“Sevgili M.E.A.,
Merhaba abicim. Beni tanımıyorsun. Muhtemelen yollarımız bir yerlerde kesişmeyecek, karşı karşıya getirmeyecek bizi tarih. Adını google’a ‘kodladığımda’ bugün itibariyle üç yüz bine yakın sayfa karşıma çıktığına göre, senin bu mektubu okuma ihtimalin de bir hayli düşük olacak.
İletişimimiz tek yönlü kalacak… tabi buna iletişim denebiliyorsa hala. Seni tanımıyordum bir hafta öncesine kadar. Bir anma töreninde bir devlet büyüğüne ‘hakaret’ ettiğin gerekçesiyle okulundan, sınıfından, arkadaşlarının gözü önünden polisler tarafından alındığını, tutuklandığını, iki gününü hapiste geçirdiğini, avukatlarının itirazı sonucunda serbest bırakıldığını ve halihazırda bu davadan tutuksuz şekilde yargılanmakta olduğunu biliyorum. Bu yazdıklarıma bakılırsa, aslında ben de seni tanımıyorum.
Nelerden hoşlandığını bilmiyorum mesela…
Nelerden korktuğunu da…
En sevdiğin yemeği, içeceği, filmi, şarkıyı, kitabı bilmiyorum.
Annenin-babanın hayatta olup olmadıkları, kardeşlerinin olup olmadığı, hangi koşullarda büyüdüğün, nereli olduğun, nereye gitmek istediğin, üniversiteye gideceksen hangi bölümü seçmeyi düşündüğün, gitmeyeceksen hayatının geri kalanındaki planların, bir sevgilinin olup olmadığı, yalnızlığı sevip sevmediğin gibi konular hakkında hiçbir fikrim yok.
Ne geçmişini biliyorum ne de geleceğin hakkında fikir yürütebilecek bir tanışıklığım var seninle. On altı yıllık hayatının beş günü hakkında – o da bazı başlıklar düzeyinde – bir (b)ilgim var sana dair sadece. Üstelik seni görsem, birileri tanıştırsa bizi, bu beş günde yaşadıklarını bana anlatmak ister misin, ben o anlatacaklarını dinlemek ister miyim, bundan bile emin değilim. Belki benimle tanıştığında gıcık olacaksın bana. Ağzımı yüzümü parçalamak isteyeceksin. “Ne diye bana sorular soruyor bu herif?” diyeceksin. Belki geçerli nedenlerin olacak, belki yalnızca ‘elektriğimiz uymayacak.’ Gözümün üstünde kaşım olacak, fikirlerim ters gelecek, üslubumda yanlışlık sezeceksin, seninle konuşmak sırf beni tatmin edecek… Belki ben hoşlanmayacağım senden aynı sebeplerle, farklı sebeplerle. Belki de hiç ayrılmayacağız organik çözülmemiz tamamlanıncaya kadar. Kim bilir?
Bunların hepsi insani şeyler.
Hepsi bir ihtimal, hepsi daha önce milyon defa yaşanmış şeyler, hepsi bir o kadar daha yaşanacak olasılıklar.
İnsani olmayan şey ne biliyor musun kardeşim?…
… beni affet lütfen ama, izninle sana bir hikaye anlatayım.
Fazla uzağa gitmiyoruz. Yer Kıbrıs. Zaman, bilinemeyecek kadar eski. Bir adamla tanışıyoruz orada, adı Pygmalion. Yalnız birisi. Yalnız ama üretken. İyi bir heykeltıraş. En iyilerinden biri. Fazla arkadaşı yok. Hatta kimsesi yok. Ama bu bir seçim. Sevmiyor insanları. Onlarla konuşmak istemiyor. İletişime geçmeyi, karşılıklı muhabbeti, sürprizleri, hayalkırıklıklarını, yalanları, rutin hikayeleri sevmiyor. Kendini kapattığı atölyesinde, adanın içindeki adasında, hayatını sürdürüyor. Zamanla yaptığı heykeller, en sevdikleri oluyor. Onların her bir köşesini, her bir kenarını, her bir ayrıntısını kendisi tasarlıyor. Onlara şekillerini veriyor. Onları ‘tam da görmek istediği gibi’ kıvama getiriyor. Fildişinden, kilden, taştan insanlar yaratıyor.
Hikaye bu ya, gün geliyor, bunca heykel arasından bir tanesine aşık oluyor Pygmalion. Gözlerini ondan alamıyor. Her bir ayrıntısını kendi tasarlamış olmasına rağmen, ona baktığı her seferde yeni bir özelliğini, yeni bir güzelliğini keşfediyor. Adeta onunla sürekli yeni tanışıyor. Ve her yeni tanışma, aşkını daha da güçlendiriyor. Adına Galatea diyor; yani Uyuyan Aşk. Galatea uyuyor, çünkü hiç uyanamıyor. Canlanamıyor. Temas edemiyor. Hissedemiyor. Hayatın ironisi işte; Pygmalion’un bugüne kadar insanlardan kaçmasına neden olan her ne varsa, Galatea o özellikten mahrum olması nedeniyle, Pygmalion’u kedere sürüklüyor. O kadar çaresiz kalıyor ve Galatea’yı o kadar çok seviyor ki Pygmalion, tanrılara yalvarıyor. Onlardan Galatea’yı canlandırmalarını istiyor. Gece gündüz dua ediyor. Günlerce. Aylarca. Yıllarca. Sonunda aşk tanrıçası Afrodit, onun dualarına yanıt veriyor ve Galatea’yı canlandırıyor. Ufak bir öpücük veriyor Galatea Pygmalion’a. İlk temasları böyle oluyor. Pygmalion ilk defa biriyle, bir şeyle iletişime geçiyor. Kendi tasarladığı, kendi işlediği, kendi şekillendirdiği şey ile insani bir bağlantı kuruyor. Pygmalion önceleri buna inanmakta zorlansa da hayatları boyunca birlikte, mutlulukla yaşıyorlar. [1]
Pygmalion’un hikayesi mutlu bitiyor. Ama gerçek dünyanın pygmalion-larının hikayesi içinde hep bir acı barındırıyor abicim.
Aynısını Berkin kardeşine de yapmışlardı. [2] Deniz abine de. Adı bilinmeyen, bilinemeyen, bilinmesine gerek olmayan başkalarına da…
Görebildiğim kadarıyla, insanlar seni kendi heykelleri yapmaya çalışıyorlar M.E.A. Hepsi birer Pygmalion olma hevesinde. Hepsi, seni kendi akıllarındaki imgelere, hikayelere, fikirlere oturtmaya çalışıyorlar. Gerçek sen’den uzakta bir yerlerde bugün on binlerce M.E.A. dolanıyor. Bazıları ‘suçlu,’ bazıları ‘kahraman’… Bazıları küfrediyor akıllarındaki M.E.A.’ya, bazıları kahramanlık şarkıları söylüyor. Bazıları onun hakkında, düşüncelerin en soysuzundan seçme cümleler sarfediyor, bazıları en abartılısından. Hepsinin sen-olmayan-M.E.A. hakkında fikirleri var. Düşündükleri, bir geçmiş algıları, bir gelecek hülyaları var. ‘Sen,’ ilgilendikleri en son şeysin onların. Temsil ettiğini sandıkları şeylerle ilgileniyor onlar. Her an hayalkırıklığına uğratabilirsin onları. On altı yaşındasın – büyük ihtimalle – hayatında çok saçma şeyler yapacaksın daha. Ama onlar sana bir sorumluluk yüklediler daha şimdiden. Kendi ‘davalarına’ bayrak diye astılar seni. Parkalarına, fularlarına, badem bıyıklarına ya da hilallerinin yanına iliştirdiler seni. Onların hayallerindeki gibi yaşamanı, onların ‘hata’ dedikleri şeyi yapmamanı isteyecekler senden. Onların ‘askerleri’ ya da ‘hainleri’ olmanı bekleyecekler. Yarın bir gün fikrini değiştirirsen, cismini değiştirirsen, kendini değiştirirsen arkandan ‘döndü’ diyecekler. ‘Akıllandı’ diyecekler. ‘Ağzının payını aldı’ diyecekler. ‘Bizi sattı’ diyecekler. Seni bir ‘hatıra’ yapacaklar çok yakında, belki iyi belki kötü, ama ne yazık ki, “hiçbir hatıra kişisel bir tercihten başka bir şey değildir… Oldukça kasıtlı bir tercihten.” [3]
Onlar, birer Pygmalion değiller M.E.A. Maalesef değiller. Onun kadar yetenekli, onun kadar becerikli, onun kadar kendilerini yalnızca heykellerine adamış karakterde değiller. O kurguladıkları M.E.A.’yı bırakıp gidecekler bir gün – muhtemelen çok yakında. Adına şarkı yazanlar, o şarkıların sözlerini unutacak. Suçunu yazanlar, adını hatırlayamayacak. Kimse dua etmeyecek arkandan. Afrodit veya bir başka tanrı o kurguya hayat verip, seni baştan yaratmayacak. Seni ‘sen’ olduğun için seven birileri olmayacak etrafında. Gerçek sen’den uzakta bir sürü sen var ve sen, bu ‘sen’lerin hiçbirinden sorumlu değilken, onlar omzuna yükledikleri bu yükten habersiz ve umursamaz devam edecekler hayatlarına. Sen ise bu yükle yaşamaya devam etmeye çalışacaksın kim bilir daha kaç zaman?…
Oysa sen daha on altı, sadece on altı yaşındasın ya M.E.A. Bir heykel de değilsin üstelik. Taştan yapılmadın. Senin de fikirlerin, imgelerin, hikayelerin var. Bir haftadır ortada senden biri sürü var ve bu bir sürü seni karıştırıp tek bir sen yapmaya çalışsak bile, ortaya gerçek sen çıkmayacak, biliyorsun. Omzunda bir yükle yaşamak zorunda değilsin ki sen. Sen ‘suçlu’ da değilsin, ‘kahraman’ da, Efes’li Herostratos da [4]… Sen daha kendi başına, bu yaşında, kendini ararken, ortalıkta bir sürü sen buldun ve bunların senin hayatının geri kalanı hakkında senden bağımsız geliştirdikleri bir sürü planları var! Attığın ve atacağın her adımda gözleri var. Sana verdikleri tavsiyeler, telkinler, rehberler var.
Bunları yazarak, lütfen benim de sana tavsiye vermeye çalıştığım gelmesin aklına. Çünkü verebilecek bir tavsiyem yok. Seni ‘suçlu M.E.A.’ olarak da, ‘kahraman M.E.A.’ olarak da tanımak istemem ben. Yerine kendimi koymayı bile başaramam. Yollarımız kesişseydi belki tanışırdık, ‘sen’ ve ‘ben’ olarak. Ama şu anda sen’i bilmiyorum ben. Yalnızca istiyorum ki, sen ‘sen’ olabilmeye, o arayışta yalnız ve bağımsız kalabilmeye, sen istediğin sürece, cesaret edebil. On altı yaşının sonrasına da bolca hata sığdırabil. Mutlu olabilmeyi, birilerinin fikrinde/imgesinde değil de, kendinde arayabil. Ya da bunların hepsini, bu yazdıklarımın hepsini “amma saçmalamışsın be hıyar” diyerek boşverebil. Ve bunlardan hangisini yapacaksan, onu sen – gerçekten sen – seçebil. Pygmalion-özentisi insanların heykeli olmayabil. Sen’i senden çalmaya çalışan insanlara karşı sorumlu olmadığını ve korkmanı gerektirecek hiçbir şey olmadığını yeniden hatırlayabil.
Sen bir kısaltmadan fazlasısın abicim.
Şekil verilebilecek, yontulabilecek, birilerinin değerlerini temsil etmek zorunda bırakılabilecek bir heykel değilsin sen abicim.
Sen lütfen ‘sen’ ol abicim.”
[1] Ovidius, Dönüşümler, (çev.) İ. Z. Eyüboğlu, 1994, İstanbul: Payel.
[2] http://ovuncongur.com/berkin-elvan-olumludur/
[3] Chuck Palahniuk, Anlat Bakalım, (çev.) Ş. İşler, 2004/2014, İstanbul: Ayrıntı, s. 138.
[4] Hikaye bu ya, milattan önce dört yüzüncü yüzyılda Artemis Tapınağını yıkarak ünlü olma amacına ulaşmaya çalışan kişi – kimine göre ilk varoluşçu, kimine göre ilk terörist…