“… Küreselleşmeye, ya da başka bir yerde açıkladığım nedenlerle [1] Fransızca’da mondialisation‘la işaret etmeyi tercih ettiğim şeye gelince, “11 Eylül” şiddeti bir kez daha, bir dizi çelişkiye tanık olmuş gibi görünüyor. Aslında, çelişki kalmaya mahkum çelişkiler; çünkü, bana öyle geliyor ki, bir kez daha, etkilerine sürekli tanık olduğumuz, otoimün çaresizlikle ilgili aporia‘lar [2] bunlar. İlkin, küreselleşme, gerçekleştiği iddia edildiği yerlerde gerçekleşmiyor. İkinci olarak, aslında gerçekleşmeden gerçekleştiği her yerde, hem çok iyi hem de çok kötü etkileri oluyor. Bu iki noktayı aydınlatmaya çalışalım. 1- Küreselleşme gerçekleşmiyor; Bu sözde küreselleşme çağında, küreselleşme hakkında konuşmanın ve onun faydalarını kutlamanın birilerinin çıkarına olduğu bir çağda, insan toplumları arasındaki eşitsizlikler, toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler, insanlık tarihinde herhalde hiç bu kadar büyük ve görkemli (görkem, gerçekten daha kolay gerçekleşebilir olduğundan) olmamıştır. Küreselleşme taraftarı söylem, tele-teknolojiler tarafından olanaklı kılınan şeffaflık, sınırların ve pazarların açılması, faaliyet alanlarının artması ve fırsat eşitliğinin üzerinde dursa da, insanlık tarihinde hiçbir zaman bu kadar eşitsizlik, bu kadar yetersiz beslenme, ekolojk felaket ve bu kadar aşırı salgın vakası olmamıştır (örneğin, Afrika’daki AIDS’i ve ölmelerine izin verdiğimiz ve dolayısıyla öldürdüğümüz, milyonlarca insanı düşünün!). Teknolojik eşitsizliklere gelince, insanlığın yüzde beşinden azının internete girdiğini düşünün, oysa 1999’da Amerikan hane halkının yarısı internete girmişti bile. Sunucuların çoğunun İngilizce olduğunu düşünün. Tam şu anda, “işin sonu” [3] çığırtkanlığı yapılırken, görülmemiş sayıda insan, iş koşulları yüzünden baskı altında ya da tersine, arzuladığı işi bulamıyor. Sadece belli ülkeler ve bu ülkelerde sadece belli sınıflar, küreselleşmeden tam olarak faydalanıyor. Müreffeh kuzey ülkeleri, sermayeyi elinde tutuyor ve ekonomik karar araçlarını (G-8, IMF, Dünya Bankası vs.) denetliyor. “11 Eylül” saldırısının örgütlü düzenleyicilerinin kendileri, bu sözde küreselleşmeden (kapitalist güç, telekomunikasyon, ileri teknoloji, sınırların açık olması vb.) faydalananlar arasında olsalar da, bu küreselleşme çağında yalnızca ötekilerin saldırgan zenginlik manzarasına tanıklık edecek (bugün, asla yansız olmayan bir araç, televizyon) fakir araçlara sahip olan, küreselleşme mahkumları adına, tüm dışlanmış ya da reddedilmiş, mahrum bırakılmış, yol kenarına terk edilmiş olanlar adına hareket ettiklerini (büyük etkilerine rağmen, kuşkusuz haksız şekilde) iddia ediyorlar. İslami kültürlere ve nüfuslara bu bağlamda özel bir yer ayrılmalı. Tarihi yeniden dikkatle incelenmesi gereken son birkaç yüzyıl boyunca (bir Aydınlanma Çağı’nın yokluğu, sömürgecilik, emperyalizm vb.), birkaç faktör, ritmi nüfus artışıyla orantılı bir marjinalleşme ve yoksullaşma paradoksuyla başlayan, etkilerini bugün hissettiğimiz jeopolitik konuma katkıda bulundu. Bu nüfuslar (az önce özetle anımsattığım tarih yüzünden) sadece bizim “demokrasi” dediğimiz şeye ulaşmaktan mahrum değiller, aynı zamanda, toprağın sözde doğal zenginliklerine de el konulmuş durumda; örneğin, Suudi Arabistan’daki petrol ya da Irak’ta, hatta Cezayir’deki, Güney Afrika’daki altın ve diğer yerlerdeki pek çok doğal kaynak. Aynı anda, sahipler, yani satıcılar ve tüketicilerle müşteriler tarafından, aslında, iki tarafın da az çok gönül rahatlığıyla bağlı kaldığı bu ittifaklar ya da işlemler vasıtasıyla, oyunun doğası tarafından mahrum bırakıldılar. Bu “doğal” zenginlikler bugün kalan tek sanallaştırılamaz ve yersiz-yurtsuzlaştırılamaz mallar; tartıştığımız çoğu fenomenin nedeni onlar. Sözde küreselleşmenin tüm kurbanlarıyla (hem sözel hem de barışçıl) diyalog gerçekleşmiyor. En kötü olan şiddete başvuru, bu yüzden, “sağır bir kulağa” verilecek tek “karşılık” olarak sunuluyor. “11 Eylül”den hayli önce, yakın tarihte bunun sayısız örnekleri var. Bu, bir özgürlük mücadelesine girişen bütün terörizmlerin ileri sürdüğü mantık. Mandela, şiddetsiz mücadele yıllarından ve tam bir diyalog reddiyle karşılaştıktan sonra, partisinin silahlanmaya nasıl baş eğdiğini gayet güzel anlatıyor. Sivil, asker ve polis arasındaki ayrım bu yüzden geçerli değil. Bu bakış açısından, küreselleşme meydana gelmiyor. O bir simülakrum, artan dengesizliği gizleyen retorik bir yapıt ya da silah, yeni bir bulanıklık, lafazan ve aşırı dolayımlı iletişimsizlik, refahın, üretim araçlarının, tele-teknolojilerin ve sofistike askeri silahların heybetli bir birikimi ve bütün bu güçlerin, az sayıda devlet ya da uluslararası şirket tarafından sahiplenilmesi. Bunlar üzerindeki denetim, aynı anda daha kolay ve daha zor hale geliyor. Burada benimsenecek olan güç, tam da az sayıda (örneğin, devlet) tarafından denetlenebilir göründüğü anda, uluslararası devlet-dışı yapıların ellerine doğru kaçan ve tam da yoğunlaşma hareketleriyle yayılma eğilimi gösteren, (genelde yersiz-yurtsuzlaştırılabilir, sanallaştırılabilir, sermayeleştirilebilir) böyle bir yapıya sahip. (Müreffeh, aşırı sofistike, telekomünikatif, anonim ve suçlanabilir bir devlete ait olmayan) “11 Eylül” türünde bir terörizm, kısmen bu görünür çelişkiden kaynaklanıyor.
2- Ancak, küreselleşmenin gerçekleştiğine inanılan her yerde, hem çok iyi hem de çok kötü etkileri oluyor. İyi etkileri: Söylemler, bilgi ve modeller daha iyi ve hızlı aktarılıyor. Böylece demokratikleşme olasılığı yükseliyor. Doğu Avrupa’daki yakın tarihli demokratikleşme hareketleri televizyona, modellerin, normların, imajların, enformasyon ürünlerinin vb. iletişimine çok şey, belki neredeyse her şeyini borçlu. Sivil toplum kuruluşlarının sayısı artıyor ve daha iyi biliniyor veya tanınıyorlar. Uluslararası Ceza Mahkemesi kurma çabalarına bakın…
…
Kozmopolitliğin ilerlemesi, evet. Vatandaşlığa her girişte yaptığımız gibi, bu durumda dünya vatandaşlığına girişi kutlayabiliriz. Fakat vatandaşlık bir sınırdır aynı zamanda, ulus-devlete ait bir sınır… Bu yüzden, eski Grek-Hristiyan kozmopolit idealin ötesinde (Stoacılar, Saint Paul, Kant), ulus-devletlerin uluslararasılığının ve dolayısıyla vatandaşlığın ötesine genişleyen, evrensel bir ittifakın ya da dayanışmanın gelişini görmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu,Marx’ın Hayaletleri’nin ve başka metinlerin başlıca temalarından biriydi. Hep aynı aporia‘ya geri dönüyoruz: Bir yanda, “devlet” biçimi (ulus-devlet egemenliği) tarafından oynanan pozitif ve sağlıklı rol, dolayısıyla belli uluslararası şiddet türlerine (pazar, dünya sermayesinin güçlenmesi, ayrıca “terörist” şiddetin ve silahların artması) karşı koruma sağlamakta demokratik vatandaşlık tarafından oynanan rol, diğer yandaysa, egemenliği teolojik bir miras bırakan bir devletin negatif ya da sınırlayıcı etkileri, sınırlarını denetleyen, vatandaşı olmayanları dışlayan ve baskı altında tutan vb. bir devlet arasında nasıl karar verilecek?
Devlet bir kez daha hem kendini koruyor hem de yıkıyor, hem panzehir hem de zehir. Pharmakon [4], bu otoimmün mantığın başka bir adı, eski adı. Teknolojik-bilimsel gelişmelerin (canlı varlıklar üzerinde hakimiyet, havacılık, yeni enformasyon teknolojileri, e-posta, internet, cep telefonları vb.) kitle imha silahlarına, her türden “terörizme” doğru kaçınılmaz sapması işbaşında görülebilir. Söz konusu ilerleme öncelikle hız ve ritmdeki bir ilerleme olduğundan tüm bu sapmalar çok daha çabuk ortaya çıkıyor. İki sözde savaş lideri, iki metonimi [5], “bin Ladin” ile “Bush” arasındaki imajlar ve söylemler savaşı, açığa vurduğu hakikati daha da çabuk gizleyerek ve hakikatin yönünü değiştirerek, açığa vurmanın yerine gizlemeyi geçiren hareketi hızlandırarak, radyo ve televizyon yayınları aracılığıyla, hiç olmadığı kadar çabuk bir hızla ilerliyor. Bu yüzden, daha kötü ve daha iyi; en kötüsü ve en iyisi; en kötüsü, öyle görünüyor ki, aynı zamanda en iyisi. Ürkünç olan, ürkütücü, dehşet verici olan bu; yeryüzünde, terra‘da, bölgelerin içinde ve ötesinde, bütün terörizmlerin nihai kaynağı bu.” [6]
Derrida’dan devlete, bireye ve küre’ye dair söylenebilecek belki de her şey var bu satırlarda. Zaman zaman aklımızda tutmak açısından, oldukça önemli bana göre…
[1] Derrida’ya göre ‘dünya’ bir globe-küre olmadığından, bahsi geçen kavrama ‘küreselleşme’ demek anlamsız bir uğraş
[2] Merkezsizlik, logosuzluk, dilsizlik, ontolojisizlik, epistemolojisizlik gibi hallere verilen isim ve felsefi bulmacalar
[3] Jeremy Rifkin’in The End of Work: The Decline of the Global Labor Force and the Dawn of the Post-Market Era (1995) kitabına atıfta bulunuyor
[4] Derrida’nın 1969 yılında yazdığı “Plato’s Pharmacy” makalesinde ilk kez felsefi anlamda kullanılan sözcük; ‘sonsuz olma’, ‘sınırsız olma’, ‘belirsiz olma’ gibi anlamlara gelebiliyor
[5] Ad aktarması – Türk Hükümeti yerine, Ankara sözcünün kullanılması gibi
[6] Jacques Derrida, “Otoimmünite: Gerçek ve Simgesel İntiharlar – Jacques Derrida ile Söyleşi”, Terör Günlerinde Felsefe, Giovanna Borradori (der.), 2003, Cogito-YKY, İstanbul, sf. 152-155