Sosyal bilimlerin “Soğuk Savaş’ın sonu” konusunda çuvalladığı, elle tutulur hiçbir yaklaşımın 1989 itibariyle Soğuk Savaş diye bir şeyden söz edilmeyecek olduğunu tahmin edememiş olmaları doğrudur. Dönemin sosyal bilimcilerinin 1950’den 1990’a kadar geçen kırk yıllık süreci neredeyse sessiz birer pantomim seyircisi gibi izleyip, yaklaşan dönüşümü ve koca bir devrin kapanışını, bu sürecin son anlarına dek o kutsal soğukluğa konduramamış olmaları, belki de tüm sosyal bilimlerdeki ‘tarafsızlık’ mitini baştan sona zorlayacak, hatta onu alaya alacak kadar ciddi bir meseledir; öyle de olmalıdır…
Lakin sosyal bilimlerin Soğuk Savaş karavanası türünün tek örneği değildir. 1980’lerin “küreselleşme” çağrıları 1990’ların “çokkültürlülük” söylemleri ile kol kola vermişken; pek az ses, 2000’leri karşılayacak “otoriter yönetimlerin dönüşü”nü dillendirmeye, “yükselen sağı” anlamaya, “ulus-devletin ve korumacılık politikalarının yeniden-şahlanışını” öngörmeye muktedir olabilmiştir. Matthew Horsman ile Andrew Marshall’ın Batılı-olmayan coğrafyalarda ortaya çıkan terörist gruplara, yersiz-yurtsuz şiddet hareketlerine ve göçlere bakarak ulus-devlet sonrasına atfettikleri “kabilecilik” (tribalism) anlatıları [1] dahi bir döneme “acaba?” soruları sordurtmuş olsa bile bugünkü görüntüyü yakalamaya bir hayli uzak kalmıştır. Zira o günlere 2018’den yaklaştığımızda belki paramparça olmuş eski Yugoslavya, Irak, Suriye gibi hikâyeleri tahmin edilebilir bulsak dahi, ilk siyahi başkanından para babası redneck’ine ‘düşmüş’ bir Amerika’yı, yirmi yıldır Rusya’yı büyük baskı ve kontrol araçlarıyla yöneten eski bir ajanı, Dünya Kupası kadrosunun yarısı ‘gurbetçi’ aile çocukları ile dolu olan Almanya’da “çokkültürlülüğün ölümünü ilan etmiş” [2] bir sultanı, Avrupa Birliği’nden çıkmış bir Birleşik Krallığı ve daha birçok “milli” örneği, “kabileci” motivasyonlarla açıklamamız pek de mümkün gözükmüyor.
Türkiye, her zaman olduğu gibi bu parçalı bulutlu resmin ortalarında güneşin pek uğramadığı, şimşeklerin çakıp durduğu, yağmurun şiddetle yağdığı ama henüz girdapların başlamadığı bir geçiş bölgesini işaret ediyor. Sosyal bilimlerde üzerine en çok konuşulan vakalardan biri olsa da Türkiye üzerine yazıların çoğu – gerek sansürden gerek oto-sansürden kaynaklanarak – üzeri kapalı ‘endişeleri’ dile getiren şifreli metinlerden öteye gidemiyor. İyinin de kötünün de yanına konuşlandırılmış “…ama…” eklentileri, yapılan tüm tartışmaları Soğuk Savaş-öncesi çekingenliğin kucağına bırakıyor. Bu yüzden de en azından benim, olan biten üzerine, olmayan ve bitmeyen üzerine, sürekli tekrarlar üzerine, süreksiz ölümler üzerine, görmekten bıktığım yüzler üzerine, bir türlü haberini alamadığım konular üzerine, duyunca çıldırmak istediğim haberler üzerine, sükûnetime benim bile şaşırdığım felaketler üzerine, gerçek-olmayan hakikatler üzerine, gerçek-sayılan fanteziler üzerine, çoğul olamamış çoğunluklar üzerine, tekil kalamamış azınlıklar üzerine… herhangi bir şey yazasım gelmiyor.
Gözlemlerim, bana bu bezmişliğin ve çekingenliğin yalnızca bilim insanlarında veya – benim durumumda olduğu gibi – ülkenin haline kafa yormaya çalışan insanlarda değil, toplumun büyük kesiminde mevcut olduğunu gösteriyor. Ülkede siyaset, kamusal bir alanda bireylerin birlikte karar vermeleri ve kanaat oluşturmaları şeklindeki Hannah Arendt’çi “varlık koşulu” olma vasfını [3] çoktan kaybetmiş ve iki güçsüz takım arasındaki küme düşme(me) maçına indirgenmiş durumda. Kaybeden taraf, artık “bu ligde oynamadığı” hissiyatına kapılırken; kümede kalanın gelecek yıl ne yapacağı, yine mi kümede kalma mücadelesinde olacağı, yoksa daha mı yukarıları hedefleyeceği belirsiz. Gelin görün ki, maç sonunda ilk taraf ölüp biterken, ikinci taraf dünya şampiyonu olmuşçasına seviniyor. Biri “dünya fatihi” ilan edilirken, diğeri kendini “tecavüze uğramış” hissediyor. Kamusal alanın öteki yanında insan haklarıymış, kadın olmakmış, hayvanlara işkenceymiş, yoksullukmuş, işsizlikmiş, depresyonmuş… hiçbiri önem taşımıyor.
İşte bu yüzden 24 Haziran 2018 seçimleri öncesindeki ‘değişik hava’ beni bir şeyler yazmaya yeniden heveslendiriyor. Ya da en azından bana öyle geliyor. Yanlış anlaşılmasın, seçimlerin sonrasında herhangi bir şeyin, herhangi bir anlamda bir değişikliğe uğrayacağını tahmin etmiyorum. 2014’te yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015’te iki adet genel seçim, 2017 anayasa referandumu ve şimdi de 2018 erken seçimleri olmak üzere son dört senede altıncı (ve belki de 8 Temmuz itibariyle yedinci) seçimine giden bir ülkede, bu seçimden sonrasının da ölüm-kalım meselesiymiş gibi simgeselleştirileceğine ve sonrasında bu ölüm-kalım meselesinin de bir ‘ertelemeye’ tabi kılınacağına şüphem yok. Demokrasi pratiklerinde ve teknolojisindeki türlü değişime ve düzenlemeye rağmen partilerde, seçmenlerde, seçimlerde ve söylemlerde bir değişiklik zaten gözlemlemiyorum ve bunların sonucunda bir kırılma anı yaşanması da bana bir hayli uzak bir ihtimal gibi geliyor.
Benim ilgimi cezbeden şey, artık sıradan bir futbol maçı önemine hâsıl olmuş seçim meselesinde, çoğu insanın ıskaladığını düşündüğüm bir soruyu sormak: “Nerede oy kullanıyoruz?”
Yo hayır… Bu pazar günü mührünüzü basıp bir zarf içine katlayarak yerleştireceğiniz kâğıdın hangi sandıkta, sınıfta, okulda, mahallede, semtte, ilçede, ilde veya ülkede olacağını sormuyorum. İstediğim bana (ya da kendinize) ülkenizi tarif etmeniz. Hangi Türkiye’de oy kullanıyorsunuz, onu merak ediyorum. O Türkiye’yi nasıl tanımladığınızla ilgileniyorum. Neler var o ülkenin geçmişinde, bugününde ve yakın/uzak geleceğinde? Sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor? Üzerinde kimler yaşıyor? Komşuları kim? Düşmanları, dostları kim? Yenilgileri neler, zaferleri neler? Ve pek tabi ki sizin bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, ne kadar uyuşuyor sizce diğerlerinin yanıtlarıyla?
Ben kendi yanıtlarımı burada vermeye çalışayım.
Önce sınırlar ile başlayalım. Horsman ve Marshall’ın yukarıda bahsettiğim çalışmalarını da içine alan 1990’ların küreselleşmeci literatürü, içinde yaşadığımız (bu-)günler için bir “ulus-devlet sonrası” hayal ediyordu kuşkusuz ama öyle sanıyorum ki, hayal ettikleri şey ile bugünkünün pek bir ilgisi yoktu. Onların vizyonunda farklı kültürlerin ve kimliklerin bir arada sorunsuzca var olabildiği, daha fazla insanın ülkesi-dışında çalıştığı/yaşadığı, füzyon mutfağın ve sentez şarkıların at koşturduğu bir dünya vardı. Burada yaşanacak sorunlar, henüz bu vizyona göre eğitilmemiş, küreselleşmenin meyvelerinden tadamamış ‘heyecanlı ve öfkeli gençler’den doğacak ve bu gençlerin zaman içinde ehlileştirilmeleriyle son bulacaktı. Bugünkü tabloda ortaya çıkan şey, aynı apartmanda aynı anda pişen körinin, lahananın, kavurmanın, waffleın ve salçanın birbirlerinin tüm moleküllerini tehdit eden ve tahammül sınırlarını zorlayan kötücül karışımlarına benziyor. Gençler teröristlere, bombaların ardı arkası kesilmeyen şehirler kan dolu mezbahalara, vatandaşlar ise rövanş isteyen taraftarlara dönüşüyor. Charlie Hebdo’dan Reina’ya, Kumrular Sokak’tan Stade de France’a, Orlando Night Club’dan Utøya’ya farklılıklar zenginliklere değil, kan ve irin dolu bulamaçlara yol açıyor.
Ama tüm bunların ışığında anlaşılabilecek ve tüm bunları kapsayan daha önemli bir gelişme yaşanıyor hemen hemen tüm dünyada ve elbette Türkiye’de. Karasal anlamda kuruluş sınırları ile hayatlarına devam eden ulus-devletler, yönetimsel anlamda artık birer ulus-devlet gibi değil, imparatorluk gibi yönetiliyor. Michel Foucault buna “yönetim zihniyeti” [4] (governmentality) diyor. Bir devlet (ya da alelade bir kurum), bizzat devlet (ya da kurum) olma vasfını sadece kâğıt üzerinde görünen sınırları ile değil, aynı zamanda o sınırlar üzerinde işletilen yönetim biçimiyle de kazanmaktadır. Avrupa’da 900 ile 1900 yılları arasında yaşanan ve imparatorlukları modern ulus-devletlere dönüştüren bu süreç, imparatorlukların artık yönetilemez sınırlara ve finanse edilemez savaşlara sahne olması nedeniyle yönetim zihniyetinde devrimci bir dönüşüme gitmiş, imparatorlukların sürekli genişletilen sınırlarından, ulus-devletlerin kesin olarak belirlenmiş sınırlarına geçiş, bu zihinsel farklılaşmanın başat sonucu olarak ortaya çıkmıştı [5]. Bugün şahit olduğumuz şey ise (belirli sınırlar içine ve o sınırları korumaya odaklanırken, o sınırlar üzerinde yaşayan insanlarla kimlik temelli bir sözleşme yaptığını varsayan) ulus-devletçi zihniyetin – ulusal sınırlarına tutunmaya devam ederken – nüfuz alanını hâlihazırda parçalanmakta olan başka ulus-devlet sınırları üzerine de genişletmeye çalışmasına dayalı yeni-imparatorlukçu bir zihniyete geçiş yapıyor olması.
Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulduğu Fransız-tipi sivil ulus-devlet modelinin ve onun getirdiği Batıcı, Aydınlanmacı, rasyonalist ve pozitivist ulus-devlet değerleri, bugün bu yeni-imparatorlukçu refleks tarafından nostaljik bir Osmanlı okumasına tabi tutuluyor. Daha birkaç yıl on yıl önce birer “kazanım” olarak değerlendirilen ulus-al değerler, bugün Osmanlı mirasından “kaybedilmiş hazinelerin” yerine getirilmiş “fabrikasyon taklitlere” benzetiliyor [6]. Artık (Eski) Türkiye’nin misak-ı milli sınırları ile çerçeveli ve Batı-yönelimli iç-dış politika pratiğinden değil, parçalanmış Irak’ta, savaş içindeki Suriye’de, Suriye’den gelen göçmenlerde, Somali açıklarında, Filistin topraklarında, sürekli mevki değiştiren türbelerde söz sahibi olan bir (Yeni) Türkiye’den söz ediliyor. Bu Yeni Türkiye’de seçimler, eskiden olduğu gibi sadece iç politikayı değil, doğrudan dış politikayı da etkiliyor. Bir zamanlar bu gelişmeyi, “de-militarizasyon” ya da “Türkiye’nin sivilleşmesi” olarak yorumlayan çoğu başat figür ise bugün yalnızca gazetelerindeki köşeleri değil, özgürlüklerini de kaybetmiş gibi görünüyorlar.
Zihinlerdeki coğrafyada yaşanan bu değişim, zihinlerin o coğrafyaya ve onun üzerinde yaşananlara bakış açısını da değiştiriyor. Ulus-devlet zihniyetinin “rasyonellik” şartı ortadan kalkıp imparatorlukçu “kervan yolda düzülür” mantığı ortaya çıktıkça, ne kadar çok değişiklik gösterirse inandırıcılığı o kadar artan hikâyeleri yeter koşul kabul edilmeye başlanıyor. Türkiye’de her zaman ulus-devletçi olan medya, şimdi ulus-devlet tarafından özelleştirilmiş kimliğini sahiplenip yine tek bir oktavdan yayın yapıyor. Anlatılan ulus-al kahramanlıkların yerini ulus-lararası (emperyal) kahramanlıklar alıyor. Ülkeden çıkmış ilk Nobel Ödüllü bilim insanı, “evrim var mıdır?” tartışması üzerinden bir güruhun “bilgesi,” öteki güruhun “cahili” yapılıyor [7]. Tarihsel olanın evrenselleştirilmesi, bireyin ait olduğu kabul edilen grup ile bir-hale-getirilmesi ve sözün Kelam’a dönüştürülmesi, bu imparatorlukçu kapsayıcılığın rutin birer yan ürünü olarak gündelik pratiklerde gözlenir hale geliyor.
Şüphesiz, yönetim zihniyetindeki bu değişim, dünyanın ve ülkenin kılcal damarlarında aktıkça insanları da dönüştürüyor. Daha önce bu blogda adını ve siyaset teorisini anmışlığım olan on dördüncü yüzyıl düşünürü Ibn Haldun, bir güruhun “toplum” olabilmesi için adına “asabiye” adını verdiği ‘ortak bağlara’ sahip olması gerektiğinden söz ediyordu [8]. Kendisinin yaşadığı dönem, yukarıda değindiğim Avrupalı imparatorlukların modern (ulus-)devletlere dönüşümünün ilk ayak izlerine şahit olsa bile, Ibn Haldun’un öngörüsü, (imparatorluklar ve devletler dahil) her türlü siyasal kurumun, kendisini var eden asabiyeyi bir gün kaybedeceği ve bunun akabinde de yıkılacağı üzerine kuruluydu. Ona göre en güçlü asabiye kanla/akrabalıkla meydana gelirken, ikinci en güçlü asabiye dinle ortaya çıkıyordu. Kanla kurulan asabiyenin nüfus arttıkça azalacağı üzerinde sıkça duran Ibn Haldun’un oto-sansürü, onun bir altında kabul ettiği dinin neden ve hangi koşullarda zayıflayacağını açıklamayıp – tam da karakterine uygun bir kıvraklık ve pragmatizm neticesinde – din asabiyesinin zayıflamasını ekonomik nedenlere bağlıyordu. Oysa Ibn Haldun’dan dört yüz yıl sonra doğan ulus-devletler kanı (etnisiteyi), dini, hukuku, ekonomiyi, kültürü, gelenekleri ve dili bir araya toplayan ve son derece açık uçlu olmasıyla zayıflama ihtimalini de bir hayli zorlaştıran “ulusal/milli asabiye” üzerine kurulmuş oldukları anlatısıyla, imparatorluklardan daha uzun bir ömür vaat ediyorlardı. Bugün görülüyor ki, beklenen olmadı. İnsanları bu açık uçlu ve tanımı imkânsız “ulus/millet” altında toplamaya çalışmak, bilhassa ulus-devletlerin icat ettiği popülist (yani “güruh-tanımlayıcı”) politikalar ve ideolojik hamleler nedeniyle, değil onları imparatorluklardan uzun yaşatmak, şehir-devletlerinden bile daha kısa bir ömrün son demlerine doğru götürmeye yaramışa benziyor.
En azından tarihin şu döneminde kendine “ulus” diyen grupları yönetenler bir ulus-devletten ötesini yönetme hevesindeyken, o ulusun içindeki gruplar da – yeni nesil “star filozof” Peter Sloterdijk’in söylemiyle – birbirlerine karşı “öfke biriktiriyor” ve bu öfkelerini farklı siyasal kurumlara/partilere (Sloterdijk’in deyişiyle “öfke bankalarına”) yatırıyorlar (investments in the rage banks) [9]. Bu tanımda yalnızca yirminci yüzyılın sağ-sol ideolojilerinin yüksek asabiyetlerinin yok olmuşluğu değil, aynı zamanda Ibn Haldun’un söz ettiği “asabiyenin bağlayıcılığı” mefhumunun da tepetaklak oluşu hissediliyor. Artık insanlar ortak-olanın, benzerliğin veya yan-yana getirenin bağlayıcılığı üzerinden değil, farklı-olanın, negatifin ve öfke uyandıranın kutuplaştırıcılığı üzerinden geçici ittifaklar kuruyor. “Öfke bankerleri,” yani politikacılar, yalnızca öfkenin tetikleyicisi görevi görüyor.
Bugün zihinlerinde hiç şüpheye yer bırakmayarak kendilerini “Türk” olarak tanımlayan insanlar, aynı ulusun parçası olduklarını inkâr etmeden, diğer “Türklere” karşı öfke biriktiriyor ve bu öfkeleri karşılığında birer kazanç elde edeceklerini vadeden “partilerin,” “yatırımcısına” dönüşüyorlar. Bir başka deyişle, Türkiye’de artık aynı ulusun üyelerinin sıradan oy verme pratikleri değil, “AKP bankasına” yatırılan öfke ile “CHP bankasına” yatırılan öfkenin, “Cumhur İttifakı bankasına” yatırılan öfke ile “Millet İttifakı bankasına” yatırılan öfkenin çatışması izleniyor. Bu ulus-içi öfke çatışmasının dışında kalmış/bırakılmış HDP’nin “banka statüsü” tartışıladursun, tam da onun üzerinde yine aynı farklılık-anlatısı sayesinde başka bir “öfke birikimi” yaşanıyor. Siyasal partilerin öfke-hazmetme-kapasiteleri genişlediği sürece “demokratik” gibi görünen bu öfke birikim yarışı, o kapasiteler daraldıkça başka siyasal kurumları (daha fazla öfkeyi barındırabilecek, daha yıkıcı enstrümanları) yardıma çağırıyor ve böylelikle toplumsal/kimliksel kopmaların ve yeni ulus-al tanımlamaların yerlerini, canlı ve şiddet içeren çatışmaların alma ihtimali de artıyor. Sloterdijk’in son derece tehlikeli “öfke bankaları,” siyasal partiler ve demokrasinin meşru araçları çevresinde kalma sözü vermedikleri/veremeyecekleri için, her an zincirlerinden kurtulmuş vahşi bir hayvanın çıkartabileceği kaosu – ya da yönünü şaşırmış öfke kümelerini – tetikte bekletiyorlar. Ekonomi, insan hakları, azınlıklar sorunu, çevre sorunu, göçmenler ve bunlar gibi çok acil ve çok daha zorlu konular Türkiye’nin kapısında birikmiş beklerken, seçim üstüne seçim üstüne seçim üstüne seçimin – ve bu seçimlerin popülist söylemlerinin – depoladığı “öfke” birikmeye ve siyasetin başat aktörü olmaya devam ediyor. Böylece Türkiye’de siyaset, somut verilerin değil bir çeşit “duygular ekonomisinin” tekinsiz ve kestirilmesi imkânsız sonucuna indirgenmiş oluyor.
Kendi adıma 24 Haziran 2018, bu “öfke yatırımlarının” şimdilik en yakın ve yine şimdilik en dik zirvesinden öte herhangi bir anlam ifade etmiyor. Ben, “nerede oy kullanıyorum?” sorusuna “rezervi kalmamış öfke bankalarının çok kırılgan savaşının tarafsız bölgesindeyim” diye dramatik ve mastürbatif bir yanıt verirken, memleketim bir kez daha mutlu olmayı, öfkeli olmayı, taraftar olmayı, küme düşmeyi ya da şampiyon olmayı bekleyen insanlarının akıp giden enerjilerine tanıklık ediyor.
“Uğursuz” Niccolò Machiavelli, siyasetini duygularından arındırmayı Lorenzo de Medici’ye beş yüz yıl önce tavsiye etmişken [10], modern olanın “duygu-suz” olma durumunu anlamlandıramayan ama hiçbir duyguyu da hissedemeyen bol antidepresanlı kılcal damarları, bireyleri bu duygu-açlıklarını siyaset büfesinden gidermeye yöneltiyor.
“Her şey dâhil” o büfenin önünde bekleyen herkes obezken, aslında hiç kimse doymuyor.
[1] Matthew Horsman ve Andrew Marshall, After the Nation-State: Citizens, Tribalism, and the New World Disorder, Londra: Harper Collins, 1994.
[2] “Angela Merkel Declares Death of German Multiculturalism,” The Guardian, 17 Ekim 2010.
[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, B.S. Şener (çev.), İstanbul: İletişim, 1994/2013, ss. 57-64.
[4] Michel Foucault, Essential Works: Power, 1954-1984, (der.) J. D. Faubion, R. Hurley vd. (çev.), New York: The New Press, 2000, s. 202.
[5] Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, K. Emiroğlu (çev.), İstanbul: İmge, 1990/2001.
[6] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul: Küre, 2002.
[7] Orhan Bursalı, “Aziz Sancar: Evrim Gerçektir…,” Cumhuriyet, 29 Haziran 2017.
[8] Bknz., “Ibn Haldun Bilmecesi” ve “Ibn Haldun Günlükleri.”
[9] Peter Sloterdijk, Rage and Time: A Psychopolitical Investigation, M. Wenning (çev.), New York: Columbia University Press, 2006/2010, ss. 62-68.
[10] Niccolò Machiavelli, Hükümdar, N. Adabağ (çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1513/2014.