kurbanda kierkegaard

Kan toprağa karıştığında tuhaf bir kokusu oluyor.

Küçükken bakmamak için kafamı çevirdiğim sahneler var aklımda. İnsanın görmediği bir sahne nasıl aklına gelebilir ki? Geliyor işte. Neden diye sorguladığımı anımsıyorum. Neden hayvanlar kesiliyor? Anneannemin annesi cevap veriyor: “Allah günahlarımızı böyle affediyor.” Bir yerde Allah. Bir yerde ben. Bir yerde havyanlar. Bağlantı kuramıyorum. İşe bir de İbrahim Peygamber falan dahil oluyor, konudan iyice sapıyorum. Çok da fazla kafaya takmadan, biraz sonra tencereden yükselip topraktan gelen kan kokusunu bastıracak yemek kokularına kaptırıyorum kendimi. Afiyetle yiyorum kurban etini.

Biraz kekik, biraz karabiber, bolca tuz.

Søren Kierkegaard işe benden ‘biraz daha’ derin yaklaşıyor.  Kendi çocuğunu öldürecek bir insanın yolculuğunu tahayyül etmeye çalışıyor. Yol boyunca İbrahim’in oğluna hiçbir söz söyle(ye)memesini, hikayenin uzaktan izlendiğinde bile anlaşılamaz ve absürd olduğu fikri ile destekliyor. Korku ve Titreme [1] isimli kitabı boyunca İbrahim’in Tanrısına boyun eğişini, imkansız bir yolculuğa çıkışını ve ölümü (katli) bile bile o yolculuğa devam edişini, sıradan bir insanın hayatı paralelinde açıklamaya kalkışıyor. “Absürd” diyor varoluşumuza Kierkegaard. Absürd çünkü her insan – hayatının bir aşamasında – bir gün sona ereceğini bildiği bir yolculuğa çıkmış vaziyette buluyor kendini. İbrahim’den farklı olarak, o yolculuğa “neden çıktığını” da bilmiyor üstelik. Sadece yolun biteceğini biliyor. Bir gün bitecek bir yolculuğa göre ne çok kuralın, ne çok şartın, ne çok yapılması/yapılmaması gereken şeyin olduğu üzerine insanların pek azı Kierkegaard kadar kafa patlatıyor. O, tüm bunlara bireylerin tek başlarına icat etmedikleri, aksine adeta içine düştükleri ‘evrensel etik’ kuralları adını veriyor: Çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, acı çekmeyecek/çektirmeyeceksin, vb…

Bu absürd hikayenin sonunda her insan aslında “kurban”ını arıyor. İbrahim, Tanrısının sevgili bir kulu olarak sınanıp ödüllendiriliyor. Kurbanı kesmek, acıdan kurtulmak anlamına gelmesinin ötesinde, kurban aslında bizzat insanın varoluşunu onaylıyor. Tabi herkes İbrahim kadar şanslı olmuyor. Aslında çoğu insan bu hikayenin kötü bir kopyasına bile sahip olmuyor. Oscar Wilde’ın söylediği gibi, “insanların çoğu yaşamıyor, sadece var oluyor.” [2]

Kierkegaard, başta kendi var oluşunun, sonra da tüm insanlığın var oluşunun temelinde İbrahim’in susuşunu da açıklayan “iman”ın olduğunu öne sürüyor. İnançtan, cezadan, korkudan farklı bir kavram iman. Kierkegaard’ın sözlüğünde tam karşısında Tanrı yatsa da, her iman illa ki bir Tanrı ile sınava çekilmiyor. Üstelik Kierkegaard’ın imanında bile “kurbanı kestik, çünkü Allah bizden bunu istedi” açıklaması bir iman türü sayılmıyor. Sorgulanmadan, bireyin kendini işin içine katmadan yaptığı hiçbir eylem Kierkegaardçı bir imana örnek sayılmıyor. Kurbanı neden kestiklerini düşünmelerini istiyor Kierkegaard insanlardan. Neden oruç tuttuklarını, neden Kabe’ye gidip ‘şeytan taşladıklarını,’ neden orada üst üste kalıp nefes alamadan can veren yüzlerce insanın ölümlerinin sadece “kaderle” veya “fıtratla” açıklanamayacağını düşünmelerini istiyor. Çünkü var-olmak, varoluşla aynı anlama gelmiyor. Bugün çoğu insan, ucunda bir Tanrı fikri olsun ya da olmasın, varoluş amacına (telos‘a) işaret eden bir imanın içinde yer almıyor. Korku ile, ceza ile, olasılık hesapları ile, süperegoyla başa çıkma amacı ile, “ya varsa?” safsatası ile ritüellerin içinde huzur bulmaya çalışıyor. Aşağıdaki dili ağır, okuması zor ve belki haddinden fazla uzun [3] alıntı, evrensel etik, bireysel (tikel) amaç, iman ve kurban kavramları özelinde, hayatın absürdlüğüne Kierkegaardçı bakışı açıklıyor. Bir kurbanda, kurban etinin yanında iyi gideceğini düşündüm…

“Etik olan aslında evrensel olandır, evrensel olan da herkes için geçerlidir, ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, her an geçerlidir. İçkin olarak kendine dayanır, kendisi dışında telos’u [amacı, hedefi] olan hiçbir şey yoktur, dışarıdaki her şeyin telos’u kendisidir, etik olanla birleşince de artık daha öteye gidemez… İman tam da bu paradokstur, tikel olarak bireyin evrenselden daha yüce olması, evrenselle mukayese edildiğinde haklı çıkması, ast değil üst olması – fakat öyle bir şekilde ki, dikkat ediniz, tikel olarak evrenselin altına girdikten sonra, evrensel aracılığıyla tikel olarak evrenselden daha üstün durumdaki bireye dönüşen, tikel bireydir; çünkü tikel konumdaki birey mutlak ile mutlak bir ilişki içindedir. Bu konuma aracı giremez, çünkü bütün aracılıklar evrensel sayesinde meydana gelir; bu bir paradokstur ve bütün ebediyet boyunca paradoks olarak kalacak, düşünceye erişemeyecektir…

İbrahim imanı temsil eder ve iman gerçek ifadesini onda bulur, ki onun hayatı düşünülebilecek en paradoksal hayat değil, hiç düşünülemeyecek kadar paradoksal hayattır. İbrahim absürdün sayesinde hareket eder, tikel olarak evrenselden yüce olması tamamen absürddür. Bu paradoksa aracılık edilemez; bunu yapmaya kalkışır kalkışmaz bir ayartma sınavında olduğunu kabul etmek zorunda kalır, o durumda asla İshak’ı kurban etme noktasına gelmez, ya da İshak’ı kurban etmişse, pişmanlık duyarak evrensele dönmelidir. Absürd sayesinde İshak’a tekrar kavuşur. Bu sebeple İbrahim hiçbir anda trajik bir kahraman değildir, bambaşka bir şeydir, ya bir katildir ya da bir mümin. Trajedi kahramanını kurtaran orta terime İbrahim sahip değildir…  Trajedi kahramanı yine de etiğin içerisinde kalır. Etiğin ifadelerinden birinin kendi telos’unu etiğin daha yüce bir ifadesinde bulmasına izin verir; babayla oğul, ya da babayla kız arasındaki etik ilişkiyi, diyalektiğini ahlaklılık fikriyle olan ilişkisinde bulunduran bir duyguya indirger. Burada etiğin kendisinin teleolojik bir askıya alınışı söz konusu değildir.

İbrahim’in durumu farklıydı. Edimiyle etiği tümden çiğneyip onun dışında daha yüce bir telos’a sahip oldu ve onunla olan ilişkisinde etiği askıya aldı. İbrahim’in ediminin evrenselle ilişkisi haline nasıl getirileceğini çok bilmek isterdim, yani İbrahim’in yaptığıyla evrensel arasında (onun çiğnenmesi hariç) herhangi bir bağ bulmanın mümkün olup olmadığını. Bunu bir halkı kurtarmak uğruna yapmadı, devlet fikrini sürdürmek için de değil, kızgın tanrıları yatıştırmak için de değil. Eğer bir tanrının kızgınlığı söz konusu olsaydı, o sadece İbrahim’e kızgın olacaktı, İbrahim’in eylemi ise bir bütün olarak evrenselle hiç ilintili değil, tamamen kişisel bir sorumluluk üstleniş şekli. Bu yüzden, trajedi kahramanı ahlaki erdeminden dolayı büyükken, İbrahim tamamen kişisel erdeminden dolayı büyüktür. İbrahim’in hayatında etiğin bundan daha yüce bir ifadesi yok: Baba oğlunu sevecek. Bu örnekte ahlaklılık anlamında etik söz konusu değildir. Evrensel mevcut olduğu sürece, gerçekten de İshak’ta örtülü olarak vardı, adeta İshak’ın böğründe gizliydi, o yüzden de İshak’ın ağzıyla bağırmalıydı, ‘Yapma! Her şeyi boşa çıkaracaksın.’

Peki İbrahim bunu neden yaptı o zaman? Tanrı için ve (bununla tam özdeş olan) kendi için. Bunu Tanrı için yaptı, çünkü Tanrı imanını böyle ispatlamasını istedi; bunu kendi için yaptı, ispatı sağlamak için. Bu iki görüşün birliği bu durumu nitelemek için daima kullanılagelen kelimeyle mükemmel bir şekilde ifade edilir: Bu bir sınamadır, bir ayartma [Fristelse]. Ayartma – fakat anlamı ne? Normalde bir insanı ayartan şey onu görevini yapmaktan alıkoyar, fakat bu örnekte onu Tanrının isteğini yapmaktan alıkoyacak olan ayartmanın kendisi etiktir. O halde görev denilen şey nedir? Görev tam olarak Tanrı iradesinin ifadesidir.

İbrahim’i anlamak için burada yeni bir kategorinin gerekliliği açıkça ortaya çıkıyor. İlahlarla olan böyle bir ilişkiyi putperestler bilmezdi. Trajedi kahramanı ilahlarla özel bir ilişkiye girmez, ama onun için etik olan ilahidir, böylece onun durumundaki iman edilen paradoks, evrenselin içinde aracılık bulabilir.

İbrahim’e aracılık yapılamaz, aynı şey onun konuşamayacağı söylenerek de ifade edilebilir. Konuşur konuşmaz evrenseli ifade ederim, eğer öyle yapmazsam, kimse beni anlayamaz. Bu yüzden, eğer İbrahim kendisini evrensel deyimlerle ifade edecek olursa, durumunun bir ayartma sınavı olduğunu söylemesi gerekir; çünkü o, çiğnediği evrenselin üzerinde duran o evrensel için daha yüce bir ifadeye sahip değildir…

Fakat şimdi, etik bu şekilde teleolojik olarak askıya alınınca, üzerinde etiğin askıya alındığı birey nasıl var olur? Evrensele karşıt tikel olarak var olur. O halde günah mı işlemiş olur? Çünkü bu, ideal olarak bakıldığındaki günah biçimidir. Tıpkı, kendi varlığının henüz bilincinde olmadığı için günah işlemeyen çocuk gibi, fakat ideal olarak bakıldığında varlığının günah olmadığı ve etiğin her geçen an ondan talepte bulunmadığı anlamı çıkmaz. Bu biçimin [yetişkinde] günah sayılmayacak şekilde tekrarlanabileceği inkar edilirse, o zaman İbrahim’in mahkumiyet hükmü verilir. Peki o zaman İbrahim nasıl var oldu? İnanıyordu. Onu tam sınırda tutan bu paradokstur, onu kimseye izha edemez, çünkü buradaki paradoks onun kendisini birey olarak mutlak ile mutlak bir ilişkiye koymasıdır. Bunu yapmakta haklı mıdır? Onun haklılığı bir kere daha paradokstur; çünkü eğer haklı çıkarsa hiçbir şekilde evrensel olan bir şey sayesinde değil, tekil birey olma sayesindedir.

O zaman birey kendisinin haklı çıktığından nasıl emin olabilir? Bütün varoluşu devlet fikrine ya da toplum fikrine indirgemek çok basit. Eğer bunu yaparsa o zaman aracılık etmek de basit olur, çünkü o durumda bireyin birey olarak evrenselden üstün olduğu paradoksuyla hiç karşılaşmaz.

Fakat şimdi İbrahim’e dönüyorum. Sonuçtan önce, İbrahim ya her dakika bir katildi, ya da bütün aracılıklardan daha yüce bir paradoksla karşı karşıyayız.

İbrahim’in hikayesi bu yüzden etiğin teleolojik askıya alınışını içerir. Birey olarak evrenselden daha üstün olmuştur. Aracılığa izin vermeyen paradoks budur. Bunun içine nasıl girdiği ne kadar açıklanamazsa, içinde nasıl kaldığı da aynı derecede açıklanamaz. Eğer İbrahim’in durumu bu değilse, o zaman trajedi kahramanı bile değil, bir katildir. Onu imanın babası diye anmaya devam etmek, kelimelerden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlara bundan söz etmek düşüncesizliktir. Bir insan kendi gücüyle trajedi kahramanı olabilir – ama bir iman şövalyesi olamaz. Bir insan trajedi kahramanının çetrefil yoluna girince, yol göstereni çok olacaktır; imanın dar yollarını takip eden bir kişiye hiç kimse yol gösteremez, hiç kimse onu anlayamaz. İman bir mucizedir, fakat bundan hiç kimse dışlanmamıştır; çünkü bütün insan hayatının aynılaştığı yer tutkudur ve iman da bir tutkudur.” [4]

 

[1] Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme, N. E. Düzen (çev.), İstanbul: Pharmakon, 1843/2014.

[2] “To live is the rarest thing in the world. Most people exists, that is all.” Oscar Wilde, “The Soul of Man Under Socialism,” Collected Works of Oscar Wilde içinde, Hertfordshire: Wordsworth Editions, 1891/1997, s. 1046 (1041-66).

[3] Eğer alıntının yapıldığı kitabın Türkçe yayın haklarına sahip olan Ayrıntı Yayınları, alıntının uzunluğunda etik ya da hukuki bir ihlal olduğunu düşünüyorsa, hongur@etu.edu.tr adresinden bana ulaşabilir. Metni memnuniyetle kaldırabilirim/kısaltabilirim.

[4] Søren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, (der.) R. Poole ve H. Stangerup, (çev.) N. Çatlı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1983/2013, ss. 179-84.

Comments Off on kurbanda kierkegaard

Filed under Teori

Comments are closed.