“Kahramanlar öylesine totaliterdirler ki bir kez yaratıldılar mı, öldükten sonra bile sorun olmaya devam ederler. Totaliter bir toplum, kahramanını belirli bir dönemin bağlamı içinde yaratır ve tanır. Liderlerin değişmesi, geçmişteki bazı kahramanlardan vazgeçilmesine yol açar… Kahramana birtakım eylemler izafe ettiğimiz, sonra da seyirci koltuğuna oturduğumuz gerçeği, bu kahramanlar alaşağı edildiğinde ya da öldüğünde açık seçik ortaya çıkar. Kahramanın yiğitliklerine nasıl uyum sağlamışsak, onun düşüşüne de aynı şekilde uyum sağlarız. Kahraman güçlüyken onu destekleriz, zayıf olduğunda da onu terkederiz. Kahramanın yükselişi ya da düşüşünün yaptıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar bizim onu nasıl gördüğümüzle ilintilidir.” [1]
Gündüz Vassaf’tan alınan bu pasajda gözü kapalı kabul edebileceğim birçok argüman var. Yalnızca kahramanları değil, dostları-düşmanları da, güzeli-çirkini de, iyiyi-kötüyü de bizzat yarattığımız ve yarattığımız bu ikilikleri savunmak için harcadığımız enerji yüzünden kendimizi yok ettiğimiz, gündelik olarak onaylanan örnekler adeta. Yaptığımız U-dönüşlerinin bile bize ağırlık verdiği tuhaf hayatlar yaşıyoruz. Bir gün önce sevdiğimizden bugün o kadar nefret ediyoruz ki, yaşanılmış olan için kendimize hainlik ettiğimizi sanıyoruz. Düşüncemizi, inancımızı, fikrimizi savunma işi ile iştigal oluyor, etrafımızdakileri de iştigal ediyoruz. Sevdiğimize verdiğimiz sözler gibi, aklımızın dilimize vurduklarını gurur meselesi yapıyoruz. Birinin yanlışını yakaladığımızda, ‘aptal yerine konmuş gibi’ hissediyoruz. Özetle, uğraşacak başka hiçbir işimiz yokmuş gibi, bir bardak kahve içerken ağzımızdan dökülenler yüzünden, bazen geliyor hayatlarımızı cehenneme çeviriyoruz.
Ama maalesef burada durmuyoruz… Vassaf’ın ‘zayıflayan kahramanı terketme’ iddiasının aniliğinin aksine, saplantı derecesinde taptığımız kahramanlar uğruna kendimizden de vazgeçiyoruz. Demokrasi teknolojisinin insana dayattığı tuhaf sorumluluk hissi ‘kandırılmanın’ masumiyetini ve inanılırlığını ortadan kaldırmışken, hukuk devletinde birey kendi rızası olmadan alınan kararları bile bilmek ‘zorundayken’, kahvehane muhabbetinde açılan konudan haberdar olmamak bir ‘cehalet’ göstergesiyken, ‘bilmiyorum’ demek bir ‘erdeme’ dönüşmüşken… tüm bu sorumlulukları ‘totalitarizme’ – ve durun tahmin edelim, oradan da ‘devlete’ – bağlamak ancak bir liberal fantezinin eyleme dökülmüş, müstehcen tiyatrosunun kurbanlarınca dile getirebilir(di) herhalde…
Goethe’nin Faust‘unda [2] başkahramanın – yalnızca gerçekten ‘hissedebilmek’ için – ruhunu sattığı şeytan Mefistofeles’ti. Hristiyan kültürün boynuzlarla, keçilerle, ağzından ateşler çıkararak resmettiği şeytanın ete kemiğe bürünmüş, insanlaşmış, haliydi Mefistofeles. Faust’a ‘duygusal’ diyerek onu aşağılıyor, onun engin bilme istencini bir ‘aşk’ uğruna satmasına anlam veremese de, ondan faydalanmaya bakıyordu. Rasyonel olanın, duygusal olana karşı zaferini simgeliyordu. Hatayı, kandırılmış olmayı, savsaklığı, boş vermişliği, saflığı, inancı yok sayıyor, hakaret kabul ediyordu. Doğru yoldan yanlışa sapmak ancak bir ‘aptalın’ işi olabilirdi ve o aptal da sömürülmeye, kanının son damlasına kadar çekilmeye, mahkumdu.
Bugün kaç kişi farklı düşünüyor gerçekten Mefistofeles’ten? Devleti/totalitarizmi geçelim bir kalem… Ne kadar farklıyız özel hayatlarımızda – başkalarına karşı tutumlarımızda – Mefistofeles’in ‘felsefesinden’?
Hepimiz hayatlarına şeytan minarelerinde başlayan yengeçler gibiyiz bugün.
Hepimizin adı Mefistofeles…
[1] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm, Ö. Madra ve Z. Gencosman (çev.), 1992/1993, İstanbul: Ayrıntı, s. 77.
[2] Johann W. Goethe, Faust, N. Ülner (çev.), 1772-1828/2011, Ankara: Öteki.