Daha önce yazmaya çalışmıştım. [1]
Antonio Gramsci’nin siyaset teorisi, basitçe modern kapitalist devlette siyasal iktidarın devamlılığını sağlama yolları üzerine kuruludur. Söz konusu devlet, Gramsci’nin ‘siyasal toplum’ ve ‘sivil toplum’ adını verdiği, birbirine bağımlı ve kesişen iki kısımdan oluşur. Bunlardan ilki, yöneticilerin ellerinde bulundurdukları zor araçlarının (ordu, yargı, polis vb.) kaynaklarını işaret ederken; ikincisi, yönetilen halkın ürettiği ancak yine bizzat yöneticiler tarafından kullanılan rıza araçlarını (medya, kültür, eğitim, din, ahlak vb.) kapsar. Bu iki ‘toplum’un kesiştiği noktada, yöneticiler ile yönetilenler arasında, tahakküm ilişkisine bağlı bir ‘hegemonya’ inşa edilmiş olur. Bir başka deyişle, hegemonyanın oluşması, yöneticilerin yapabileceklerinin, yönetilenlerce içselleştirilmesine – kabul edilip meşru görülmesine – bağlıdır. Ne zamanki bu içselleştirme süreci tamamlanmış (‘tarihsel blok’ kurulmuş [2]), halk ile yöneticileri arasındaki tahakküm sorgulanmaz veya mutlak hale gelmiş olur, işte o zaman ortada gerçek bir siyasal iktidardan söz etmek anlamlı hale gelir.
Türkiye 2007 yılından bu yana, kendi hegemonik siyasal iktidarı ile yaşıyor. Buradaki ‘iktidar’ kavramı ‘hükümeti’ ya da ‘hükümet partisini’ ifade etmediği gibi, gerekli durumlarda onu kapsayabilen ama nihayetinde ondan çok daha güçlü ve kuvvetli bir yönetim zihniyetini (governmentality) tanımlıyor. 17 Aralık sürecinin bizlere anlattığı gibi, hükümet partisinden çok daha farklı grupları içerisinde barındırıyor, zamanı geldiğinde de onları tasfiye etmeye girişiyor. Bugün Emniyet’te, Yargı’da, Medya’da, Ordu’da, Akademi’de gerçekleşen kadro-değişimleri ve dönüşümler, tek tek bu tasfiye işlemini örnekliyor. İktidar havuzu, kendi çatlaklarından istenmeyen sularını boşaltırken, bir yandan da yeni bir musluktan kendi kendine eklemeler yapıyor.
Tabi burada akla hemen ‘peki o havuzun suyu nasıl bir türlü bulanmıyor?’ sorusu geliyor.
İktidardan anladığımız bulanık olmayan, her yerinde birbirinin aynısı olan su, nasıl oluyor da bir yandan suyunu boşaltıp diğer yandan başka kaynaklardan su alırken, aynı berraklıkta ve homojenlikte kalabiliyor? Suyun rengi, kokusu, yoğunluğu neden değişmiyor?
İşte burada devreye, Ergin Yıldızoğlu’nun harikulade tanımı ile, “yapışkan statüko” [3] kavramı giriyor. Bir biçimde halka kendini içselleştirmeyi başarmış iktidar, aslında aynı anda dışarıdaki musluktan akan suyu da kendine benzetmiş oluyor. Düşüncesiyle, hayata bakış açısıyla, verdiği tepkilerle, kazanma-kaybetme olasılıklarıyla, hesaplamaları ve stratejileriyle, kısacası tüm ruhuyla, her yeri kaplıyor. Ne kadar ‘muhalefet’ de yapsanız, iktidar sizi bir biçimde buluyor ve dünyaya bakışınızı kendisininkine benzetiyor. Size yapışıyor. Sizi kuşatıyor. Size yalnızca kendi gördüğünü gösteren bir gözlük takıyor. Bilmenizi istediğini bildiriyor, öğrenmenizi istediğini öğretiyor.
Yaşadığımız son yirmi dört saat, (AK Parti’nin üzerinde bir tanımıyla) bugünkü siyasal iktidarın kendi muhalefetine, medyasına ve halkına ne kadar ‘yapışık’ olduğunu ve nasıl sarsılamaz bir ‘başöğretmen’ gücüne sahip olduğunu gözler önüne serdi. CHP ve MHP’nin “çatı aday” olarak belirledikleri isim, Ekmeleddin İhsanoğlu [4], birçoklarına göre sanki diğer Cumhurbaşkanı adayının – büyük olasılıkla Erdoğan’ın – ‘kopyası’ gibi göründü. Daha uzlaşmacısı, daha ‘laikçisi’, daha ‘karısının başı açığı,’ daha entelektüeli belki ama kesinlikle aynı şekilde dindarı, aynı şekilde muhafazakarı, aynı şekilde Sünni’si [5], aynı şekilde imanlısı, aynı şekilde bıyıklısı, aynı şekilde ‘haram yemez’i. Erdoğan’ın hafif kıvrımlı bir aynadaki izdüşümü. Benzer unun aşı.
CHP’liler için değil, hatta birçok açıdan MHP’liler için bile değil – hangi MHP’li Türkiye doğumlu olmayan bir Cumhurbaşkanı ister ki? -, tam aksine AK Parti’liler ve geri kalan mütedeyyin kesim için özenle seçilmiş biri İhsanoğlu. Ve tıpkı Erdoğan’ın daha önce defalarca yaptığı gibi (en yakın örneği, demokratikleşme paketinde ve hatta IŞİD sonrası Musul ile ilgili haberlerin yasaklanması örneklerinde [6] görüldüğü üzere), ismi sır gibi saklanmış, yalnızca dört kişiye açıklanmış, herhangi bir konsensüs içinde değil, bizzat ‘birileri’ tarafından özellikle tercih edilmiş bir aday; saklanmış olanın, gizli kapılar ardında tutulanın, hatta başörtüsünün ardındaki gizemin yeni bir sembolü; herkes için yeni, herkes için beklenmedik, herkes için öğrenilmeye değer bir figür; ve üzerine konuşulanlar dışında, konuşulmayan ve bilinmeyenlerin daha da çekici hale getirdiği yepyeni bir fenomen İhsanoğlu.
İhsanoğlu’nun ‘seçimi,’ yalnızca fethedemediği rıza araçlarına aynı mantıkla yaklaşmaktan ve yere düşen ‘dutları’ toplamaktan başka çare bulamayan işlevsiz bir muhalefetin varlığını değil, aynı zamanda ve belki daha da önemlisi, Türkiye’de son yedi yılda iktidarı tümüyle kontrol eden muhafazakar-neoliberal yönetim zihniyetinin artık muhalefete, alternatif olana bile ‘yapışmış’ olduğunu kanıtlaması açısından da çok ama çok önemli. CHP-MHP, sadece yıllardır bu oyunu oynayan, artık ezberden pas atan, herkesin rolünü benimsediği Barcelona’ya karşı bizzat Barcelona’nın kendi oyun felsefesiyle sahaya dizilmiş bir ‘ilk on birin’ hayal dünyasında yaşayan teknik direktörleri değiller artık. Onlar, daha önce AK Parti siluetinde kendini göstermekle yetinmiş muhafazakar-neoliberal algının yeni siluetleri, yeni yansımaları bugün. Kazanmanın tek yolunun ‘rakibi gibi olmak’ olduğu yanılgısına düşüp – dahası artık başka bir ‘taktiği düşünemez’ hale gelip – tecrübe, toplumsal öğrenme ve uzmanlaşma faktörlerini hiç hesaba katmamış, dolayısıyla da yenilgiye baştan razı gelmiş, silahları tükenmiş, dağılmaya meyilli, geçici bir takım onlar. [7]
Bugün taklit ettiklerini sandıkları şey bir gerçekten değil, bir gölgeden ibaret. O gölgenin obskürantizmi [8] ile baş etme çabaları [9] bile trajikomikliği aşamıyor; yaptıkları ise beş yaşında şımarık bir kız çocuğunun kıskandığı ağabeyini taklit etmek için, yüzme bilmeden kendini olimpik havuza atmasına benziyor. İstekleri aynı. Amaçları aynı. Araçları aynı. Ölesiye eleştirdikleri her şeyin ucuz bir taklidini sergileyen reklamcı eski solcuları andırıyorlar. Arzuladıkları şeyi – iktidarı – ele geçirmek adına, o iktidarın yarattığı birer kopya, o iktidarın güçlendiricisi oluyorlar.
Tahmin etmesi zor değil, bir şekilde ayakta kalacaklar.
Onlara ‘oy’ verenlere de yapışan statüko, onları yine ayakta tutmaya devam edecek.
Nihayetinde ise, hepsi kaybedecek.
Muhafazakar-neoliberalizm, limonlu-soda görünümlü şampanyasını yudumlamaya başlamıştır bile…
[1] “Ak Sakallı Gramsci Dede,” 20 Aralık 2013.
[2] “Aydınlar ile halk-ulus arasındaki, liderler ile yönlendirilenler arasındaki, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişki, içerisinde duygunun-tutkunun anlayış ve dolayısıyla bilgi haline geldiği organik bir birleşme tarafından sağlanırsa, işte ancak o zaman bu ilişki bir temsil ilişkisi olur. Ancak o zaman yönetenler ile yönetilenler arasında, liderler ile yönlendirilenler arasında bireysel ögelerin değiş tokuş edilmesi gerçekleşir ve biricik toplumsal güç olan bütünsel yaşama erişilir, ‘tarihsel blok’ oluşturulur.” (Antonio Gramsci, Seçme Yazılar, 1916-1936, D. Forgacs (der.), İ. Yıldız (çev.), Ankara: Dipnot, 2000/2010, ss. 433-434.
[3] Ergin Yıldızoğlu, “Tek Parti Egemenliği – Yapışkan Statüko,” Globalpolitikültür, 10 Kasım 2011.
[4] “‘Çatı Aday’ Ekmeleddin İhsanoğlu,” Hürriyet, 16 Haziran 2014.
[5] ‘Sünnilik vurgusu,’ toplumdaki Alevi vatandaşları da endişelendirmişe benziyor; bknz. “Alevilerden İhsanoğlu Çıkışı,” Cumhuriyet, 18 Haziran 2014.
[6] “CHP, Musul’la İlgili Yayın Yasağına İtiraz Etti,” Zaman, 17 Haziran 2014.
[7] Bu siyasal iktidarın ‘organik aydınlarının’ da İhsanoğlu seçimi ile “muhalefetin bir adım öne geçtiğini” açıklaması şaşırtıcı olmasa gerek; bknz. E. Fuat Keyman, “Ekmeleddin İhsanoğlu: Muhalefet Bir Adım Öne Geçti,” Radikal, 18 Haziran 2014.
[8] Türkçe’ye ‘bilmesinlercilik’ olarak geçen ve ‘herhangi bir bilginin yayılımının din, ahlak, devlet, millet vb. kavramlar adına önüne geçilmesi gerekliliğinin savunusu’ anlamına gelen bu kelimenin (obscurantism) en açıklayıcı tanımlarından birini Cemil Meriç yapmıştır: “Tarihin bütün cinayetlerini yüklenebilecek kadar habis ve lanetli bir kelime. Sokrat’ı zehirleyenler, Aristo’yu ülke dışına kovanlar, Galile’yi mahkum edenler bu illete yakalanmışlardı. Obskürtanizm nura düşmanlıktır. Hakikatin her tecellisini yadırgamak, her inancı susturmak ayırıcı vasıflarıdır bu habasetin… [Bu] bela ne bir kavmin inhisarındadır, ne de bir çağın. Bin bir biçime sürüklenen bu hastalık daha çok ayak takımından kimseler arasında yayılır. her ülkede başka bir adı başka bir gerekçesi vardır.” Cemil Meriç, Kültürden İrfana, 1985/2013, İstanbul: İletişim, s. 263.
İnsanların “yüce” (sublime) olarak gördüğü nesnelerin ve kavramların, mutlak suretle dehşet/korku (horror/fear) içermeleri gerektiğini ve hiçbir şeyin, bir nesnenin ya da kavramının dehşetini, onun belirsiz (obscure) oluşu kadar arttıramayacağını öne süren muhafazakar düşünür Edmund Burke, obskürantizme daha politik bir açıdan yaklaşır ve henüz on sekizinci yüzyılda, “korku tutkusu üzerine inşa edilmiş olan despot yönetimler[in]” en çok başvurdukları yöntemin, siyasal olanı gizlemek olduğunu belirtir; bknz., Edmund Burke, Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma, (çev.) M. B. Gümüşbaş, 1757/2008, Ankara: BilgeSu, s. 62.
Sigmund Freud ise – nadiren bu kadar açık yaptığı devlet-eleştirilerinden birinde – obskürantizmi, devlet ile vatandaşlar arasındaki Baba-çocuk ilişkisi alegorisiyle betimler ve ondan bir otorite aracı olarak söz eder: “Devlet vatandaşlarından son kertesine kadar boyun eğme ve özveri ister ama aynı zamanda da onlara çocuk gibi davranarak gizliliğe [secrecy] yönelir, haberlere ve ifade özgürlüğüne sansür [censorship] uygular ve böylece baskı altına aldığı kafaları, olaylardaki her elverişsiz gelişme, her uğursuz söylenti karşısında çaresiz bırakır.” Bknz., Sigmund Freud, “Savaş ve Ölüm Üzerine Düşünceler,” Uygarlık, Din ve Toplum içinde, (çev.) S. Budak (der.), 1915/2016, İstanbul: Öteki, ss. 74-75 (69-99).
[9] CHP’ye yakın Halk TV’nin, 2 Temmuz 2014 tarihli canlı yayınını İhsanoğlu’nun eleştirildiği anda kesmesi, taklit edilen obskürantizmin en açık örneklerinden biri olabilir; bknz. http://www.youtube.com/watch?v=6_2CR–Hw60