeşilden kalın bir bez çekilmiş pazar yerleri geliyor aklıma.

Tezgahlarda satılanların ne olduğunu anlamak için dikkat etmeniz gerekir ya hani. Şekiller ve kokular yardımcınız olur en başta, gözünüz alışana kadar pazarın karanlığına, kalabalığına, karmaşasına. Sadece güneşten korunmaya değil, aynı zamanda birbirinden kopuk tezgahları birleştirip bir ‘yer’ haline getirmeye de yarar o bez parçası. Onun altında olup bitenleri ‘bir’ yapar; kuralları, kuralsızlıkları, alanları ve verenleri ile birlikte, yaşayan, nefes alan bir şeye dönüştürür.

Bazen rüzgar eser… Bir iner bir kalkar. Aradan her şeyi bir anlığına da olsa gözle görülür yapan güneş sızar. Tam o anda bir tezgahtaysa gözünüz ve elinizle seçmeye çalıştığınız şeye vurduysa güneş, şanslısınızdır. Aval aval geziniyorken yakalanırsanız, canınıza okur. Aklınız artık, elinizdeki kilolarca sebze-meyve torbalarıyla akan terinizi nasıl sileceğinizden başka bir şeye çalışmaz ama cevap da bir türlü bulunmaz. Güneşin açığa çıkarttığı renklerin yeniden karanlığa gömülmesiyle, gözünüzün yeniden tezgahtakilere alışmaya çalışması da eşzamanlı gerçekleşir. Sanki tüm hikaye en baştan başlamış gibi…

Sıcak, terli, karanlık…

Ne oldu bilmiyorum. Bilen birileri var mı, onu da bilmiyorum. Sebebi neydi de yeniden günlük cehennemini kan kırmızısına çevirdi ülke, inanın ki bir fikrim bile yok. Her gün ölü saymaya neden başlandı yeniden? Açılımlar, kapanımlar; ziyaretler, görüşmeler; aklı başında olan-olmayan adamlar…

Şivan Perwer’den Ozan Arif’e nasıl geçildi bir anda?

Neden bir denge yok hayatta?

Pazar yerinin hakisini güneş aydınlatmıştı, Türkiye’nin üzerindeki pis bez parçasını insanların kanları karartıyor. İçinde olup bitene anlam verebilmek için gereken güneş çoktan batmış, kan kokusu ve kan kırmızısı boyuyor tüm tezgahları. Ne var ne yok görebilmek için elimize aldığımız her şeyden kan damlıyor. Kan, görüşümüz oluyor. Kan, görebildiğimiz oluyor. Kan, görmek istediğimiz oluyor.

İşin içine kan girince, anlaşılan o ki, insan ‘özüne’ dönüyor.

Cennetten, şehitlikten, cesaretten, adaletten – nerede bir metafizik anlatı varsa hepsinden – konuşulur oluyor. Elle tutulmaya çalışılan acılar ve öfkeler nehri akıyor herkesin zihninde. Herkes onun kanlı ıslaklığından nasipleniyor.

Aslında hayatta bir denge var diyor Arthur Schopenhauer. Hayatın bir dengesi vardır ve bu dengeyi insanın özü sağlar. İyiliği bir istisna olarak alırsanız, diye ekliyor, hayatın bir dengesi olduğunu ve bu hayatı dengede tutanın da herkesin içindeki kötülük olduğunu anlarsınız.

“Gerçekte vahşi ve korkunç bir hayvandan başka bir şey değildir insan. Biz, onu evcilleştirilmiş ve dizginlenmiş haliyle tanıyoruz ki uygarlık dediğimiz şey de budur. Bu yüzden de arada bir gerçek tabiatı ortaya çıkarsa dehşete kapılıyoruz.” [1]

Bizler diyor Schopenhauer, “kelimenin tam anlamıyla kötülükçü hayvanlarız.” (l’animal méchant par excellence) “Çünkü insan, sadece zarar vermiş olmaktan başka bir amaç gütmeksizin başkalarına acı veren tek hayvandır… Hiçbir hayvan, bir diğerine sadece işkence etmiş olmak amacıyla işkence etmez ama insan yapar bunu. Ve işte onun karakterindeki safi hayvani olandan çok daha kötü olan şeytani özelliği de bu oluşturur.” [2]

Schadenfreude, yani başkalarının başına gelen talihsizliklerden duyulan haince zevk, [3] insan tabiatındaki en kötü özellik olma niteliğini korur. Zalimlikle benzerliği hayli fazla olan bir histir bu ve doğruyu söylemek gerekirse ondan ayrılışı sadece teorinin pratikten ayrılışı gibidir.” [4]

Uygarlık dediğimiz, Schopenhauer’a göre, bu içsel kötülüğümüzü gizleyecek maskelerin icadından başka bir şey değildir aslında. Her bir bireyin içinde tek tek bulunan kötülükler, uygar maskelerin ardına saklanır ve maskeyi takan o gözlere ‘barış’ gibi, ‘mutluluk’ gibi, ‘yardımlaşma’ gibi, ‘merhamet’ gibi gözükür. Herkesin istediği bunlarmış gibi, ahlak bile bu maskeli kavramların üstüne kurulmuştur. Sözde toplumdan istenen, özlenen şeylerdir bunlar. Ama gelin görün ki, aynı toplumdur bunları birer istisnaya dönüştüren.

“Zira bizim medeni dünyamız, şövalyelerle, askerlerle, eğitimli insanlarla, avukatlarla, rahiplerle, filozoflarla ve daha bilmediğim başkalarıyla karşılaştığınız büyük bir maskeli balodan başka nedir ki? Fakat göründükleri kişiler değildir bunlar [pek çok insan bir başkasını gerçekte olduğu gibi görebilseydi eğer dehşete kapılırdı]; sadece birer maske ve kural olarak onun arkasında daima servet avcılarıyla karşılaşırsınız. Örneğin birisi maksatlı olarak barodan elde ettiği ve sadece bir başkasını daha sağlam ve kesin bir biçimde hezimete uğratabileceği hukuk maskesini geçirir yüzüne; bir başkası aynı niyetle yurtseverlik ve kamu yararı maskesini seçer; bir üçüncüsü ise din veya öğretide arılık ilkesini benimser; birçokları ise her türlü amaç için zaten felsefe hatta insanseverlik maskelerini ve benim bilmediğim daha başkalarını geçirmiştir yüzüne.” [5]

Tüm bu büyük ve boş kavramlar aynıdır Schopenhauer’a göre: hukuk, yurtseverlik, din, insanseverlik… Hadi biz de ekleyelim birkaç tane daha: demokrasi, oy, çözüm, vatan, şehit, cennet, kahramanlık, baba, anne, yetim, feda, evlat…

“Bırakalım da gençler, bu maskeli baloda elmaların balmumundan, çiçeklerin ipekten, balıkların mukavvadan yapıldığını ve her şeyin ama her şeyin birer oyuncak ve ufak zırvalıktan ibaret olduğunu öğrensinler.” [6]

Bırakmadılar, Sayın Schopenhauer. Siz öldüğünüzden beri yüz elli beş yıl geçti ama kimse gençlerin zırvalıkları öğrenmesine izin vermedi. Sizin zamanınızın gençleri nasıl boşlukları gerçek sandıysa, bugünküler de öyle yapmaya devam ediyor. Bu geçen yıllarda aynı boş zırvalar için iki tane dünya savaşı bile yapıldı. Üstünden nükleer silahlar, soğutulmuş savaşlar, sabun yapılan insanlar, petrol kokan özgürlükler, içinden sermaye akan liberteler, mide bulandıran ideolojiler, doğal sanılan icatlar geçti. Devletler isim aldı. Sınırlar her gün yeniden çizildi. Cennet kokusu diye yutturulan ağız kokuları sardı etrafı. Gençler sadece izlediler. İzlettirildiler.

Tüm bu karmaşada Şivan Perwer ile Ozan Arif’i birbirinden çok farklı gördüler.

Maskeler düşer gibi yapınca, uyanmak istediler.

Şimdi uyku ilaçları girdi devreye… Uyanmanın ihtimalini bile yok ettiler.

[1] Arthur Schopenhauer, İnsan Doğası Üzerine, (çev.) E. Yıldırım, 1836/2014, İstanbul: Oda, s. 18.

[2] A.g.e., s. 21.

[3] Aslında “Schadenfreude” kavramındakine benzer bir içeriği, Schopenhauer’dan neredeyse yüz yıl önce, muhafazakar düşüncenin peygamberlerinden Edmund Burke’te bulabiliyoruz. Burke, 1757 yılında kaleme aldığı bir yazıda, “başkalarının gerçek talihsizliklerinden ve acılarından bir miktar, hem de az sayılmayacak bir miktar, zevk aldığımıza inanıyorum,” diyor ve ekliyordu, “zira görünürdeki duygulanım ne olursa olsun, eğer bizi bu tür nesnelerden sakınmaya itmiyor ve tam tersine bizi onlara doğru çekiyor ve onlar üzerinde durmamıza neden oluyorsa, bu durumda bu tür nesneleri [veya olayları] seyre dalmanın bize şu ya da bu türden bir keyif verdiğine inanırım.” Mutlak haz (pleasure) kavramı ile acının ve tehlikenin bizden uzakta olduğunu bilmenin bize verdiği keyif (delight) kavramı arasında önemli bir fark göre Burke, “dehşet, ensemizde hissetmediğimiz müddetçe her zaman için keyif veren bir tutkudur,” derken Schopenhauer’ın kavramsal öncüllüğünü yapma gibi bir niyete sahip değildi elbette… Edmund Burke, Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma, (çev.) M. B. Gümüşbaş, 1757/2008, Ankara: BilgeSu, ss. 48-49.

Schopenhauer’e “hocam” diyen ama birçok konuda kendisiyle ters düşen Friedrich Nietzsche de ‘insanın zulmetme aşkı’ konusunda hocasına katılıyor gibi görünüyor: “Başkalarının acı çekişini görmek, mutlu kılar insanı, başkalarına acı vermek daha da mutlu.” Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne: Bir Kavga Yazısı, (çev.) A. İnam, 1887/2015, İstanbul: Say, s. 82.

Kelimeyi (“Schaudenfreude” biçiminde) yanlış yazmış olsa da Tuncay Birkan, – Refik Halid Karay’ın Memleket Yazıları derlemesi için kaleme aldığı önsözde – Türkçeye çevrilemeyeceği söylenen bu kelimeye dair en başarılı çevirinin – Nahid Sırrı Örik’e ait – “siyah sevinç” tabiri olabileceğini öne sürüyor. Ben de gayet başarılı bir ikame olabileceğini düşünüyorum bu tabirin. Refik Halid Karay, Memleket Yazıları – 2- Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da, 2014, İstanbul: İnkilap, s. 45.

[4] Schopenhauer, İnsan Doğası Üzerine, s. 23.

[5] A.g.e., 17.

[6] A.g.e., 18.

Comments Off on ozan arif, şivan perwer’in yerini alınca…

Filed under Güncel, Teori