İlki Judas Priest’in altında olmak üzere turnede geçen üç yıl, Annihilator’da bir çok şeyi yerinden sarsmıştı. Muhakkak zamanın da değişimi ile thrash metalin Annihilator’daki etkisi iyiden iyiye azalmış; Jeff Waters’ın geçinilmesi imkansız kişiliği yepyeni dört müzisyeni gruba dahil etmişti. Bana göre tüm zamanlar düşünüldüğünde en ideal Annihilator kadrosuna, 1993 yılında ulaşılmıştı. Vokalde, hem thrash hem heavy metale son derece yatkın stili ile Aaron Randall; ikinci gitarda, başarılı soloları ile Neil Goldberg; davulda ultra-yetenekli (ne yazık ki şimdinin Dream Theater üyesi) Mike Mangini; ve elbette gitarlarda ve – bir kez daha – bassta Jeff Waters. Bu kadrodan çıkan da, en az kadro kalitesi kadar başarılı olacak Set the World On Fire!
Hemen belirtilmeli ki, Set the World On Fire, bir thrash metal albümü değildi. Annihilator’ın ilk iki albümünü dinlemiş olan hiç kimse, bu albümün o gruba ait olduğunu düşünemezdi, çünkü şu apaçık ortadaydı ki, Judas Priest ile çıkılan turne, Jeff Waters’ı heavy metal köklerine yaklaştırmış, sonuçta ortaya gerçek bir heavy metal klasiği çıkmıştı. Dünyayı ateşe vermek için Jeff Waters’dan daha yetenekli kim olabilirdi ki?
Albümü açan isim şarkısı, I. Körfez Savaşı’ndan alınan sampler’lar ve akılda kalıcı bir arpej melodisi ile başlıyor; ilk yarım saniyeden sonra, keskin rifflerle yol alıyor; “dünyayı ateşe vereceğim, emekli olma zamanın geldi, çünkü er ya da geç, seni yaratanla karşılacaksın” diyen mükemmel nakarat kısmı ile iyice zıvanadan çıkıyor; 02:35’teki solosu ile zirve yapıyordu! Bu şarkıyı ilk dinlediğim anı – bundan on bir yıl kadar önce olmasına karşın – dün gibi hatırlıyorum. Gecenin bir vakti, metrodan eve doğru, yeni aldığım bu çekme-kaseti walkman’ime takmış, beni nelerin beklediğinden habersiz şekilde yürüyordum. Anında kanım da, adımlarım da hızlanmıştı. Daha ilk şarkısı hatta ilk dakikası ile çarpılmıştım bu albüme. Jeff Waters benim için biçilmiş kaftandı, anlamıştım. İkinci şarkı “No Zone”, bu tezimi doğrulamaktan başka ne yapıyordu ki? Bir yandan kirlenen dünyadan – yani gerçekten işe yarar bir konudan – bahsedilmesini dinliyor; bir yandan da “hazır ol!” uyarısından sonra giren hayvani solo ile müzikal bir haz zirvesine ulaşıyordum. 01:24’teki gitar leadlerini her duyuşumda hala heyecanıma engel olamıyorum. Ardından gelen “Bats In the Belfry”, tempoyu biraz olsun düşürüyordu. Açıkçası, bu delicesine sevdiğim albümde, en zayıf halkanın hala bu şarkı olduğunu düşünüyorum ama bu durum, benim bu şarkıda yer alan olağanüstü groovy caz rifflerine ve daha önemlisi müthiş solo öncesi bridge’ine hayran olmamı engellemiyor elbette! Üstelik ne olursa olsun, o olmasa “Snake In the Grass”a nasıl daha fazla heyecan besleyebilirdim ki?… Önce bir akustik gitar. Üzerine söylenen şu sözler: “Benim için bir dünyaydın sen; sanıyordum ki hep bir arada olacağız; öyle kördüm ki, senin için en yüksek dağa bile tırmanırdım; bana umut etmek için bir şey verdin; kendimi yeni hissettirdin; ama bu gece, her şey bitti; biz bittik”… Ardından gelen jazzy riffler ve sitemin başlangıcı: “sanırım sen beni her daim var olacak sandın; hayatımı yalanlarla doldurdun; ama bilmek istiyorum, bana cevap ver; ama şimdi benim gözlerime bile bakamıyorsun”… Ve müzik artık son derece heavy: “Neyse, senden alabileceğim her boku aldım; ve ancak yeni yeni başlıyorum ışığı görmeye”… Ve pek tabi öfke, pek tabi thrash riffler: “Sen sadece büyük bir yüz karasısın; geri dön ve çekil gözümün önünden; senin hiçbir klasın yok; sürüngen, sen otların içindeki yılansın!” Tüm zamanların en güzel şarkılarından biri olan “Snake In the Grass”, Jeff Waters’ın da ne kadar büyük bir müzisyen olduğunu ispatlarcasına, sözlerle birlikte evrilen ve sonuçta bir ziyafete bürünen muhteşem bir Annihilator bestesi oluyordu. Sert ve gaz iki şarkı ile açılan albüm, üçüncü şarkıda kısmen yavaşlıyor, dördüncü şarkıda ise hızlı ve yavaş kısımları harmanlayıp, dinleyenleri, albümün balladlarından “Phoenix Rising”e hazırlıyordu. Bir heavy metal albümünün olmazsa olmaz balladların en başarılı örneklerinden birini veren bu akustik şarkı, kendi içinde güzel olsa da, hiçbir zaman bir heavy metal ballad’ı fanı olmamış şahsıma, pek fazla bir şey ifade etmiyordu. Allah’tan bir sonraki şarkı “Knight Jumps the Queen” tüm haşmetiyle karşımıza dikiliyordu da, bu büyük albüm, aynı doğrultuda ilerlemeye devam ediyordu. Bu şarkıdaki bebek rifflerin ne kadar başarılı olduğunu anlatabilmem ciddi anlamda mümkün değil. Jeff’in bulduğu melodiler bir kez daha akıllara zarar. Bas gitar tam kararında bir dominantlığa oynuyor. Mike Mangini tek kelimeyle döktürüyor. Şaheser albümün, altın dakikalarına şahit olunuyor. Muhteşem!! Ardından gelen “Sounds Good to Me”, albümün ikinci balladı ve kesinlikle ilkinden daha başarılı. Akustik gitarlar, clean elektro ve süper arpejlerle destekleniyor. Davullar da çok başarılı kullanılıyor. Ama şarkının en iyi yanı kesinlikle vokaller ve Aaron Randall kariyerinin en başarılı anlarını burada sergiliyor. Sekizinci sırada, benim Annihilator’ı bu kadar sevmemin kısa bir özetini duyduğumuz “The Edge” geliyor. Tek kelimeyle mükemmel -blues-vari- gitar riffleri, dorukta bir groovy ritm, yaratıcı kelimesinin hakkını veren bir gitar performansı ve kısacık olmasına karşın, hayatta en çok sevdiğim on solodan biri. 01:53-01:55 arasında çalınan o melodi var ya?… İşte o, benim için Annihilator’ın kendisi demek! “Don’t Bother Me”, bir nevi, “Knight Jumps the Queen”in devamı gibi ama ondan bile daha çekici, yakalayıcı bir melodiye sahip. Jeff Waters tam anlamıyla delirmiş gibi çalıyor gitarları. Böylesi melodilere sahip bir şarkı ne kadar kötü olabilir ki zaten? Ve elbette, albümün de Annihilator tarihinin de ‘en özel’ anlarından biri olan kapanış manyaklığı “Brain Dance”… Çalan bir telefon sesi. Delirmiş bir insan çığlığı. Nedense bana şiddetle Beterböcek serisini hatırlatan ‘hız’da – daha doğrusu ‘telaş’ta – bir gitar melodisi. Tüm yeteneklerini ortaya seren bir Mike Mangini. 01:21’de duyulması ile insanı çıldırtan bir ana melodi. “Bu şarkı çok aptalca, ve hiçbir anlamı yok çünkü garip” diyen bir söz dizesi. “Gaz” kelimesinin altını dolduran tam anlamıyla çatlak bir solo. Böylesi bir albüm için bile tuhaf kaçabilecek kadar güzel bir veda!
“Set the World On Fire”dan “Brain Dance”e, her şeyiyle mükemmel Set the World On Fire, ne yazık ki eleştirmenler ve fanlarca Annihilator’ın en iyi işlerinden biri olarak kabul edilmedi. Bunu bir yana bırakalım, Annihilator’ın “sattığı” eleştirilerine başlanan albüm de bu oldu! Thrash’ten heavy’ye geçiş, çoğunluk tarafından ‘satış’ olarak algılandı. Oysa Jeff Waters, bana göre bu albümde, o ana kadarki hem en samimi hem de en kaliteli işini çıkarmış; cümle aleme ders verir nitelikte bestelere imza atmıştı. Başkalarının gözünde nerede olursa olsun, Set the World On Fire, benim için her daim gelmiş geçmiş en iyi albümlerden biri olacak. Çünkü bir yerlere yamanmaya çalışmadan, kimseyi yaranmadan, hiçbir şey ‘sat’mayı amaçlamadan, kendini böylesi derecede yenilemeye çalışan dahi müzisyenleri, her zaman göremiyoruz! Şanslıyız ki, Jeff onlardan biri!!…