“Burjuvazinin geniş kesimleri için kamusal topluluğun alanı, başlangıçta, çekirdek ailenin mahremiyetinin genişletilmesi ve tamamlanması ekseninde oluşur. Oturma odasıyla salon aynı çatı altındadır; nasıl ki herkesin özel olma hali başkaları tarafından oluşturulan bir kamunun varlığına muhtaçsa, yani özel bireyin öznelliği başlangıçtan itibaren bir aleniyete ihtiyaç duyuyorsa, bir ‘fiction’a [kurguya] dönüşmüş olan edebiyat da aynı şekilde bu ikisini bir araya getirir. Bir yandan, okuduğu gibi hisseden okur edebiyatta kendisine sunulan özel ilişki biçimini tekrar eder; edebiyatta uydurulan mahremiyetin içini kendi deneyimleriyle doldurur ve kendisini böylelikle sınar. Öte yandan, edebiyatla iletilen mahremiyet, edebileştirilebilecek kıvama gelmiş öznellik, gerçekten geniş bir okuyucu topluluğuna mal olmuştur; kamusal topluluğu oluşturan özel şahıslar okudukları şeyler hakkında kamusal bir düzlemde akıl yürütürler ve bunları hep beraber geliştirdikleri aydınlanma sürecine dahil ederler.” [1]
Jürgen Habermas’ın çok sevdiğim bu pasajında ‘edebiyat’ kelimesinin geçtiği yerlere ‘medya’, ‘okur/okuyucu’ kelimesinin geçtiği yerlere de ‘izleyici’ terimlerini koyup yazıyı bir kez daha okumanızı, ardından da bugün TRT/CNN işbirliği içinde servis edilen fotoğraflara [2] tekrar bakmanızı rica ediyorum.
Hadi hep birlikte o fotoğraflarla sınayalım insanlığımızı. (İransız ve Kürtlersiz!) Cenevre’nin, uluslararası hukuk illüzyonunun büyüsü kaçmış realizmine kanmadan, mahremiyetlerimizi ve acılarımızı o fotoğraflardan süzerek mal edelim kendimize.
O fotoğrafların neresindeyiz biz?
Bakan mı, bakılan mı?
İzleyen mi, izlenilen mi?
Bilen mi, bildirilen mi?
Kandıran mı, kandırılan mı?
Kurgulayan mı, kurgulanan mı?
Özne mi, nesne mi?
[1] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, T. Bora ve M. Sancar (çev.), 1962/2013, İstanbul: İletişim, s. 126.
[2] “Suriye’deki İnsanlık Suçu”, TRT Haber, 20 Ocak 2014.