müzeyyen, fikret, özgecan

Crossing the Bridge‘i sinemada izlemiştim. Fatih Akın’ın ‘müziğini izlemeye’ gitmiş, hiç beklemediğim anda gelen bir hayranlıkla eve dönmüştüm. İsmini, cismini ve hatta sesini bildiğim ama hayatımın hiçbir döneminde dinlemediğim o kadın, o sahne ile aklıma takılıp kalmıştı. Hala da orada, aklımda…

İki dakika bile sürmemişti oysa.

Pürüzleriyle, çatlaklarıyla, tınısıyla beni benden alan o sesin sahibi kadın, “sofular haram demişler bu aşkın şarabına; ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne?” diye sormuş, elinde tuttuğu kadehi bir aşağı bir yukarı çevirmiş, içindeki rakıyı kafasına dikmiş, ağzından çıkan o sözlere yakışan özgüveniyle kadehi fırlatıp atmış ve her bir kıvrımında ayrı bir anı olan o geniş yüzüne hayatımda gördüğüm en güzel gülüşlerden birini yerleştirmişti.

Bir ekran aracılığıyla gördüklerim içinde beni en çok etkileyen kadın olmuştu Müzeyyen Senar. Hali, tavrı, her şeyiyle bana umut vermişti. Başka bir zamana aitti sanki. Etrafında olup bitenlerin onu hiç etkileyemeyeceği bir yerdeydi: Öylesine ayrı ama aynı anda öylesine seninle… Başka bir şarkısında söylediği gibi “tavrına hayran olunası” bir kadındı o. Zarif değildi, dokunursanız incinecek gibi bir hali yoktu, hiçbir dizi karakterini andırmıyordu… İçinde yaşadığım ucube, kapalı, durağan ve gittikçe de olmayan bir geçmişe özlem duyan o berbat toplumun ‘kadın’a biçtiği rollerden bu sıyrılmışlığıydı belki onu bu kadar özel yapan.

Tabi bir de sesi… Ah o sesi…

En çok Ajda-şarkılarında geçiyordu adı. “Zihin, akıl, zeka, mantık” gibi anlamlara geldiğindendi belki, günümüzde kadınlara ‘layık görülmeyen’ bir ismi vardı bu kadının. “Fikret de kim?” diyordunuz daha kağıt üzerinde. Yazdığı sözlere bakıyordunuz, ‘erkekliğinden’ emin olmak için. “Haykıracak nefesi kalmasa bile,” aşkını “bir günah gibi gizleyen,” “kimler geldi kimler geçti” diyerek hayatına giren erkekleri saymakta zorlanan, aşkını “yalvarırken görmek, onu ağlatabilmek, geçmişi ondan geri almak” ümidiyle onun geri dönüşünü bile “olmaz artık, kapı açık, arkanı dön ve çık” diyerek reddeden biri, nasıl olur da bir kadın olabilirdi ki zaten?

Evlenmiş, evlendiği adamdan iki çocuğu olmuş ama hep başka birini sevmiş ve bunu şarkılarında dile getirebilmiş bir kadındı Fikret Şeneş. Tüm şarkılarını bir tek adama yazmıştı ve bu adam ne kocası, ne babası, ne çocuğuydu… Müslüman mahallesinde salyangoz satıyordu. Erkeğin dünyasında  edilgen fiillere hapsedilmiş kadına söylememesi gereken, düşünmemesi gereken sözlerle cesaret veriyordu. “Gidin” diyordu kadınlara; kimi sevmek istiyorsanız onu sevin. Ne yapmak istiyorsanız onu yapın. Size ne diyecekleriyle, ne yapacaklarıyla ilgilenmeyin. Anne  olmak zorunda değilsiniz. Fedakar olmak zorunda değilsiniz. İncinmek zorunda değilsiniz. Ağlamak zorunda değilsiniz. Duygusal olmak zorunda değilsiniz. Topluma ayak uydurmak zorunda değilsiniz. Gidin. Gidin ve kapısını kendi ellerinizle, içeriden kapattığınız o hapishane kapılarını açın. Dışarı çıkın. Nefes alın. “Lacivert” gökyüzüne bakın. Hayatınızı yaşayın. İstediğiniz gibi…

Birinin kadını olmayın.

Kim bilir neler geçiyordu aklından?

Kulağında bir müzik var mıydı acaba? Belki de Müzeyyen dinliyordu. Ya da Fikret’in bir şarkısını. Dinledikleri ona cesaret veriyordu belki, tam da minibüste tek başına kaldığında. Ne Müzeyyen’in ne de Fikret’in aklına gelirdi herhalde sadece minibüsün birinde tek başına kaldığı için korkacağı, endişeleneceği, rahatsız olacağı bir kadının. 2015 yılında… Cesaretle ne ilgisi olabilirdi ki, bir toplu ulaşım aracında tek başına olmanın? Kadın olmanın? Korkmanın?

Özgecan sadece kadın olduğu için, direksiyonu kırdı bir adam. Güzergahtan çıktı. Gaza bastı. Özgecan’ın “neden bu yoldan gidiyoruz?” sorusunu duymazlıktan geldi. Küfretti, “otur yerine” dedi; belki de bir yalan uydurdu. Bir kuytu arıyordu gözleri. Arabayı sağa çekti. İçinden, bağırmaya başlayan Özgecan’ı çıkarttı. Sert bir biçimde onu yere sermeye çalıştı. Tecavüze yeltendi. Özgecan kendini korumaya çalıştığı için ‘sinirlendi.’ Sinirlerini onu öldürerek yatıştırdı. Sonra başka adamlara haber verdi. Öldürdüğü kadının cesedini saklamak için yardım istedi. İçlerinde babası da vardı bu adamların. O bile yardım etti. O bile ‘normal’ dedi olana bitene. Ne olmuştu ki, oğlu bir kadın öldürmüştü. Her gün birkaç kadın ölmüyor muydu zaten. Kim bilir ne yapmıştı oğluna da hak etmişti bu ölümü? Oğlunun ‘çükünden’ kıymetli miydi? İçlerinden biri çıkıp ölü kadını yakmayı teklif etti. Ateşlere atmayı. Arkasından iz bırakmamayı.

Bazen düşünüyorum da, eğer bir cehennem varsa, sanırım bu yüzden var. Özgecan’ı yakanları yakmak için değil. Tanrı kendi günahlarını yakmak için yaratmış cehennemi. Günahkarların günahının izini silmek için. Kendi günahlarının izini yok etmek için.

Özgecan minibüse binmişti. En kötüsü ne olabilirdi ki?

Sonrası büyük bir boşluk…

 

Müzeyyen Senar öldü.

Fikret Şeneş öldü.

Özgecan Aslan öldü.

 

Her gün öldürülüyor kadınlar bu ülkede. Sebepler farklı, sonuç aynı. Katllerini meşru kılmak için bomboş kavramlar kullanıyor erkekler. Namus, adet, gelenek, ar, töre, gurur, şeref, şan, dava, hak, tahrik,mini etek, kot pantolon, saç, dekolte, işve, cilve, sigara, alkol, rıza, falan filan… Bunları kullandıkları için de ‘iyi hal’den indirim alıyorlar üstelik. Cezalarını hafifletiyorlar. Vicdanları ise zaten bir pamuk kadar hafif çoktan. Onlar, onlara öğretileni yapıyorlar. Bugün Özgecan’ın cinayetine idam isteyenler, kendi aralarında en utanmaz cümlelerinde kadınları kullanıyorlar. Sorsanız yüz tane etken fiil geçer akıllarından bir kadınla ilgili. ‘Düşürdüklerini’ anlatırlar mesela. ‘Almaktan’ ‘vermekten’ söz ederler. ‘Çakmak’ olur, ‘bakıp çıkmak’ olur, ‘kesmek’ olur, ‘imza atmak’ olur… Ne olursa olsun, onlar ‘yaparlar.’ Yapan konumdadırlar. Kadın da orada durur öylece. Zaten durmayanıyla da evlenmezler. Evliliklerinin üçüncü ayında aldatacakları karılarının kutsallığından söz ederler. ‘Delik’ derler, ‘patlak’ derler, ‘açılmış,’ ‘kullanılmış’ mallardan söz ederler. Özgecan’ın katillerinin hapishanede tecavüze uğrayacağı fikriyle rahatlatırlar içlerini. İdamın da kafadan değil, tenasül uzvundan yapılmasını tercih ederler. Hayata da kendi tenasül uzuvlarından bakarlar zaten. Kafalarına ihtiyaç duymazlar.

Bugün Özgecan’a üzüldüğünü söyleyenler, dün Müzeyyen Senar ile Fikret Şeneş’i “ayıplayanlardır” aslında. Bir kadının o yaşta ‘rakı içmesini,’ ‘şarkı söylemesini,’ ‘dekolte giymesini,’ ‘dans etmesini,’ ‘saç yaptırmasını,’ ‘evli olduğu adam dışında birini sevmesini,’ ‘annelik dışında bir işi olmasını,’ ‘bir erkeğe sırt çevirmesini,’ ‘hayır diyebilmesini’ kabul edemezler. Müzeyyen Senar’ın felç geçirmesini, Fikret Şeneş’in alzheimer olmasını “hakkın adaleti” bulurlar. “Bir kadın olarak,” o kadar “ileri” giderlerse, sonucunun bu olacağını söylerler. “Bu dünyadaki adalet” derler hastalıklarına, felaketlerine. Kadınlara neyin ‘yakışacağının’ toplum tarafından belirlendiğine inanırlar. Buna uymayanların ‘cezasını’ önce onları ‘götürerek’ kendileri verirler; sonra cezayı Allah ‘babalarına’ havale ederler.

Ve kazanırlar.

Daha doğrusu, bugün bakıyorum da, kazanıyor bunlar.

Minibüse tek başına binemeyecek kadınlar var artık sokakta. Sokağa çıkan kadını apar topar paketleyip nezarethaneye götüren kolluk kuvvetleri var. Protesto edeni ‘kız’ veya ‘kadın’ kategorilerinde değerlendiren, kadınlardan “en az üç çocuk” isteyen, kadının yerinin evi, kocasının yanı olduğunu söyleyen, taciz-kaçırılma durumunda kadınlara “bağırmalarının öğretilmesini” öğütleyen, kabinede yalnızca Aile/Kadın bakanlığına kadınları layık gören, ‘vajina’ kelimesinden utanan, “kadınlar iş hayatına girdiği için işsizlik oranlarının arttığını” iddia eden siyasetçiler var. Bir kadının kafasını kesmiş ve vücudunun geri kalanını ailesi ile birlikte konteynırlara paylaştırmış bir ‘adam’a ithafla “kadınlar ikiye ayrılır” ‘caps’leri üretenler var. Araba kullanan kadın gördüğü anda yanına sokulan, kornaya abanan adamlar var. Otobüste gördüğü kadının arkasına geçip ondan ‘nasiplenmek isteyen’ erkek çocukları var. Tecavüze uğrayıp bundan ‘utanan’ kadın dizi karakterleri var. Kurgusal bir yapımda, bir kadın ile bir erkeğin aynı evde yaşamasını uygun bulmayıp, onlardan evlenmelerini talep eden ‘üst kurullar’ var. Ve daha kötüsü, bunları normalleştirip içselleştiren, bu normlara uymazlarsa başlarına gelecek ‘kötülükleri’ hak edeceklerini düşünen kadınlar var.

Dünyayı kendilerine benzetmeye sonsuz bir hevesle koyulmuş durumdalar…

Pembe minibüslerinde hızla yol alıyorlar…

Korkarım çok yakında, Özgecan’ı da Fikret’i de Müzeyyen’i de unutturacaklar…

 

Comments Off on müzeyyen, fikret, özgecan

Filed under Güncel

Comments are closed.