dark tranquillity – projector (1999)

“Üzgün ama umutlu…”

Bu sözcüklerin albümde geçtiğini sanmıyorum. En azından bir arada geçmediğine eminim. Ama yine de Projector‘ın, İsveç Melodik Death Metal tarihinin en orijinal albümünün, kendisini dinlediğim 1999 yılından beri bana hissettirdiği duyguları bu iki kelime ile açıklamayı çok seviyorum.

Göteborg’lu death metal tanrıları Dark Tranquillity, 1991’den günümüze kadar sürdürdüğü müzikal yolculuğunda kendisine ve sevenlerine karşı hep dürüst oldu. Ticari olmayan bir death metal grubu için, tek kelime ile olağanüstü olarak değerlendirilebilecek yirmi üç sene, on stüdyo albümü, onlarca demo/ep ve sayısız konser boyunca Dark Tranquillity, eminim ki hep yapmak istediği şeyi yaptı, hep olmak istediği yerde oldu. Herkes onlardan At the Gates’in bir kopyası olmalarını beklerken, onlar her adımlarında kendilerini yeniledi. Onlarla birlikte bu yolculuğa başlayan herkes başka yola sapmış, çevrelerinde kimse kalmamışken, onlar her geçen albümde hem kendini yeniledi hem de köklerine bağlandı. Bugün melodik death metal olarak adlandırılabilecek tek gerçek ve tek ‘doğru’ grup, onlar kaldı. Ve bana göre onlar, bu harikulade tarihlerinin, zirve noktasına Projector ile çıktı.

Projector, Dark Tranquillity’nin dördüncü albümüydü ve ondan beklenen, kendisinden önce gelen üç albümü derleyip toparlayacak, önceki şarkıların ortalamasını bir seviye yukarıya taşıyacak, bolca sert riffe, bolca melodiye ve Mikael Stanne’in brutal vokallerine ev sahipliği yapacak bir ürün olmasıydı. Ne de olsa benzer zamanlarda At the Gates The Haunted’a dönüşmüş, In Flames Colony ile bu işin zirvesine göz kırpmış, Soilwork The Chainheart Machine‘i çıkartmaya hazırlanmış, İsveç kendine has soundunu tüm Avrupa’ya kabul ettirmişti. Dark Tranquillity’nin yapması gereken tek şey, işleri akışına bırakmaktı. Akışa bırakmak, sürprize girmemek, pastadan alınabilecek en büyük pay ile ayrılmak.

Ne büyük yanılgı?

Anlaşılan o ki, Dark Tranquillity, bu lezzetli ve çekici seçeneklerin hiçbirine kafa yormamıştı. Bir kez daha kendisine karşı dürüst olmuş, canının istediğini yapmak için Fredman Stüdyoları’nın yolunu tutmuştu. Büyük başarı sağlamış önceki üç albümlerinin soundundan artık haz etmiyorlardı. Bir şeyler eksik geliyordu kulaklarına ve bu eksiği kapatmak için  Martin Brändström kadroya dahil edilmiş, piyano ve keyboard, müziğin bir parçası haline getirilmişti. Üstelik bu değişiklik bile yetmezdi. İşin içine katmak istedikleri duyguyu tamamlamak için Mikael Stanne, vokallerini çeşitlendirecekti. O mükemmel brutal vokallerinin yanına, 1980’lerden kalma goth vokalleri andıran bir clean vokal performansı da eklemek istiyordu. Müzik hala sert ama bu kez çok daha melodik ve çok daha melankolik olacaktı. Bu zor reçetenin altından kalkmak zordu. Öte yandan, bunu başarabilecek tek grup da, elbette Dark Tranquillity olacaktı!

Albümü açan “Freecard,” ilk saniyeden itibaren daha önceki hiçbir Dark Tranquillity ürününe benzemeyen bir müziğin bizleri beklediğini belirten harika piyano darbeleri ile başlıyordu. Yaklaşık otuz saniye süren bu şaşırtıcı hareket, o andan itibaren tüm haşmetiyle arz-ı endam eden ve buram buram Niklas Sundin kokak gitar riffi ile klasik Dark Tranquillity havasını solutmaya başlıyordu. Albümde ilk defa duyduğumuz clean vokalleri ile Stanne, her şeyin yolunda olduğunu müjdeliyordu: “Bir başka olmayan-gece sırasını bekliyor…” Sırada, albümün en çok bilinen ve harika bir klibe sahip şarkısı “ThereIn” vardı. Müthiş bir gitar riffi, harika vokaller: “Mantık, kaos, mantık.” Bunların yanına bir de güzellik eklenmişti adeta. Sürekli kendini tekrar eden, son derece şık bir arpejin üzerinde death metal tarihinin en iyi vokal performanslarından birini sergiliyordu Stanne: “İşte orada güzellik yatıyor; katı ama hep değişken; farklı ama aynı; bu yüzden hasretini çekiyorum enerjinin.” Kesik rifflerin ardından giren dominant bas melodileri ile şarkı doruğa ulaşıyor ve enfes bir kapanış yapıyordu. Biz Stanne’ın vokallerinden sıkılmamış olsak dahi, üçüncü şarkı “UnDo Control” bir klasiği tekrar ederek, Dark Tranquillity müziğinde kadın vokalin ne kadar şık durduğunu kanıtlıyordu. Üstelik zaten “kontrolsüzce direniyorum; kontrolsüzlüğün dikenlerini hisset” diyerek okkalı bir giriş yapan Stanne ile yeniden işler kaldığı yerden devam ediyordu. Vokaller gittikçe büyülüyor, şarkı giderek daha hareketli ama bir o kadar da depresif oluyordu. Dinleyicinin de kontrol çıkacağı belliydi artık. Distortiona boğulmuş arpejler ve zihinlere çakılan Anders Jivarp davulları, resmin eksik kısımlarını da tamamlıyordu. Tam o sırada, “Auctioned” başlıyordu. Piyano darbeleri ve adeta bir kuyudan yukarıya doğru yakaran, yalvaran, kurtarılmayı bekleyen bir vokal. Her seferinde beni duraklatan, nerede olursam olayım, ne düşünürsem düşüneyim beni kendisine çeken o vokal. Hiçbir zaman sözlerin ne anlama geldiğini anlamasam da, beni derinlere sürükleyen bir ruh hali vardı bu şarkıda. “Nereyi imzaladım? Açık arttırmayı kaçırdım mı? Nerede hayatım?” 03:45’te Niklas Sundin’in gitarları ile kapışan Martin Henriksson basları girene kadar hipnotize olan ben, kendi kendime bu soruları tekrarlayıp duruyordum. Albümün ilk başyapıtını dinliyordum… Beşinci sırada karşımıza dikilen “To A Bitter Halt”, çok katmanlı yapısıyla The Gallery‘den çıkmış gibi duruyordu. Sert ve kesik gitarlar, taramalı ritmler ve elbette 02:45’te giren müthiş arpejler. “Sessizlik çöktü  ve gözlerim şimdi açıldı; Kaybettiğim gücümü yerine koydu; Bitişi getirebileceğim; Donmuş parçalar acı molayı verdirecek.” Stanne’ın göz yaşartıcı vokallerinin, o sert gitarlara dönüşmesini izlemek ne zaman büyüleyici olmuyordu ki? Ve takipteki “The Sun Fired Blanks.” Soğuk bir Ankara gecesinde, sesim kısılana, nefesim kesilene, boynum kopana kadar eşlik ettiğim “The Sun Fired Blanks.” Coşkun davulların, yaratıcılıkta çığır açan gitar riffleri ile birleştiği o anlar, belki de albümdeki en zayıf besteyi unutturacak kadar iyiydiler. Skydancer zamanlarını hatırlatan şarkı, görece kısa süresinde albümü yeniden şarj etme görevini başarıyla yerine getirip ortamı albümün ikinci şaheserine hazırlıyordu. “Nether Novas” öyle bir şarkıydı ki, bazen insanın sadece ona konsantre olup bu mükemmel albümü es geçme hatasına düşmesine bile sebebiyet verebiliyordu. Müzikteki çok katmanlılık bu kez yalnızca rifflerde ya da – şarkının başından itibaren müthiş partisyonlar çalan – bas gitarda değil, vokallerin çeşitliliğinde de yansıtılıyordu. Stanne, “ötesi olmaz” dediğiniz her anda sizi şaşırtmaya ve öteye geçmeye devam ediyordu – brutal, clean, scream, goth, ne ararsanız, neye ihtiyaç duysanız oradaydı. “Yabancılar cehaletin kılığına bürünüp gelebilir; İşte bu yüzden karanlığın içinde, zamanların en sonuncusunu arkada bırakmak için yürürken; Geride kalan boşluğu dolduracak o müthiş umutsuzluğun içinde” dizelerini söylerken Stanne’ın koyduğu vokal performansı gerçekten inanılmazdı. Her şeyiyle mükemmel bir şarkıya yakışır, gözleriniz hafiften buğulanırken, sonsuz coşkuyu kalbinizde hissedeceğiniz harika bir anı temsil ediyordu. “Day to End,” “Nether Novas”ın adeta bir devamı, onun yarattığı coşkudan ve hüzünden arınarak çıkabilmemiz için bizlere sunulmuş bir ‘molaydı’ sanki. Elektronik altyapının hüküm sürdüğü şarkı, Stanne’ın a capella’sını ve 01:43’te giren gitar-davul ritmini barındırıyordu. Dark Tranquillity diskografisinde yer alan ve deneysellik açısından muhtemelen grubun o ana dek ulaştığı en ileri noktayı temsil eden şarkıda “Günün sona ermesini bekliyorum; Sessizlik çok gelmişken; Gözlerimi içeri doğru çeviriyorum; Göz kapaklarımı kapatıyorum; Dünyanın içeri girmesine izin vermiyorum” dizeleri öne çıkmakta, Stanne’a bir kez daha hayran bıraktırmaktaydı. Bu kısa aranın hemen ardından “Dobermann” geliyordu. Iron Maiden-vari gitarlar, bize yıllar öncesini, grubun harika Iron Maiden coverı “22 Acacia Avenue”yu anımsatıyordu. Gelmiş geçmiş tüm Maiden coverları içerisinde en iyilerinden birini gerçekleştirmiş olan Dark Tranquillity, “Dobermann”da da ‘babalara saygıyı’ eksik etmemiş, onlarla aynı cümlede yer almayı hak eden bir yapıt ortaya koymuştu. 00:55’te ilk kez giren clean vokaller, albümdeki güzel anları hatırlatıyordu. 02:05’te başlayan arpejli bölüm ise kesinlikle albümde tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz anlardan birini oluşturuyordu. Albümü kapatan “On Your Time” gümbür gümbür davulları ve taramalı ritmlerle, The Gallery günlerine selam çakıyor, bir kez daha heavy metal etkileşimi üst düzeyde tutuyordu. 01:15’te giren clean vokaller ile bir kez daha tempo düşse de, şarkının çok çok başarılı davulları, tansiyonu hep yüksek tutuyordu. “Hiçbir zaman bilemeyeceğim, gerekli zaman var mıydı?; Hiçbir zaman söyleyemeyeceğim, doğru yapılmış mıydı?” sözleriyle Stanne yine söz yazmadaki başarısını kanıtlıyordu. Üstelik “On Your Time” albümü bitiren şarkı olma sıfatını da hak ediyor, yavaşlayan, melodikleşen, sonra tekrar armonik ve bir o kadar da sert hale gelen ritmleriyle tüm albümü adeta özetleyerek veda ediyordu.

Bu muhteşem albümü edindiğimde henüz üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Kendimi test tekniği ile ilgili absürd sorular, hayatımda yer etmemesi gereken anlar, gereksizliğin doruk noktasında hayal kırıklıkları ve üzüntüler, ve tüm bunlara inat hiç sönmeyen umutlardan müteşekkil hissediyordum. Bugün kendimi tarif etme eksikliği çeksem de hala sıkça Projector dinliyorum. Bir sanat eserinin yıllanması ile değerini arttırması klişesine girmeden, o günden bu yana, tekrar ve tekrar dinlediğim her şarkıda beni kendisine hayran bırakan yeni şeyler buluyorum. Zaman zaman Dark Tranquillity ile bağımı koparsam da, Projector‘dan vazgeçemiyor, kendimi grubun eskimeyecek bir hayranı olarak kabul ediyorum. Her yeni albüm çıkarttığında beni heyecanlandıran ender metal gruplarından, aslında ender sanatçılardan, biri Dark Tranquillity. İçlerinden geçenin sahte olmadığı bilerek, samimiyetleri ile bütünleşerek, müzisyenliklerinden ilham alarak, yeniden “Nether Novas”a dönüyorum…