kurban – sahip (2010)

Yıl 2010… Sanırım aylardan Mart…

Kuzenime email atıyorum: “Oğlum, bunu dinledin mi?”

Türkiye’de benim dinlediğim “ilk konsept albüm” diyorum. “Çok sert” diyorum. “Manyak bir prodüksiyon” diyorum. “Hem de Türkçe” diyorum. “İnanmayacaksın ama…” diyerek günah çıkartıyorum: “Kurban!”

Evet, evet… Şu ağzını yaya yaya “yalan dostum yyaaşk diye pişşşey yok…” diyen Kurban. Bunjee-jumping ipleriyle salınıp gitar çalar gibi yapan Kurban. 1999 Metallica İstanbul konserinde, seyircinin pet şişeleri – önce içlerine işeyip sonra – üzerlerine fırlattıkları Kurban!…

Tüm bunlara rağmen albümü ediniyor ve meraklı bir müziksever olarak kartonette o isme rastlıyorum: George Marino. “Hah!” diyorum, tamam! John Lennon’dan Stevie Wonder’a, Alice Cooper’dan Led Zeppelin’e, Aerosmith’ten Anthrax’a, AC/DC’den Kiss’e, Kansas’tan Ozzy Osbourne’a,  Dio’dan Mötley Crue’ya, Iron Maiden’dan Metallica’ya, Bon Jovi’den Guns N’Roses’a, W.A.S.P’tan Joe Satriani’ye, Flotsam and Jetsam’dan Overkill’e, Nirvana’dan Tesla’ya, Annihilator’dan Roxette’e, White Lion’dan Type O Negative’e, Yngwie Malmsteen’den Exodus’a, Deep Purple’dan Biohazard’a, Barbra Streisand’dan Sepultura’ya, Kitaro’dan Jeff Buckley’ye, Obituary’den Fear Factory’ye, Deicide’dan Scorpions’a, Jimi Hendrix’ten Cindrella’ya, Henry Rollins Band’den Dave Matthews Band’e, Dream Theater’dan H.I.M’e, Mew’dan Machine Head’e… bugün bir “janr” olarak adlandıracağınız kaç grup veya şarkıcı varsa hemen hepsinin albümlerine ucundan kıyısından bulaşmış ve 2012’de bu dünyaya, sıradan bir insanın çok ötesinde değer katarak, veda etmiş o “yüce insan”ın imzasını görüyorum Kurban’ın Sahip’inin “mastering” satırlarında.

Sonra Deniz Yılmaz, denizyılmaz-lığını yaparak Marino’nun yaptığı işi “ustaya karışılmaz ama kendimi bile duyamıyorum” aczine indirgeyecektir belki ama gerçek o ki, ne Kurban ne de Türkiye’den çıkmış başka bir grup, Sahip’teki sounda yaklaşabilecek ve hatta buna cesaret edebilecektir. Öyle ki, kendisinden önceki zirveyi belirlemiş The Climb’ın “The Climb” (1998) prodüksiyonu bile “Sahip” ile karşılaştırılamayacak derecede amatör gelecektir kulaklara…

Her ne kadar Deniz, “Sahip’te tasavvuf ve mistik inançlarla ilgili pek bir şey yok, ‘tarih tekerrürden ibarettir’ var” [1] dese de Kurban ve Türk rock müzik tarihinin en “inançlı” albümü Sahip, hayatımda dinlediğim en sert – tekrarlayayım: en sert – alternatif metal gitar tonlarına ev sahipliği yapmasının yanı sıra en sert – yine tekrarlayayım ve hatta vurgulayayım: en sert – sözel konseptlerden birine sahip olarak da (dünya) rock metal tarihinde ayrıcalıklı bir yer ediniyor bugün.

Albüm siz henüz onu dinlemeye koyulmadan önce kapağıyla “farklı”lığını yüzünüze çarpıyor. Kapaktaki “kurban” logusu, Arapçayı andıran üslubunun yanı sıra, “u”sunun “Allah” kelimesine, “k”sinin de “elif” harfine benzerliğiyle arz-ı endam ediyor. Fakat korkmayın, Deniz, en azından bu albümün bir tasavvuf ilahisi olmadığı konusunda, sizi ters köşeye yatırmıyor.

[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=MUeWNNY9nq0[/embedyt]

Albümü açan “Hakim,” Faith No More referansını sonuna kadar hak edip Kerem Tüzün’ün albüm boyunca kafamıza kafamıza vuracak “tokmak” tonundaki dominant basları ile adeta gövde gösterisi yapıyor. 02:09’da giren melodik riff ve “Gönlün geniş aklın darsa, oturursun hep kazığa / Ağanın sofrası zengin, sen de yetin en azıyla” serzenişiyle doruğa çıkan şarkı, “Çobanınki maske ama / Kurtlar hep aramızda gezer” sözleri ile nihayete eriyor. Daha ne olduğunu, neye uğradığını şaşıran biz dinleyiciler – açıkça System of A Down “Toxicity” esintili – “İfrit”in senkoplarıyla çıldırmaya davet ediliyoruz. Deniz Yılmaz, bugün (Nisan 2017) bırakın şarkı sözü haline getirmenin, akıldan bile geçirmenin suç delili teşkil edebileceği sözleri sıralıyor; gayet melodik ve sinik bir halde, şeytanın yedi diliyle öfke kusuyor: “Ayağa kalktı bir hınçla (oturun), boyun eğmem aciz kula… Ruhunu bana satanlar gelip benden alsınlar… İradeden yoksunlar, oyları bana atsınlar / Şeytandaki şu itibar!”

“Hakim” ile peygamberleri, “İfrit” ile şeytanı sembolize eden albüm, “Güneş” ile Tanrı katına çıkıyor… hem sözel hem de müzikal olarak. Leonard Cohen’in tavsiye ettiği üzere minör akorlar majöre, sinizm umuda dönmüş durumda: “Bu ateş sönmez belli, tepedeki güneş yakıyorken / Uzaktan bir ses diyor ki, sakın gülme ben ağlıyorken.” Deniz çaktırmadan lafı geçiriyor yine: “İman var da, inanç yok / Ceza var sadece.” ‘Ceza’nın ‘şeriat’ ile eşanlamlı kullanımı, “Güneş”in Adem güzellemesinin önüne geçemiyor: “Kan kırmızı bir ağaç var ya / (A/a)dam bekler tam altında / Söz dinlemez bir el var ya / Sonu başlatır günahlarla.”

Şimdi sıra rüyadan uyanmada… Kerem Tüzün yine başrolde. “Sokaklardaki bot sesleri / En sevdiği senfoni” derken albümün çıkışından altı yıl sonrasını – haliyle – düşünemeyen Deniz Yılmaz, ya o andan otuz yıl önceye ya da İkinci Dünya Savaşı’nın son demlerine flashback yapıyor. “Soykıran” yer yer ağırlaşan, yer yer duygusallaşan ama illa ki kafamıza güm güm vuran ritimleriyle sırasını, albümün isim şarkısına bırakıyor: “Sahip.” Kerem Tüzün ile Burak Gürpınar’ın Primus-vari paslaşmaları, bugüne dek çok az Türkçe albümde yer etmiş bir aksak ritm içeriyor. Gürpınar, bırakın sakin bir akıntıyı, adeta bir ırmağa dönerken, Tüzün adeta çıldırıyor. Bu şarkıdaki bas yürüyüşleri, kim bilir, belki de Ahmet Güvenç’ten bu yana Türkçe rock tarihinde ilk defa gerçekten “yaratıcı” sıfatını hak edecek işler yapıyor. “Güneş o an battı gece doğdu / Bir bölündü ve iki oldu” dizeleri, adeta Tool’un “Right In Two”suna referans veriyor. Albümün ilk yarısı, gerçekten bir resitale benziyor.

“Sahip”in arpejli ve görece temiz tonlu gitarları ile kapanan ilk perde, “Yobaz”ın gümbür gümbür riffleri ile ikinci perdeye bağlanıyor. Aksak ritmler, tuhaf davul atakları, gitar-bas senkronizasyonunu sağlayan senkoplar ve Deniz Yılmaz’ın şiir okurcasına seslendirdiği dizeler, belki de albümün en temel mesajını veriyor: “Sen, yobaz: Efendinin sağ yanında yerini al / Sen, düzenbaz: Efendinin sol yanında yerini al / (Ve) Sen, etme naz: Efendinin kucağında yerini al.” Stacatto rifflerin yerlerini legatoya bırakması ile açılan pencere – buraya aktarmamın ‘çok ayıp’ olacağı sözlerle – aydınlığa açılıyor. Bana aczimi ispatlayan sözler, beynim ile ölçüşemeyecek korkaklığımı açığa çıkartıp kendime garez etmeme neden oluyor. Deniz Yılmaz – aman ha, karışıklık olmasın, maazallah ben değil! – en derinlerindeki bir perdeden insanlara sesleniyor: “Aydınlığa çıkarmak için uzanan o el / Karanlığın içinden geliyor cahil!… / Ona akıl verin ihtiyacı var / Aklının odacıkları pek bir dar… / Cahil, Allah senin çileni versin / Oğlun senin tersin olsun ki ersin / Kalbimizde elbet herkese yer var / Ancak akıl denen muamma seni ne’ylesin? / Sanki, doğar doğmaz ilk duyduğuna inanmış / Hemen ardından da kapıları kapatmış / Yeter ki şu aciz beden tam doysun / Zaten, ruh ve akıl bataklığa saplanmış…”

Günümüzün – bizim hiç aşina olmadığımız, asla tanımadığımız, aman ha uzağından-yakınından geçmediğimiz – “apışının arasıyla düşünen pragmatistlerini” anlatan bu dizeler, “Son Emir”in didaktizmine bağlanıyor. “Yağmurlar[ın] zifte döndü[ğü]” uzak bir gelecekte, Neverland sakinlerine hitaben dökülen sözler – aman ha benim değil – Deniz’in ağzından çıkıyor: “Korkutun ki tapsınlar / Kaçan varsa vursunlar / Günahsızsa yaksınlar / Saklanan varsa bulsunlar.” Sırtlanların kemirdiği etler, insanı ‘alelade bir iki t’emmuz öğlenine götürüyor…

Sıradaki “das Motiv,” feci şekilde Adorno-msu ismini hak edecek şekilde, “Ateş ve su duruyor yan yana / Siyah, beyaz duruyor yan yana” dizeleri ile negatif bir diyalektik [2] kuruyor. Bu diyalektiğin meyvesi, belki de albümün en ‘gospel’ tonlarını içeriyor. “Mesih,” – artık Türkiye hukukunca bir terörist potansiyeli taşıdığı ilan edilen [3] – Spinoza’yı çağrıştıran dizeleriyle karşımıza çıkıyor. Bütün karmaşası içinde, tüm renklerini kan kırmızıya çaldıran savaşlarından arınmayı arzulayan dünya, kurtarıcısını arıyor. “Ey kullar, insanlar, bir Tanrı var / Bir mahluk uslanmaz, eder inkar / Ona uyma, düz yürü bu yolda / O yol ki sonunda cennet var” diyen Deniz, Aşık Veysel’in topraklarına dokunuyor. Onu besleyip büyütmeyi kendine vazife edinen “Misafir,” albümün ikinci yarısındaki umudu zirvesine taşıyor. A Perfect Circle etkilerinin arpejlerle kendini haykırdığı şarkı, “misafiri Azrail”i dahi özlemle bekleyen sözlerinin aksine, belki de albümdeki en ruh-sondajlı bölümü oluşturuyor.

Ve albüm, tüm bu ciddiyetini, adeta göz yaşartıcı bir filmin sonda akan yazılarını izlemeden başka bir kanala yaptığınız zapping neticesinde maruz kaldığınız bir magazin programının tesadüfi alakası ile son buluyor. “Ateş Var Mı?,” Nekropsi’den Cem Ömeroğlu’nun seslendirmesi ile açılıp Burak Gürpınar’ın davul atakları, Deniz Yılmaz-Özgür Kankaynar ikilisinin sert gitar riffleri, Kerem Tüzün’ün serbestliği can yakan basları ve Deniz Yılmaz’ın çığlıklı ninnileri ile “ateşleri” hatırlatarak son buluyor.

Kim bilir belki de Kurban, tüm bu (meta)fizik konsept içinde yakın geleceğe dair bir öngörü sunuyor… Bir ihtimalle, sanatın/estetiğin etiğe-politiğe üstünlüğünü sergiliyor. Aristoteles, sinsi bir gülüşle iki bin beş yüz yıl sonrasına keskin bakışlar atıyor. Ona “gerçekten ateş var mı?” sorusunu soranlara, hocası Platon’un mağaralarını yıkarak yanıt veriyor:…

O yanıt, “sahip” olmanız gereken bu albümde, kendini derinlere gizlemiş biçimde uyandırılmayı bekliyor.

Türkçe yapılmış en iyi rock albümü, tam da bugün bu can yakan haliyle, buluşacağı kulakların özlemini çekiyor…

 

[1] Koray Sarıdoğan, “Kurban’dan Deniz Yılmaz ile Röportaj,” KalemKahveKlavye, 9 Ekim 2013.

[2] Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, (çev.) Ş. Öztürk, İstanbul: Metis, 1966/2016.

[3] “Albert Camus ve Spinoza ‘Örgüt Üyesi’ Sayıldı,” Cumhuriyet, 15 Nisan 2017.