laiklik, milliyetçilik, apati

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman, 1982 Anayasası’nın halihazırda “laiklik” kavramını içermesine rağmen gerçekte “dindar bir anayasa” olduğunu, zira resmi tatillerin Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı olarak belirlendiğini, din derslerinin ise mecburi ve inanca dayalı bir yapıya sahip olduğunu söyledi.[1] Bu noktaya kadar kendisine tümüyle katıldığım – hatta verdiği örnekleri bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun varlığı; başka hiçbir ülkede kutlanmayan Sünni inanca dair ‘kandil’lerin resmen kutlanması; imam maaşları sıradan vatandaşın vergilerinden alınırken farklı mezheplerin ve dinlerin görevlilerine aynı imkanın tanınmaması; devlet bütçesinden cami, külliye gibi Sünni inancın mimari yapılarına fon ayrılırken farklı mezheplerin ve dinlerin yapıları için bu fonlara ulaşılamaması; resmi tatil ayrıcalığının diğer mezheplerin ve dinlerin kutsal günlerine verilmemesi; hangi inancın ‘din’ olduğuna hangisinin olmadığına devletçe karar verilmesi; resmi Cuma namazı tatili gibi laiklik kavramıyla bağdaşmayan diğer örneklerle genişletmek istediğim – Kahraman, bu sözlerinin hemen arkasından kendisine göre çelişkili görünen bu sorunun, “laiklik yeni anayasada olmamalıdır” fikriyle çözüleceğini söyledi.

Kahraman’ın sözleri, mevcut parlamento içinde 3 başlık altında ele alınmış gözüküyor:

1- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını, “Türkiye’ye din devletini ya da Sünni İslam şeriatını getirmek için istiyor” diyen grup.

2- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını, “bugüne kadar Türkiye’de uygulanan laiklik yanlıştı, bunu düzeltmeyi işaret etmek için söylüyor” diyen grup.

3- Kahraman laiklik kavramının yeni anayasada olmamasını “isteyemez çünkü bu, mevcut hukuka ve Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez üç maddesine aykırı” diyen grup.

Kemal Kılıçdaroğlu ilk gruba dahil olarak, şu açıklamayı yapıyor:

“Emin olun, bunlar laikliğin ne olduğunu da bilmiyorlar. Laiklik, bütün inançların güvencesidir. Laiklik, din ve vicdan özgürlüğü demektir; din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi demektir laiklik. Kim neye inanırsa-başımın üstüne- devlette laiklik devletin dini istismar etmemesi demektir. Devlet iki konuda kör olmak zorundadır; bir etnik kimlik, iki inanç. Devlet vatandaşına hizmet verirken kişinin kimliğini sorgulayamaz. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa başımın üstüne” der, her türlü hizmeti verir. Devlet budur, laik devlet budur. Devlet, “Sen şu inançtansın sana hizmet vereceğim, sen şu inançtan değilsin sana hizmet vermeyeceğim” diyemez. Hangi inançtan olursa olsun devlet bütün vatandaşlarına eşit davranmak zorundadır, laiklik budur. Laiklik, toplumsal barışımızın en temel güvencesidir. Hiç kimse inancından ötürü ötekileştirilmiyor, herkese eşit davranılıyor; kavga yok, barış var, huzur içinde yaşıyoruz. Ayrıştırmaya çalışıyorlar, iç kavgaya yöneldiler.”[2]

Akademisyenliği sürecinde “komşularla sıfır-sorun,” “stratejik derinlik” gibi kavramları siyasal literatüre ekleme amacıyla öne süren Ahmet Davutoğlu, bu kez de “otoriter laikçilik” ile “özgürlükçü laiklik” kavramlarını üretip, bunları birbiri karşısına konumlandırarak ikinci gruba dahil oluyor:

“Yeni Anayasada da Laiklik ilkesi inanç gruplarına eşit mesafede olmasını garanti altına alan bir ilke olarak yer alacaktır. Otoriter bir laikçilik anlayışı değil, özgürlükçü bir laiklik anlayışını anayasamızda yer vereceğiz. Hazırladığımız yeni Anayasada da Laiklik ilkesi bireylerin din ve inanç özgürlüklerini teminat altına alan devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmasını garanti altına alan bir ilke olarak yer alacaktır.”[3]

Aslında Davutoğlu’ndan bir gün önce “özgürlükçü laiklik” kavramını ortaya atmış olan Figen Yüksekdağ ise Kahraman’ın sözlerine karşı birinci grup ile ikinci grup arasında bir pozisyon alıyor:

“Daha fazla din vurgusu yaparak hegemonya kurma peşindeler. Çok dindar oldukları için mi ‘dindar Anayasa’ istiyorlar?… Laiklik bu ülkede gerçek anlamda hiçbir zaman yaşanmadı. Özgürlükçü laikliğe susamış topraklarda yaşıyoruz. Zorunlu din derslerinin olduğu yerde, ‘Din eksenli bir anayasa yapılmalıdır’ diyor. Tam bir fütursuzluk.”[4]

Üçüncü grubu takip eden Devlet Bahçeli ise laikliğe dair kavramsal bir tartışmadan veya kavramın toplumsal önemine dair bir duruş sergilemekten kaçınarak, Kahraman’ın bu isteğini ‘hukuksuz’ bulduğunu söylemekle yetiniyor:

“Bu çıkış doğru değildir. Anayasa’mıza göre seçilmiş bir Meclis Başkanımızın Anayasa’nın ilk dört maddesini tartışmaya açması doğru bir yaklaşım değildir. Bir yandan anayasa değişiklikleri üzerinde düşüncelerinizi ortaya koyacaksınız, düşüncelerinizin gerçekleştirilmesinde milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 maddenin içerisindeki laikliği ayrıca tartışmaya açacaksınız, bu doğru bir düşünce olmamıştır.”[5]

Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim iki nokta var. İlk olarak, Kahraman’ın bir anda gündeme getirdiği ‘laiklik’ anlayışına ve ardından gelen tartışmaların kavramsal tutarlılığına göz atmaya çalışacağım. İkinci olarak ise MHP başkanının kendilerini büyük oranda temsil ettiği varsayımıyla, günümüz Türk milliyetçilerinin neden ‘laiklik ile ilgili bir tartışmaya girmekten kaçındıkları’ üzerine bazı tarihsel çıkarımlarda bulunacağım.

Başlayalım…

Bir haftadır süren laiklik konuşmalarının ontolojik/kavramsal tutarlılığı ile ilgili ilk tartışmayı, BirGün Gazetesi’nde yer alan röportajında Korkut Boratav Hoca yapmış. Kendisine göre, bu tartışmayla birlikte siyasetçiler

“…laikliği din ve vicdan özgürlüğü diye tanımlamaya başladılar. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da buna benzer bir açıklama yaptı. Bir kere bu yanlış. Laiklik din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili bir şey değildir. Aydınlanmanın bir öğesidir. Laiklik, ortaçağ kurumlarına, ortaçağın devlet anlayışına karşı verilen mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Devletin ve toplumun dini kurallardan arınmasıdır. Kavramları karıştırmamak lazım. Zaten devlet ve toplum dini kurallardan arınırsa din de bireysel alana, bireyin dünyasına çekilecektir. Doğrusu da budur.”[6]

Boratav Hoca’nın bu kısa röportajında ayrıntıya giremediği noktalara değinmeye çalışalım…

Mademki laikliği bir Aydınlanma öğesi olarak ele alıyoruz, o halde önce Aydınlanma kavramı ile neyi anlamamız gerektiği sorusunu yanıtlamak ve bunun için de Immanuel Kant’ın 1784 yılında yazdığı “Aydınlanma Nedir?” makalesine gitmek gerekiyor.[7] Kant’a göre,

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! ‘Aklını kullanmaya cesaret et!’ sözü Aydınlanma’nın sloganı olmaktadır.

Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyle insanların çoğu, bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar. Aynı sebeple başkaları için bu insanların başına vâsi [yönetici] olarak gelmek çok kolaydır. Çünkü ergin olmama durumu çok rahattır. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum olduğu zaman, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; çünkü başkaları beni bu sıkıcı ve yorucu işten kurtaracaktır. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini üzerlerine almış bulunan vâsiler, insanların çoğunun, bu arada ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanları sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek tehlike bu denli büyük değildir; çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar, sonunda yürümeyi öğreneceklerdir; ne var ki bu türden bir örnek, insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.”[8]

Kant’ın tarifiyle Aydınlanma, özel alandaki ve kamusal alandaki tüm yöneticilerin/otoritenin, basmakalıp tüm kuralların ve dogmaların yerini “tembellikten ve ergin olamama durumundan sıyrılmaya cesaret etmiş, düşünmekten ve aklını kullanmaktan korkmayan” insanların kendi rasyonel istekleri ve amaçları doğrultusunda çizdiği yollarla değiştirmesidir. Çünkü “insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının mekanik araçları olan dogmalar ve kurallar, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayak bağı olurlar.”[9] İnsan kendi kendine koyduğu bu ayak bağlarından ve engellerden özgürleşmeli, aklını kullanmaya hiçbir sınır olmadan devam etmelidir. Aydınlanma’nın özü budur.

Laiklik ile Aydınlanma, Kant’ın tarifindeki “ayak bağlarından” biri olan, ve Boratav Hoca’nın tarifinde belirttiği, Ortaçağ’a özgü dini ve siyasi kurumların otoritesi ile hiçbir ayrım olmadan tüm insanların düşünebilme sınırlarının (“ortak aklın” veya “sağduyunun”[10]) kesiştiği yerde bir araya gelir. Ortaçağ’ın dini ve siyasi kurumları, meşruiyetlerini “aşkın bir otoriteden” aldıkları iddiasında bulunurlar. Bu aşkın otorite Papa’ya, Kral’a ve yerel liderlere (feodal beylere) kutsallıklarını bahşettiği öne sürülen Tanrı’dır. Tanrı’nın Papa’yı, Kral’ı ve yerel liderleri kutsaması varsayımı, Aydınlanma ile birlikte “Tanrı neden sadece yöneticileri kutsar?” ve “Tanrı neden yönetici ile yöneten arasındaki ilişkinin kurucu unsurlarından biridir?” sorularına evrilir. Aydınlanma’nın bu sorulara verdiği yanıt – laiklik kavramı ile sık sık karıştırılan ve çoğunlukla da tercüme hatasına kurban edilen – sekülerleşmedir.

“Dünyevi işlerle uğraşırken dinsel inançların bir referans olmaktan çıkmaya başlamasını anlatan sekülerleşme kavramı, Fransızca’dan gelen, devlet yapısının ve yönetim biçiminin din-dışı bir zeminde örgütlenmesine işaret eden laiklik kavramından farklı olarak, insanların gündelik yaşam pratikleri ve fikir yürütme biçimlerindeki değişimleri de kapsar.”[11]

Sekülerleşme ile birlikte hem algıda hem de pratik yaşamda bir ayrım oluşması hedeflenir: özel alan ve kamusal alan. İki alanın birleştiği nokta “insan aklı”dır ve “sivil toplum”da açığa çıkar. Bu akıl, Kant’a göre “saflaşmalı,” üzerindeki her türlü dogmadan, her türlü baskıdan, her türlü otoriter etkiden sıyrılmalıdır. İnsan aklı, sivil toplumda (üretim, yönetim, siyaset, kültür, medya, vb.) yer alan her şeyin kurgulanmasının, algılanmasının ve gerçeğe dönüştürülmesinin temel dayanağı, referans noktası olarak kabul edilmelidir. En basit ifadesiyle sekülerleşme, insan aklının kendi başına varolabilmesinin, kendi kendine düşünebilmesinin, kararlar alabilmesinin ve ‘bilmeye cesaret edebilmesinin’ önündeki tüm otoriter eğilimleri ortadan kaldırmasıdır. Bu otoriter eğilimler aileyi, eğitimi, kültürü, medyayı, hukuku, devleti, üretimi, siyaseti, dini ve bunlara benzer her türlü üstyapı aracını kapsar.

Sekülerleşmeyi geniş kapsamlı bir otoriterlikten-özgürleşme-süreci olarak ele alırsak, laiklik bu özgürleşme sürecinde insanın kendisini yönetecek kişileri ve kurumları seçerken her türlü dini otoriteden uzaklaşabilme hakkı olduğunu ifade eden parçadır ve kabaca, devletin bir toplumdaki farklı ahlaki, ideolojik ya da dini inançlara/düşüncelere karşı eşit tarafsızlıkta (neutrality) kalması, Charles Taylor’ın deyimiyle, “vatandaşların ahlak bakımından eşitliğini” varsayması anlamına gelmektedir.[12] Bu açıdan, sekülerleşme çok daha kapsamlı ve toplumsal bir olgu iken, laiklik siyasal rejimi ilgilendiren bir eşitlik ve inanç/düşünce özgürlüğü sürecidir.

Laiklik seçme/seçmeme özgürlüğünün, yönetilme/yönetilmeme özgürlüğünün, inanma/inanmama özgürlüğünün aynı potada eridiği bir özgürlük hakkıdır. Laiklik olmadan, aynı iktidar çatısı altında yaşayan farklı inançtaki insanlara eşit davranılmıyorken, Aydınlanma’nın gerçekleşemeyecek olması bu yüzdendir.

Laiklik bir Aydınlanma sürecidir.

Laikliğin yalnızca “din ve inanç özgürlüğü”ne indirgenemeyecek olması, Kemal Kılıçdaroğlu’nun İsmail Kahraman’ın sözlerine verdiği yanıtın – ve bu anlamda Kahraman’ın bir şeriat devleti istediği düşüncesine sahip ilk grubun – kavramsal olarak son derece kaygan bir zeminde olduğunu gösteriyor. Ülkedeki laikliğin savunucusu olarak kendisini belirlemiş bu düşüncenin,[13] savunduğu kavram ile ilgili ciddi sorunlarının olduğu ve bu açıdan nasıl bir savunma stratejisi geliştirebileceği, oldukça ciddi bir soru olarak karşımızda duruyor. Aslında, laikliği yalnızca devleti dinin, vatandaşı da devletin baskısından kurtarmak biçiminde algılamak; CHP’nin vatandaş üzerindeki ‘kurucu’ arzularını da açıklamaya oldukça yardımcı oluyor.

Öte yandan hem Figen Yüksekdağ’ın hem de Ahmet Davutoğlu’nun (sonradan-)üretip ortaya attıkları “özgürlükçü laiklik” kavramının, Kılıçdaroğlu’nun içeriksel probleminden farklı, bir başka ontolojik probleme işaret ettiği de ortaya çıkıyor. Yüksekdağ ve Davutoğlu bu kavramsallaştırmalarıyla, içinde zaten “özgürleşme” olan bir kavram olan laikliği, ‘özgürlükçü özgürleşme’ gibi kendi kendini yiyen bir yılana (ouroboros) dönüştürüyorlar.

Davutoğlu’nun “özgürlükçü laiklik” kavramının karşısına konumlandırdığı “otoriter laikçilik” kavramı ise ontolojik problemi bir adım öteye taşıyor. Her şeyden önce Davutoğlu “laiklik” ile “laikçilik” arasında ‘söylemsel’[14] bir ayrıma gidiyor. Davutoğlu’nun kullandığı laik-çi-lik kelimesi iki adet yapım eki alıyor: Kelimedeki “-çi” eki bir ‘taraftarlık’ durumu belirtirken (laik-taraftarı); “-lik” eki, ‘laikçi’ kelimesine ‘bağlılık’ ve ‘özellik’ anlamı katıyor (laik-taraftarı olma durumu). Buna göre “laik-lik” kelimesinden farklı olarak “laik-çi-lik” kelimesinde, “laikliği sadece taraftarı olduğu için kabul eden,” ancak buna karşılık laikliğin kendisine taraftar olmamakla suçlanan biri, birileri, bir kurum veya kurumlar yer alıyor. “Laik-çi-lik”in önüne getirilmiş “otoriter” sıfatı ise bir yandan laiklere sempati duyarken diğer yandan laikliğe uzak kalan kişinin/kurumun, bu sempatisini toplumun geri kalanına da “zor yoluyla” kabul ettirmeye çalıştığı anlamı ortaya çıkıyor. Laikliğin kendisi herhangi bir kavramı “zor yoluyla kabul etmemek” ve “otoriterliği” reddetmek üzerine kurulu olduğuna göre, Davutoğlu burada laik-çi-lik yapanların laikliğin kendi özünden ayrıldıklarını söylüyor. Bu analizinin bir sonraki adımı olan “özgürlükçü laiklik” kavramını kullanması ise Davutoğlu’nu yapı-sökümde bir çıkmaza sokuyor: Davutoğlu eğer “laik-çi-lik” kavramını, laikliğin zaten sahip olduğu “özgürlük”ten soyutlamak/ayırmak için kullanıyorsa, neden “laik-lik”in önüne “özgürlükçü” sıfatını koyuyor? Yok eğer “laik-lik”in kendisinin özgürlükçü olmadığına inanıyorsa, neden “laik-lik” ile “laik-çi-lik” arasında bir ayrıma gitme ihtiyacı duyuyor? Kılıçdaroğlu’nun içerikle ilgili ontolojik problemi, Davutoğlu’nda hem içeriksel hem de söylemsel bir probleme dönüşüyor.

Kılıçdaroğlu’nun, Yüksekdağ’ın ve Davutoğlu’nun laiklik açıklamaları, yukarıdaki gibi kavramsal tartışmalara yol açabilecek potansiyeldeyken, Devlet Bahçeli’nin laiklik açıklaması öznellikten tümüyle uzak, hukuki bir platformda seyrediyor. Açıklama metninde yer verdiği kelimeler ve bu kelimelerle birlikte kullandığı ekler, Bahçeli’nin laiklik meselesine dair nerede durduğunu açıkça işaret ediyor. Buna göre, Bahçeli “Anayasa’mız” kavramı ile 1982 Anayasası’nı benimsediğini, “seçilmiş Meclis Başkanı” ifadesiyle Kahraman’ın üstlendiği pozisyonu meşru kabul ettiğini, “milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 madde” ifadesiyle 1982 Anayasası’nın millet iradesi ile yazıldığını varsaydığını ve “milletimizin ön şart ve kabulü olan 4 maddenin içerisindeki laikliği” ifadesiyle de laiklik kavramını tümüyle ‘(ana)yasal’ ya da iradesini milletten alan ulusal hukuk çerçevesinde değerlendirdiğini anlatıyor.

Laikliği kavramsal boyutundan sıyırıp tamamen hukuksal bir gereklilik çerçevesine sokmak, İsmail Kahraman’ın sözleri ve önerisi hakkında yine aynı çerçevede bir yanıt vermeyi gerektirebilir. Bunu yapmanın siyasi ve bireysel bir tutarlılık olduğu söylenebilir. Hepsi bir yana, MHP’nin bugünlerde içinde bulunduğu ‘hareketlilik,’ “şu anda bu konuya karışmama” stratejisini öne çıkartmış da olabilir.

Sorun şu ki, laiklik ile ilgili söz etmeme(yi tercih etme), MHP’nin, milliyetçilerin ya da Bahçeli’nin yalnızca bugününe, içinde bulundukları siyasi-toplumsal bağlama ya da kişisel kaygılarına bağlı değil. Milliyetçi geleneğin önde gelen gazetesi Ortadoğu‘da İsmail Kahraman’ın açıklamalarına dair yayınlanan sadece iki köşe yazısı olması ve bunların birinde laiklik tartışmaları “boş ve sonuçsuz iş”[15] olarak nitelendirilirken, diğerinde Davutoğlu-Yüksekdağ benzeri bir “laiklik vs. laikarlık” ayrımı yapılıp “Hz. Muhammed’in laik olduğu”ndan[16] söz edilmesi, milliyetçi geleneğin temelde Bahçeli’nin duruşundan fazla uzaklaşmamış olduğunu gösteriyor. Şüphe yok ki bunlara milliyetçi (hatta MHP’li) olduklarını açıkça beyan eden ve güncel meselelere dair attıkları tweetlerle öne çıkan akademisyenlerin ve araştırmacıların, Kahraman’ın açıklamalarına dair yorum yapmaktan (tweet atmaktan) kaçınmaları da eklenebilir.

Tüm bunlar bana laikliğin bugünkü milliyetçi siyasetin ‘can damarları’ndan birini oluşturmadığını anlatıyor.

Peki neden?

Pratik/güncel siyasetle ilgili nedenleri dışarıda tutarsak, ben bu soruya iki temel yanıt bulabiliyorum.

Birincisi, MHP’nin bir parti olarak kendini konumlandırdığı yer ile ilgili.

Malum, Türkiye’de Sağ ve Sol siyasal söylemleri, Batı’daki faşizm ve sosyalizm/komünizm geleneklerinden farklı olarak, Sağ ile özdeşlemiş MP/CKMP/MHP (milliyetçilik) geleneği ve Sol ile özdeşleşmiş Ecevit-sonrası CHP (sosyal demokrasi) geleneği ile birlikte anılıyor. Milliyetçi hareketin bir fraksiyon olarak Demokrat Parti’den ayrılmasının temelinde yatan “CHP’nin laiklik vurgusuna yeterince eleştiri yapılmıyor olması” gerekçesi, bu fraksiyonun içinden çıkan partilerin yapılandırılmaları ve kadroları büyük değişiklikler geçirse de,[17] CHP ile laiklik kavramını yan yana (birlikte) ele almak ve milliyetçi hareket ile laiklik arasında tam bir bağlantı kuramamak alışkanlığını besleyerek devam etti.

2011 sonrası AKP iktidarının kendini konsolide etmesi ve giderek güçlenmesi, en azından 1 Kasım 2016 Genel Seçimlerine kadar (Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde ortak aday çıkartacak kadar) CHP ile MHP politik söylemlerini (‘ulusalcılık’ paradigması üzerinden) birbirine yakınlaştırdı belki ama eğer bugün bu iki parti arasında temel bir farklılıktan söz edilecekse bu temel farklılığın “laiklik çizgisi” üzerinden geçtiği oldukça açık.

Bugünün sol-liberal CHP zihniyetine göre, “Atatürk bilimi bir araç olarak kullanmayı Batılılığın en başta gelen özelliği saymakla birlikte dini bir araç olarak kullanmayı beğenmemektedir, reddetmektedir. İslam tarihi içindeki en çok eleştirdiği nokta Müslümanlığın en başından itibaren politik bir araç olarak kullanılmış olmasıdır. Atatürk’e göre Müslümanlık nerede böyle bir nitelik kazanmışsa bir ‘aldatmaca’ olmuştur. Asıl mesele, dini bu gibi konulara ‘bulaştırmamaktır.'”[18] Söz konusu bulaştırmama işi, yukarıda da tartışıldığı gibi, zaten laikliğin tanımıdır.

Bunun karşısında, artık iyice AKP’ye kaymış olsa bile, bir zamanlar MHP seçmeninin büyük çoğunluğunu oluşturan (İç) Anadolulu “yerel liderler,” (1930-1945 arasındaki) kurucu CHP kadrolarının sahiplendiği laikliği de içeren “ulus olmanın nesnel öğelerini yadsıyarak ve dinsel bağlantıları vurgulayarak İslami millet anlayışını korumak için büyük bir enerjiyle”[19] savaşmış grupların kurucuları ve mirasçılarıdır. Onlara göre “İslam’la [Türkiye’deki] sosyal düzen arasında doğrudan bir bağ vardı[r]. İslam, toplumun nasıl olması gerektiğini belirttiğine göre dini politikadan çıkartmak mümkün değildi[r].”[20]

Üstelik, Kemal Karpat’a göre, 1930-45 arasındaki “CHP yönetiminde rejime yönelik gerçek veya sanal bir tehdidin ortaya çıktığı her durumda rejimin savunulması için laiklik ilkesine başvurul[muştur]. Laiklik, tek parti yönetiminin ve rejimin ‘düşmanları’ için her zaman kolaylıkla dinsel, başka bir deyişle İslami kaynaklı veya amaçlı olarak nitelenen her türlü muhalefet için getirilen yasaklamaların gerekçesini oluştur[muştur]. Laiklik politikası ile devlet dinsel alanın hakemi durumuna getiril[miştir]… ‘Laiklik’ tanımının, ilkenin gerçek anlamını saptırdığı ve devleti ‘ulusal irade’nin patronu konumuna getirdiği eleştirisi CHP’ye yöneltilen en temel eleştirilerden biri[dir].”[21] Laiklik, bu ‘pratik’ alanda, daha erken dönemde CHP seçmeni ile MHP seçmenini iki zıt kutupta karşılıklı konumlandırmıştır.

Ancak, tam da bu noktada, MHP’nin ve milliyetçi seçmenin bugün neden söz konusu karşıtlığı ‘kendi lehine’ kullanmaktan kaçındığı, hatta ‘konu bile etmediği’ sorusunun ikinci yanıtı ortaya çıkar.

Evet, (yakın-)tarihsel olarak MHP’nin temsil ettiği Sağ ve CHP’nin temsil ettiği Sol seçmeni birbirinden uzaklaştıran şey “laiklik çizgisi” olabilir; ama MHP, Türkiye’nin 1980-sonrası siyasal geleneği içinde “Sağ siyaset”in tek aktörü değildir artık! Özellikle 2011 sonrası Türkiye’deki Sağ seçmenin büyük çoğunluğu – burada tartışılması gerekmeyen nedenlerle – artık ‘güvenilir’ birer AKP seçmeni haline gelmiştir. Milliyetçi  seçmen, kendisini eski ya da bugünkü CHP ‘ulusalcılığından’ ayırt etmeye çalıştığı kadar, bu “Yeni Sağ”[22]ın temsilcileri olan AKP’den de ayırt etmek zorundadır artık. Ama bu, CHP’den uzaklaşmak kadar kolay olmayacaktır.

MHP ile AKP’nin paylaştığı ortak (Sağ) seçmen havuzundaki “dindar kişilerin İslam’a kesin olarak bağlı oldukları dolayısıyla da Atatürk’ün laik reformlarının yadsınmasını toplumun kültürel bütünlüğünün yeniden sağlanması için zorunlu gördükleri doğrudur. Ancak toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan insanlar için sorun, Türk kimliğinin tarihsel ve kültürel gelenekleri kapsayacak şekilde tanımlanmasının yolunu bulmak ve aynı zamanda da statülerini ulusal bir devletin modern yurttaşları olarak sağlamlaştırmaktı. Görünüşe göre dine verilen önem dindarlıktan çok pratik nedenlerden kaynaklanıyordu: Toplumu bir arada tutan çimentonun İslami gelenek ve göreneklerden türediği apaçık bir gerçekti. Büyük çoğunluğa göre demokrasi, modernleşme veya (Batıcılıktan farklı olarak) Batılılaşma, genelde toplumsal dayanışmanın temel değerlerinin yadsınmasını veya önemsenmemesini değil, bu değerlerin, Türklerin kültürel ve tarihsel mirasının bir parçası olduğunun kabul edilmesini gerektiriyordu.”[23]

Kemal Karpat’tan alıntılanan bu cümlelerde Batı-cı-lık ve Batı-lı-laşma arasına konulan “fark” size de çok tanıdık gelmiyor mu? İlkinin “olumsuzluğu” ile ikincisinin “nötrlüğü” veya “uygun bir hale getirilebilirliği” ile başka bir karşılaştırmayı size de hatırlatmıyor mu?

Elbette Davutoğlu’nun laik-lik ve laik-çi-lik arasına koymaya çalıştığı farktan söz ediyorum burada. Ve tabi ki, aynı anda, MHP’nin ve milliyetçi kitlenin laiklik tartışmalarının ötesinde, içinde bulundukları çıkmazdan da…

“Sağ”ı “Sol”dan ayırmak, “Sağ”ı “Yeni Sağ”dan ayırmak gibi değil. İlki, söylem düzeyinde bile kalıp başarıya ulaşabilecekken; ikincisi, hem söylemi hem de pratiği gerektiriyor. Milliyetçiler, halihazırda AKP siyasetinin doldurduğu “söylem deliklerini” yeniden-düzenleyebilecek ya da değiştirebilecek siyasal güçten yoksunlar. Örneğin, “Osmanlı nostaljisi”ne sahip olsalar da, “Osmanlı’nın en büyük nostaljiği” olamıyorlar. Türkiye’de “dindarlığı” en yakın yaşayan kesim olduklarına inansalar da, “Türk dindarlığı”nın ne olduğunu “ilk kez onlar” açıklayamıyorlar. “Baş örtüsü” hassasiyetleri, başkalarınca bayraklaştırılıyor. Bir “reis-hayalini” Alparslan Türkeş’ten beri kursalar da, kendi ‘reis’lerini çıkartamıyorlar. Kendi “ocakları” (Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları) olsa da, yeni bir “ocağın” (Osmanlı Ocakları) kurulmasına engel olamıyorlar. AKP iç-dış politikada ne zaman “milliyetçi” adımlar atsa (Kürt Açılımı’nın ortadan kalkması, Rusya ile gerilim, İsrail-Filistin tarafgirliği, vb.), “asıl milliyetçinin” kendileri olduğunu kimseye anlatamıyorlar. Milliyetçi söylem ne zaman hükümet lehine popülerleşse, seçmenlerinin bir kısmını AKP’ye kaptırmaktan kurtulamıyorlar.

Oturmak istedikleri koltuklar çoktan kapılmış, doldurmak istedikleri boşluklar çoktan doldurulmuş.

Zaten hassas oldukları, olabilecekleri, belki de “laik-lik” ile “laik-çi-lik” farkını ortaya koyabilecekleri laiklik “olay”ında bile, AKP’den (hatta bu kez HDP’den bile) önce davranamıyorlar. Söylem üretemedikleri gibi, eylemde de bulunamıyorlar. Hep kendilerinden önce davranmış, hep kendi söylemlerini çoktan düşlemiş ve ifade etmiş birileri ile karşılaşıyorlar.

Adeta kendi doğurdukları çocuğun (Sağ siyasetin), büyüyüp gelişme evrelerini kaçırıyorlar. Çocuk çoktan ergenleşmiş, büyümüş, evlenmiş, “yenilenmiş,” küresel/modern hayatın gereklerini yapmaya başlamış, onlar çocuklarının hala kendi kurdukları “baba kurumları”na sadık kalmasını bekliyorlar. Yeni Sağ’ın gerektirdiği piyasa liberalizminden devletçilikleriyle, kurup-bozduğu geçici arkadaşlıklardan (Kürtler, Aleviler, eşcinseller, İsrailliler, Avrupalılar, Amerikalılar, vb.) ezeli düşmanlarıyla, küreselleşme vurgusundan yerellikleriyle, popülizmden ‘ağır abilikleri’yle uzaklaşıyorlar.

O yüzden de zamanı ıskalıyorlar.

Sadece laiklik konusunda değil, her konuda suskun kalıyorlar.

Kendilerini Sağ-Sol, yerel-küresel, piyasa-siyaset, dün-bugün gibi sınırları belirsiz, bulanık ve denetimsiz kavramlar arasına sıkıştırmaktan ve üzerlerindeki otoriteyi sürekli yeniden-güçlendirmekten vazgeçmedikçe, “milliyetçi dava bana ne der?” diye kendilerini korkuttukça, Kant’ın deyişiyle “kendi suçları ile düşmüş oldukları bir ergin olmama durumundan” kurtulmak için cesaret etmedikçe, suskun kalmaya da mecburlar…

İronik olan şu ki, onlara bu cesareti verebilecek “laiklik” tartışmasında bile taraf olmayarak, bir başka tarihi fırsatı da ıskalamış durumdalar.

Eğer bu kez korktukları şey laikliğin, sekülerleşmenin, en nihayetinde Aydınlanma’nın Batılı birer kavram olduğu ve “milletimize-dinimize” uymayacakları idiyse, yine yanılıyorlar…

Fazla uzağa gitmeyip milliyetçi literatürün ana yayıncılarından Ötüken Neşriyat’tan çıkmış İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri başlıklı kitaba bakabilirler mesela. Orada şu satırlarla karşılaşacaklar:

“[İbn Sina] Kitab el-Nefs adlı eserinde: ‘Farzedelim ki’ diyor ‘bizden biri aniden ve mükemmelen yaratılmış ama gözleri örtülü ve harici şeyleri göremiyor olsun. Havada veya hissedebileceği havanın mukavemetinde çarpmaması için, daha ziyade boşlukta yaratılmış bulunsun. Uzuvları ayrılmış olduğundan ne bir şeye rastlıyor ne de dokunuyor. Sonra bizzat kendi varlığının delilinin olup olmadığını kendi kendine sorarsa, hiç şüphesiz kendinin var olduğunu doğrulayacaktır…’ Dış alemle irtibat kurmaksızın, bizzat kendi düşüncesi, kendisinin var olduğunu ve düşündüğünü ilham edecek olan meşhur uçan adam mecazını alamet olarak alırken, ruhun bir cevher olduğunu, bir araz olmadığını, ölümsüz ve manevi olduğunu ortaya koyar. Bu mecaz, Ortaçağ’ın çok sayıda yazarı tarafından ele alınmıştır. Öyle ki, [René] Descartes’ın Cogito ergo sum‘u ona öylesine yakın ki, uçan adam mecazını biliyor olması kuvvetle muhtemeldir.”[24]

Cogito ergo sum (je pense, donc je suis), bilinen çevirisiyle, “düşünüyorum, öyleyse varım”[25] demektir. Aralarında bilinen, kesin bir bağ yoktur belki ama İbn Sina’nın uçan adam‘ı Descartes’ın düşündüğü için var olan adamından önce gelir. Onlara göre insan, duyularına ve insan yapısı hiçbir şeye (siyasete, dile, dine, kültüre, devlete, otoriteye) ihtiyaç duymadan, kendi kendine var olduğunu bilir. Bunu bildiği için varlığı kesindir. Aklı saflaştırmak, onu insan yapısı olan her tür etkiden uzaklaştırmak anlamına gelir. Bir kez bu gerçekleştiğinde, artık insanın önündeki tüm engeller ortadan kalkar. İlerleme başlar. İnsan birilerinden aldığı yetkiyle değil, kendi varlığı sayesinde ayağa kalkar. ‘Var’ olmaktan çıkıp ‘yaşamaya’ başlar. Aydınlanma, buna işaret eder. Sekülerleşme de… Laiklik de…

Ama bunu yapabilmek için, önce cesaret gerekir…

Laikliği istemeyenler, cesaret etmeye cesaret edemeyenlerdir. [26]

 

[1]Meclis Başkanı Kahraman: Laiklik Yeni Anayasada Olmamalı,BBCTürkçe, 25 Nisan 2016.

[2]Ya Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devletine İnan Ya da O Koltuğu Terk Et,” CHP, 26 Nisan 2016.

[3]Ahmet Davutoğlu: ‘Yeni Anayasada Özgürlükçü Laiklik Olacak’,Euronews, 27 Nisan 2016.

[4]HDP’den Laiklik Açıklaması,HaberSol, 26 Nisan 2016.

[5]Bahçeli’den Laiklik Açıklaması,HaberSol, 26 Nisan 2016.

[6]Korkut Boratav: Laiklik Aydınlanma’nın Bir Öğesidir,BirGün, 28 Nisan 2019.

[7] Batı dünyasının 200 yıl önce sorgulayıp çözdüğü meseleleri, kavramsal olarak kendi lügatine yedirmeyi başaramamış bir toplum olmamız, Türkiye’de laiklik ve Cumhuriyet-kazanımları ile ilgili en kayda değer tartışma bana kalırsa.

[8] Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?,” Özgürlüğün İdeolojisi: Liberalizm içinde, D. Gürpınar (der.), A. Kurt (çev.), İstanbul: Liber+, 1784/2016, ss. 68-69 (68-76).

[9] Kant, a.g.e., s. 69.

[10] René Descartes, Söylem – Kurallar – Meditasyonlar, A. Yardımlı (çev.), İzmir: İdea, 1637/1996, ss. 13-14.

[11] Tony Bilton vd. Sosyoloji, K. İnal (çev.), Ankara: Siyasal, 2003/2009, s. 9.

[12] Jocelyn Maclure ve Charles Taylor, Laiklik ve İnanç Özgürlüğü, İ. Güllü (çev.), İstanbul: İskenderiye, 2010/2015, ss. 17-25.

[13] CHP Sözcüsü Selin Sayek Böke’nin “tek bir Cumhuriyet Halk Partili hayatta kalana kadar savunacağımız ve kırmızı çizgi olarak her zaman arkasında duracağımız bir laiklik davamız var” açıklaması, CHP’nin kurumsal olarak bu savunuyu üzerine almakta gönüllü olduğunu gösteren bir başka örnek sanırım. “Selin Sayek Böke’den ‘Laiklik’ Açıklaması,” Sözcü, 27 Nisan 2016. Öte yandan, bu söylemin pratik ile nasıl uyuşacağı veya CHP’nin yakın tarihinin bu ‘laiklik savunuculuğu’nu nasıl garanti altına alacağı da önemli bir soru işareti… Mesela “Davutoğlu olayı”nın ardından Kılıçdaroğlu’nun kendisine ‘hakkını helal etmesi,’ öncesinde HDP-saflarında görünmemek için dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘evet’ denilmesi ve elbette Ekmeleddin İhsanoğlu’nun 2014 adaylığı gibi örneklerle mi “laikliği kesin CHP korur” izlenimine kapılacak seçmeni? Belki başka bir yazının konusu ama burada esas sorulması gereken soru, gerçekte CHP’nin hangi seçmene yönelik bir söylem geliştirdiği ile alakalı olmalı sanıyorum: AKP+MHP seçmenine yönelik mi, yoksa kendi seçmenine yönelik mi?

[14] Burada “söylem” (discourse) kavramını Michel Foucault’ya atıfla, “söylenen her türlü şey içinde belli bir sistemlilik içine girebilen ve kendileriyle birlikte düzenli bir iktidar etkisi meydana getirebilen ‘ifade’lerin bütünü” olarak kullanıyorum. Foucault’dan aktaran, Taner Timur, Felsefi İzlenimler: Sartre, Althusser, Foucault, Derrida, İstanbul: İmge, 2005, s. 65

[15] Orhan Karataş, “Türkiye Gerçeğinden Habersiz,” Ortadoğu, 28 Nisan 2016.

[16] Şükrü Alnıaçık, “Hz. Muhammed’in Laikliği,” Ortadoğu, 28 Nisan 2016.

[17] Bknz. Jacob Landau (1982) “The Nationalist Action Party in Turkey,” Journal of Contemporary History, 17(4), ss. 587-606; ve Hakan Yavuz, “The Politics of Fear: The Rise of the Nationalist Action Party (MHP) in Turkey,” Middle East Journal, 56(2), ss. 200-221.

[18] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makaleler I, İstanbul: İletişim, 1990/2012, s. 191.

[19] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, s. 213.

[20] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makaleler I, İstanbul: İletişim, 1990/2012, s. 191.

[21] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, ss. 67-68.

[22] Bknz. Nafiz Tok, Mehmet Özel ve Vedat Koçal (der.), Yeni Sağ, Küreselleşme ve Türkiye, Ankara: Orion, 2008.

[23] Kemal Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi: 1876-1980, E. Soğancılar (çev.), İstanbul: İmge, 2007, s. 315.

[24] A.M. Goichon, İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri, İ. Yakıt (çev.), İstanbul: Ötüken, 1951/2000, ss. 35-36 ve 87-88.

[25] René Descartes, Söylem – Kurallar – Meditasyonlar, A. Yardımlı (çev.), İzmir: İdea, 1637/1996, s. 32. Aradan neredeyse beş asır geçmesine rağmen, “düşünmenin kendisi[nin], hükmedenler tarafından salt ideoloji diye yadsınır oldu[ğu]” günümüzde, düşünebilmek hala bir varlık göstergesi, bir meydan okuma/tanınma eylemidir. Thedor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 61.

[26] Ergin Yıldızoğlu’nun yakın dönem Türkiye tarihine ışık tutan ve laiklik tartışmalarına da özel bir yer ayıran kitabı, “Laiklik Savunulmalıdır”ı, bu yazıda yer alan her şeyin sağlamasını yapmak adına, herkese öneririm: Ergin Yıldızoğlu, Laiklik Savunulmalıdır, İstanbul: Tekin, 2016, ss. 109-154.

Comments Off on laiklik, milliyetçilik, apati

Filed under Güncel, Siyaset, Teori

Comments are closed.