Aynısı Gezi’de de olmuştu.
Bir ağızdan bağırıyordu insanlar: Ya bizdensin ya onlardan. Gezicisin ya da çapulcu. İktidar yalakasısın ya da koyun. Tarafsın ya da bertaraf.
Soruyordu herkes, “tarafın ne?”
“Bugün bütün karışıklık, kendini bilmeyen, kendini nesnellikle karıştıran bir öznellikten kaynaklanıyor.” [1]
İnsanlar sanırım hala farkında değiller ama toplumsal olayların ortaya çıkış nedenleri ile bizim o konu hakkında ne düşündüğümüz arasında varoluşsal bir ilişki yoktur! Herhangi bir toplumsal olaya tepki verirken, biz zaten çoktan – bizden bağımsız biçimde – gerçekleşmiş bir şeye tepki veririz. Gezi, bizim ona verdiğimiz tepkiler nedeniyle ortaya çıkmamıştı. 12 Eylül de öyle. Diğer darbeler de. Kurtuluş Savaşı da. İstanbul’un fethi de. Yazının bulunması da… Halihazırda var olan olaylara verdiğimiz tepkiler o olayın ortaya çıkışını değil, o olayın gelişimini ve sonucunu etkiler yalnızca.
Ve belki de sırf bu nedenle, ortaya çıkmış herhangi bir toplumsal olayın ‘tarafı’ olmak ya da olmamak gibi bir seçeneğimiz yoktur bizim. ‘Taraftarlık’ kavramının dilimizde ‘bir şeye sempati duyan’ anlamı ile de kullanılıyor olması, kavramın aslında ‘tarafgirlik’ ile karıştırılmasından kaynaklanmaktadır; ötesi değil. Türkiye’de yaşayan her insan, Türkiye’deki her toplumsal olaya zaten taraftır. Ona sempati duyması ya da duymaması, bu taraftarlıktan çok daha sonra gelişen bir tepkidir ve yine çoğu toplumsal birçok farklı faktöre bağlı olarak kişiden kişiye, bağlamdan bağlama, zamandan zamana değişir.
Uzun lafın kısası, herkes Gezi’ye taraftır. Sokaklara çıkıp bağıranlar da, olan biteni içten içe sevinçle ama biraz da şüpheyle izleyenler de, perdelerini sımsıkı kapatıp erzak depolaması yapanlar da, hükümetin tepesi de, sokak çocukları da… Gezi’nin içeriğini, boyutunu, değerini, sonucunu vb. diğer faktörleri etkileyen ise insanların Gezi’ye verdikleri tepkidir, taraflılıkları değil.
Aynısı bugün Kobani için de geçerli.
Yalnızca bir günde verilen onlarca ölü, yüzlerce yaralı, tonlarca sokak çatışması, beş ilde ilan edilen sokağa çıkma yasakları, iki “devlet adayının” iki devlet sınırı üzerinde bombalarla savaşı, dökülen kanlar ve ufuktaki belirsizlik, sizi bu ‘şey’in tarafı yaptı, yapar ve yapacak. Orta Doğu’da tüm şirazesini kaybeden ulus devlet-küreselleşme çatışması, kendisine değen değmeyen her şeyi farklılaştırdı ve daha da farklılaştıracak. IŞİD isimli kafa kesen, kol koparan, gerici güçler tarafından desteklenen, Orta Çağ vahşetinden haz duyan ve gelişimini modernliğin canı sıkılan çocuklarına bağlayan terör örgütü ile herhangi bir planlı stratejisi olmayıp tek-kişi rejimine doğru sağlam adımlarla yürüyen Kürt siyaseti arasındaki savaş, yalnızca ulusal topraklarımızın üzerinde sürdürüldüğü için değil, her ikisi de bu toplumla ilgili olduğu için bizim meselemizdir. X’i ya da Y’yi tutup tutmama seçenekleri değil, bu olan bitenden kısa ya da uzun vadede ilk elden etkilenecek olmamızdır onu bizim meselemiz yapan. Ve tabi ki geçmişimiz ve bugünümüzdür karar verme araçlarımız.
PKK ile Kürt siyaseti arasındaki bağlantı sorununa verdiğimiz yanıttır örneğin bir başkası…
IŞİD’in ‘kutsallığına’ yakınlığımızdır…
Orta Doğu coğrafyasına mesafemizdir…
‘Yesinler birbirlerini’ciliğimizdir…
Üst kattaki komşumuzdur…
Yan apartmandaki hücre evidir…
Kamu malları üzerinde birden bire beliriveren ‘hassasiyetimizdir’ [2]…
Takım tutar gibi desteklediğimiz partimizin olayın aktörleri ile organik bağıdır…
Okuduğumuz gazetedir…
İster beğenin ister beğenmeyin, ister isteyin ister istemeyin biz bu deliliğin, bu çivisi çıkmış pespayeliğin, bu kan gölünün bir tarafıyız. Onun elleriyle besleyip büyüttüğü bir parçayız. Hürriyet Gazetesi’nin iddia ettiğinin aksine, “yakın coğrafyamızda gelişen olayların sebebi kanlı ay tutulması” [3] değil maalesef. Sonucu da onunla ilgili olmayacak. Dün ‘yüzlerle’ ifade edilirken, bir anda bugün ‘onlara’ inen yararlı sayısıyla da ilgili değil aynı şekilde… Hiçbir şey bizi taraf yapmayacak çünkü zaten tarafıyız bu şeyin.
Bu cinayetin.
Bu vahşetin.
Bu korkunun.
Realist siyasetin kurmaca aktörlerinden çok ötede, bizi ilgilendiriyor bu sorun. Şimdi şapkamızı önümüze alalım – lütfen – ve düşünmeye başlayalım; çünkü
“İnsan düşünmeye başladığında artık etrafa körü körüne saldırmaz. Düşünen kişi yumrukla tepki vermez, önüne geleni yalayıp yutmaz. Açlık, hiddet ve saldırma arasına düşünce yoluyla sokulan bu ara an, her şeyin iyi olacağı inancının kökenini oluşturur. Araçlar amaçlarla karşılaştırılırken, bütün körlüğün ve dolaysızlığın askıya alınmasına vesile olan bir şey çıkar ortaya mutlaka.” [4]
Düşünelim çünkü düşünmezsek, korkmaya devam edeceğiz.
Televizyonda, internette ya da başka aracılarda gördüğümüz şeyleri normalleştirmeye başlarsak, ölmeye devam edeceğiz.
Kobani’nin sadece Kobani olmadığını anlamazsak, umudumuzu kaybedeceğiz.
Kobani mi, Ayn al-‘Arab mı, Arappınarı mı diye sormaya devam edersek [5], söylemin içinde kaybolacağız.
Kobani’de yaşayanların ‘Kürt’ değil, ‘Türkmen’ değil, ‘Arap’ değil veya başka bir kökenli değil, ‘insan’ olduklarını hatırlamazsak, hepimiz bu tuzağa düşeceğiz.
[1] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Teori ve Pratik Üzerine: Bir Tartışma (1956), O. Kılıç (çev.), İstanbul: Metis, 1956/2013, s. 13.
[2] “Önce Yakıldı Yıkıldı, Sonra Yağmalandı,” Hürriyet, 8 Ekim 2014.
[3] “8 Ekim Ay Tutulması ve Kanlı Ay Görüntüleri Canlı Yayında,” Hürriyet, 8 Ekim 2014.
[4] Adorno ve Horkheimer, a.g.e., s. 13.
[5] Kansu Yıldırım, “Ne Arzu Edersiniz: IŞİD Realitesi Mi? Kobani Fikri Mi?,” Sendika.org, 8 Ekim 2014.