Beklenti tuhaf bir şey.
Eğer “hey A Perfect Circle (APC) bir ay sonra albüm çıkartacakmış” cümlesini bundan on yıl önce duymuş olsam muhtemelen hayatımın en heyecanlı anlarından birini yaşar, günleri saymaya başlar ve son saniyede “acaba internete düşen halini mi dinlesem, yoksa albümün çıkışını mı beklesem?” sorgusuna dalardım.
2000 yılında en sert metalci hallerimle duyup – fazla ‘rock’ olduğu gerekçesiyle (evet: bu kadar salak(t)ım!) – “beğenmesem daha iyi olur” düşüncesine kapıldığım “Judith”in ilk notalarından beri hayatıma soundtrack olan bir gruptan bahsediyoruz neticesinde… O “Judith” ki, klibini bile David Fincher çekmiş, “never taste of the fruit, never stray, never break, never choke on a lie” sözleriyle tüylerimi diken diken etmiş, Maynard’ın uzun saçlı/peruklu haliyle afallatmış ama hepsinden önemlisi hem dünya tarihinin en iyi debut albümlerinden biri olan Mer de Noms’un (2000) geri kalanını hem de APC diskografisini yalayıp yutmama neden olmuştu. Hayatımın en anımsamak istemediğim günlerinden birinde kulağımda “The Noose” çalıyordu mesela. Paternlere, tekrarlara takık bir insan olarak eğer bir kez daha “Weak and Powerless” dinlersem başıma kötü şeyler gelebileceği gibi bir totemim vardı bir ara. Hayallerimdeki konser açılışlarımı “Annihilation” cover’ı ile yapıyordum. “Rose”un sözlerinin, modern Amerikan şiirinde yazılmış en iyi şeylerden biri olduğu tartışmasına giriyordum. Josh Freese’in David Letterman Show canlı yayınında “The Hollow” içinde yaptığı anormal atağı sarıp sarıp baştan izliyor/dinliyordum. Ve daha bir sürü şey…
[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=GQwpCJDof2I[/embedyt]
2003’te dağıldığını açıklayan (aslında hiçbir şey açıklamadan öyle yapan) ve 2013’te çıkan A Perfect Circle Live: Featuring Stone and Echo’ya kadar geçen sürede başka hiçbir şey yayımlamayan grupla ilişkimin kopmuş olduğunu, bu konser albümünde ilk kez duyduğum “By and Down”a karşı hiçbir şey hissetmemiş olmamla anladım. Standart bir APC şarkısıydı kulağıma gelen: süper Maynard vokalleri, çekici bir Billy Howerdel riffi, katmanlı bir atmosfer, iyi müzisyenlik, ilginç sözler… Ama bu kez ben, standart ben değildim galiba. Aynı formülde yazılmış onlarca şarkıya tapan ben, bu kez etkilenmemiştim. Çevir bir daha dinle, çevir bir daha dinle, çevir… Olmuyor, olamıyor…
2017’nin Ekim’inde yayımlanan ve altı ay sonrasına tam bir albüm müjdeleyen “The Doomed”u bu kadar ürkerek dinlemeye başlamam da bundandı zaten. Nitekim yine olmuyordu, olamıyordu. Aynı formülü – hem de başarılı şekilde – yineleyen APC’nin Emotive (2003)-sonrası müziği ile kimyam tutmuyordu. Sırasıyla gelen “Disillusioned,” “TalkTalk” ve “So Long, and Thanks For All the Fish” single’ları da bir şey değiştirmemişti. Eat the Elephant’a hazırlık kampım, Sergen Yalçın veya Allen Iverson ile antrenman ilişkisine benzemişti. İkimiz de mutsuzduk. Ya da en azından ben, duyduğum şeyin mutsuzluğundan mutsuzdum. Oysa ben, bir yerlerde bir ‘medikal doktor’un söylediği gibi “mutsuzluğu ile mutlu” bir adamdım.
Eat the Elephant’ı açan “Eat the Elephant,” bana sanki bu hazırlık dönemini unutmamı ve maçın yeni başladığını söylüyordu. Enfes piyano darbeleri, muazzam vokal melodileri, insanın ağzına takılan sözler ile APC adeta “yok bizi öyle kolay harcamak” diyor, bana hak ettiğim azarı çekiyordu. Maynard “where to begin eludes me, without you to remind me” dedikçe özür dileyesim geliyordu. Gerçekten de çok beğenmiştim “Eat the Elephant”ı. “Orestes” etkileyiciliğinde, “The Package” sertliğinde bir “yumuşaklığı” vardı şarkının ve Maynard yine yeniden tüm kılcal damarlarımda akan sesiyle büyülemişti beni. Albümdeki şarkılar üzerinde 2008’den beri çalıştıklarını söyleyen Howerdel’e ve Keenan’a bir özür borçlu olduğumdan emindim artık. APC’yi APC standartları için çok erken değerlendirmiş, küçümsemiş ve belki de unutmuştum. Hata benimdi, kabul etmeliydim.
[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=7IpKcDvAHow[/embedyt]
Etmeliydim ama albümlerin kötü şansı olan ‘tek şarkı ile devam edemiyor oluş’ da tetikte beklemedeydi. Önceden dinlediğimiz “Disillusioned,” “Eat the Elephant”ın ardından tempoyu biraz arttırma ve mümkünse “dopamin” etkisi yapma görevi ile karşımıza çıktığında, kulağa daha “olmuş” geliyordu. Albümün tümüne yayılan ve Maynard’ın Rolling Stone dergisine verdiği bir röportajda [1] da belirttiği “toplum içinde yeniden bir araya gelme,” “iletişimi yeniden keşfetme” ya da “önce kendine, sonra sevdiklerine karşı hesap verebilir olma” temaları, şarkıda hemen öne çıkıyordu. Aynı konudan ve telden devam ettiren “The Contrarian” sözleri sertleştirse de müziği yine alçak tonda tutuyordu. Maynard’ın politikacıları hedef alan uyarıları (“hello, he lied / beware, belie his smile / as warm and calculated as heroin”) ve Howerdel’in Radiohead’in Hail to the Thief dönemlerini andıran atmosferik bestesi uyumluydu ama daha üçüncü şarkıda insana “bu hep böyle mi devam edecek?” sorusunu da sorduruyordu.
Peki ama neden?
Bana göre Eat the Elephant ile – aslında tüm Emotive-sonrası APC besteleri ile – ilgili en büyük problem, ilk iki albümdeki gitar-merkezli müziğin yerini alan keyboard-merkezli şarkı yapılarında ortaya çıkıyor. Bir gitarist olarak Howerdel, yerini bir besteci olarak Howerdel’e bıraktıkça, bazı yerlerde devreye giren (“The Doomed,” “Hourglass,” “So Long, and Thanks For All the Fish,” vb.) cılız bindirmeler dışında APC gitgide gitar-tabanlı rock müzikten uzaklaşıyor. [2] “Judith”i, “The Hollow”u, “Rose”u, “Thomas”ı, “The Outsider”ı özel kılan bestecilik belki kalıp/patern olarak APC müziğinde hala karşımıza çıkıyor ama bunu dinleyiciye aktaran enstrümanlar “elektrik” gitarlar yerine “elektronik” sample’lar olmaya başladıkça, APC’nin rock-sever dinleyicileri ile arasındaki mesafe gittikçe açılıyor. Müziğin türünden ziyade tınısını öne çıkartma sevdalıları bile APC’nin sıcak (yakıcı) bestelerinin soğuk elektronik araçlarla iletilmesi konusunda kararsız hatta şüpheci gözüküyorlar.
“So Long, and Thanks For All the Fish,” “TalkTalk,” “Delicious” ve yeni versiyonuyla “By and Down the River” tam da bu ıstırabı çekiyor ya da çektiriyorlar. Eğer Douglas Adams’ın magnum opus’u The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy’nin en sevdiğim bölümünün başlığını taşıyan ilk şarkıyı, hem de içinde taşıdığı her türlü referansa (David Bowie dahil) ve müthiş sarkastik sözlerine rağmen sevemiyorsam, kulağıma gelen şeyle aramda “soğuk” bir şeyler var demektir. Hiçbir şeyden emin değilsem, bundan gerçekten eminim. Öyle ki, bu soğukluğun yakıştığı şarkılardan “Hourglass”ı bile üst üste birkaç kez dinlemeyi henüz başaramadığımı söylemem gerekiyor. Şarkının muazzam son bölümü bile bende bir “Thomas” veya “The Noose” etkisi bırakmıyor. Patlayan şeyler, defalarca izlediğimiz havai fişek gösterilerinden sıkılan çocuklar gibi hissettiriyor. “Feathers,” “DLB” veya “Get the Lead Out,” yaklaşımları veya enstrümanlar ne olursa olsun, bu gitarsızlık sendromundan kurtulamıyorlar. Besteler “gitar istiyoruz” diye bağırmasalar belki her şey yolunda gidebilecekken, sanki “gitar olmasın” düsturuna mahkum bırakılmış olma hissiyatı, ağızda nahoş bir tat bırakıyor.
Eat the Elephant, on sekiz yıllık bilfiil dinleyicisi olduğum APC ile arama maalesef soğuk duvarlar örüyor. Bestelerle, hatta kimi zaman “e artık başka şey dinleyelim” dedirtecek tekrarlarla bile bir problemim yok. Burada “olabileceği potansiyelin yanına yaklaşamayan,” “eksik” bir şeyin verdiği rahatsızlık var ve ne yalan söyleyeyim, belki de mirasından yemeyi, mirasını zenginleştirmeye yeğleyen bu “emekli” yaklaşımı beni kendinden iyice soğutuyor.
Tool’a da bulaşır mı bunun kokusu… içimden o cümleye soru işareti koymak bile gelmiyor…
[1] Kory Grow, “A Perfect Circle’s Maynard James Keenan, Billy Howerdel Talk First LP in 14 Years,” Rolling Stone, 5 Şubat 2018.
[2] Albümün çıkışından hemen sonra gitarist James Iha’nın gruptan ayrılmasında, gitar soundlu müzikten vazgeçilmesinin büyük etkisi olduğu kanısındayım.