Modern devletin işlevi üzerine yazılanların çizilenlerin haddi hesabı yok. Olmamalı da. Zira herhalde dünya tarihinde kendisinden daha işlevsiz olup bu kadar uzun ömürlü olan başka bir siyasa(l kurum) daha olmadı ve umarım da olmayacak. Bu garabet ‘şey’in üzerine ne kadar çok konuşulursa, gelecek nesiller o kadar uyanır, uyandırılır… İnşallah!..
Küreselleşme süreci ile paralel giden ve henüz Türkiye toplumunca anlaşılmamış gözüken bir diğer süreç yerelleşme aslında. Küreselleşme nasıl bireyler-arası (gerçek ve hayali) sınırları ortadan kaldırıp bir dünya köyü vaat ediyorsa; yerelleşme de aynı bireyler-arası kültürel farklılıkları koruyup geliştirmeyi, bireylerin ancak kendi kültürleri içinde gerçek öz-benliklerini kavrayabilecekleri anlayışını savunuyor, başta siyaset olmak üzere her türlü kurumsal varlığın yerel yönetimlere bağlanması gerektiği düşüncesini öne çıkartıyor. Küreselleşme bir dünya devletine (liberal bir dünya hakemine) ihtiyaç duyarken, yerelleşme bu dünya devletine organik olarak bağlanmış küçük ama güçlü yerel yönetimlerinin varlığını meşrulaştırıyor. Bu iki eğilimin ortak noktasında ise on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl toplumlarını gitgide artan bir stres girdabına sokan ve Thomas Hobbes’a göre asıl amacı/vaadi insanlar arası güven ihtiyacını sağlamak olsa da, bunun aksine ‘karşılıklı paranoyayı’ [1] arttıran kapitalist ulus-devleti by-pass etme amacı yatıyor.
Devlet, bu anlamda – her türlü kapitalist varlık gibi – kendi kuyusunu kazma ‘kaderinden’ kaçamıyor. Var olan her ilişkinin ve iletişim kanalının içinde yer alan iktidar, devlet aygıtında yoğunlaşıp biriktikçe, Antonio Gramsci’nin “devletin kuşatılması” [2] adını verdiği olasılığın gerçekleşme ihtimali de artıyor. Çünkü devlet merkezileştikçe ve zorun tek kaynağı haline geldikçe, gözle görülür ve elle tutulur bir hedef de olmuş oluyor. Küreselleşme ve yerelleşme, tahmin edilenin ve bilinenin aksine, modern devletin mantığını yıkmadığı gibi, onun bu zaafını ortadan kaldırmayı hedefleyen birer projeye dönüşüyor. Yönetim ve ‘yönetim zihniyeti’ (Michel Foucault buna “governmentality” [3] diyor), tahakküm sahipleri ile tahakküm altındakiler arasında, benzer dinamiklerle, benzer kahramanlar ve kurbanlarla ancak bu defa farklı aygıtlarla sürmeye devam ediyor.
30 Mart 2014 seçimleri, Türkiye devletinin, II. Dünya Savaşı’ndan beri değişen bu tarih-dışı modern devletin basit fonksiyonlarını bile yerine getiremediğini, hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları gibi basit liberal uyumluluk şartlarını dahi özümseyemediğini gösterdi. İnsanların (vatandaşların) oylarını korumayı beceremeyen, becermek istemeyen, rıza aygıtlarını değil zor aygıtlarını kullanarak o oyları manipüle eden Türkiye devleti, artık çoktan modası geçmiş, küreselleşme ve yerelleşme süreçleri ile ‘upgrade edilmiş’ modern yönetim mantığını bile andırmıyor artık. Üzerinden (an itibariyle) kırk saat geçmiş olmasına rağmen hala başkentindeki oy sayımını tamamlayamamış, çok ciddi hile iddiaları [4] hakkında soruşturma açmamış, X’in kaybedip Y’nin kazandığını (basit bir matematik hesabını) açıklayamamış, bu istekleriyle sokağa çıkma ihtiyacı hisseden vatandaşına zor uygulamış bir devlet aygıtı, içten içe çürümüş, işlevselliğini tümüyle yitirmiş, yaşlı bir organı andırıyor. Bu organ – sanki evrim basamaklarında yükselemeyip elenmiş eski bir doku parçası gibi – kendilerini misliyle geliştirmiş yeni organların karşısında aczini ispat etmiş gibi duruyor. O ucuz benzetme ile söylemek gerekirse, 30 Mart sonrası Türkiye, bir yarı-çevre ülkesinin ancak otuz yılda bir geçireceği çözülme evresinin çok ötesinde, adeta bir çevre ülkesi gibi üçüncü dünyanın işlevsizlik hastalığına tutulmuşa benziyor.
Osmanlı Devleti’nin son dönemine yapılan “hasta adam” benzetmesi, devletin toprak kayıpları veya hanedanın fakirleşmesi ile alakalı bir benzetme değildi. Osmanlı’nın hastalığı, Fransız Devrimi sonucunda tüm dünyaya yayılmaya başlayan modern devletin ve modern yönetim zihniyetinin, kendi topraklarında filizlenmesine izin veremeyecek kadar eskimiş bir dokuya sahip olmasında yatıyordu. Tanzimatlar ve Islahatlar bu bitik dokuya suni teneffüs yapmaktan ibaretti yalnızca. İşe yaradıkları da söylenemezdi zaten. Osmanlı’nın devlet aygıtının arkaikliğiydi onu ‘modern tıbbın’ uygulamalarına cevap vermemeye iten.
30 Mart 2014 tarihi, tıpkı Osmanlı devlet aygıtının çevresine (çağdaş dünyaya) uyum sağlayamama zafiyeti gibi, Türkiye devlet aygıtının da kendisini – en temel özgürlükler, haklar, yöneten-yönetilen ilişkisi vb. konularda dahi – çevresine ayak uyduramadığının ortaya çıkmasını belgelemiş oldu. Bugünün insanı, verdiği oyların peşinden koşturma, seçim tutanakları arama, bunun için günlerce uykusuz kalma, bir araya gelmek istediği her mekanda üzerine litrelerce su ve gaz ile yapılan müdahaleye boyun eğme gibi işleri yapmıyor, yapmamalı artık. Eğer bunları bile yapmak zorunda kalıyorsa, gölgesine sığınacağı bir “devletin bekası” maskesini kaldırıp atmayı biliyor, bilmeli artık. Eğer verdiği oyu çöpten topluyorsa, “devlete ne ihtiyaç var ki o zaman?” sorusunu kendi kendine ve yüksek sesle soruyor, sormalı artık.
Bugün Türkiye toplumunun, 30 Mart’ta oy veren ve oy verecek nesiller yetiştiren insanların, esas sorunu yeni bir “hasta adamın”, kendini zamana göre yenileyememiş, yenilemeye de pek niyeti olmayan, hukuka, özgürlüğe, bireysel haklara sonuna kadar kapılarını kapatmış bir devlet aygıtının parçası olmayı isteyip istememek ile ilgili esasında. Artık birer geri-dönüşüm-kutusuna dönüşmüş gazete köşeleri “seçimlerin kaybedenini/kazananını” açıklayan sözde-analizlerden geçilmezken, birilerinin ağzında parti isimleri, birilerinin dilinde cemaatler, birilerinin mantığında bireyler fink atarken; 1946 seçimlerinin bir tekrarını yaşamış ve yaşıyor olmak, tarihi tekerrür ettirmek, A partisini B partisinden, X adayını Y adayından üstün görmek, kazananı kaybedeni belirlemek falan olmamalı artık mesele. Rıza araçlarının birer uyuşturucu etkisinin bile üzerine çıkarak anestezik bir hal aldığı, zor araçlarının artık günlük rutinde etkili birer rol oynadığı, kolluk kuvvetlerinin insanlardan her an her yerde kimlik sorma hakkını kendinde bulduğu, Twitter, Youtube gibi her gün milyonların girdiği internet sitelerine erişimin yasaklandığı, binlerce insanın neyle suçlandıklarını dahi bilmeden hapse atılıp henüz hiçbir davaları sonuçlanmamış, dava dosyaları okunmamışken, zaman aşımından serbest bırakıldığı, basit dört işlemin bile yapılamadığı büyük bir resim var karşısında insanların. Hala bireylerden, partilerden, sayılmayan oylardan, konuşmalardan, iddialardan çok uzakta, çok ötede bir yerlerde yönetim zihniyeti ile ilgili, insanlıkla ilgili, birey olmakla ilgili, II. Dünya Savaşı sonrası dünyaya ayak uydurabilmekle ilgili, otoriter ve ‘demokrasi yoksunu bir liberalizm’ [5] ile ilgili, behemehal doksan yıllık bir cumhuriyetin – bir özgürleşme projesinin- geldiği nokta ile ilgili ciddi sorunları var bu toplumun.
Korkutucu.
Düş kırıcı.
Utanç verici.
[1] Kapitalizm/neoliberalizm ve akıl sağlığı hakkında güncel bir çalışma için bknz. Ray Filar, “Mental Health: Why We’re All Sick Under Neoliberalism”, Opendemocracy.net, 1 Nisan 2014.
[2] Antonio Gramsci, Selections From Prison Notebooks, (der.) (çev.) Q. Hoare ve G. N. Smith, 1929-35/1971, New York: International Publishing, s. 232.
[3] Michel Foucault, Essential Works: Power, 1954-1984, (der.) J. D. Faubion, R. Hurley vd. (çev.), 2000, New York: The New Press, s. 202.
[4] Erik Meyersson, “Is Something Rotten in Ankara’s Mayoral Election? A Very Preliminary Statistical Analysis”, 1 Nisan 2014.
[5] Vladislav Inozemtsev, “The Cultural Contradictions of Democracy”, The American Interest, 1 Şubat 2012.