aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…
Demem o ki, bu albümü dinlemeyi bitirdiğinizde aklınızda bunlar kalacak. Zihninizi yiyen, beyninizin bütün kıvrımlarında tek tek tur atan, tüylerinizi diken diken ederken içinizi huzurla kaplayan bir ninni gibi tekrarlanacak.
aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…
Leprous, 2000’lerin başından itibaren yaratıcılık konusunda bir kısır döngüye girmiş, djentle biraz olsun atak yapabilmeyi başarmış olsa da, artık teknik imkansızlıkları denemek dışında işin ruhani boyutunu çoktan unutmuş metal müziğin bu döneminde başına gelen en iyi şeylerden biri bence. Hemen herkes onları bir başka yenilikçi dahi Ihsahn’ın turne grubu olarak tanımış olsa da, Norveç’in bu yağız delikanlıları artık tek başlarına ayak duran, kendilerine has bir fan kitlesi oluşturmayı başarmış, bu nankör ve burnu havada camiada kendilerine saygıdeğer bir yer edinmiş bir grup oldu bile. Bu yeri sonuna dek hak ettiklerini ise bilemiyorum söylememe gerek var mı…
Coal, Leprous’un dördüncü albümü. Progressive müzik denilen ve benim bu tanımdan hiç hoşlanmadığım kategorinin amaçlarından birinin, yalnızca bir şarkı ya da bir albüm içerisinde bir bütünlüğe, bir anlatıya veya bir ‘ilerleme’ye sahip olmak değil, aynı zamanda bir grubun albümleri arasında da benzer özellikleri yansıtmak olduğuna inanıyorum. Müziğin bu ilerlemeci okolunun, her albümde benzer formülleri uygulayan, teknik ve teorik olarak belli bir seviyenin üzerinde kalmayı müzikal bir doyum noktası olarak algılayan çoğu metal temsilcisi, maalesef bir albümden diğerine kendilerini geliştirmek şöyle dursun, ilk zamanlardaki albümlerine rahmet okutuyorlar. Leprous ise bu hiç çekici olmayan kısır döngüyü aşmak için çok zekice bir yol izliyor: her bir albüme farklı bir ruh hali ithaf etmek!
Aeolia‘nın çiğ ve hevesli havasını Tall Poppy Syndrome‘un coşkusuna, Bilateral‘in şizofrenisini Coal‘un hüznüne (ç)evirmeyi başaran Leprous, bu sayede hem kendini tekrar etme açmazından hem de müzikal olarak bir yerde çakılıp kalma paranoyasından kendini kurtarmış oluyor. Ulaşmak istedikleri şey – çoğu grubun aksine – belirli bir teknik kapasite olmak yerine belirli bir ruh hali olunca, kulağa gelen şey de mecburi bir ‘yenilik’, mecburi bir ‘orijinallik’ ve mecburi bir ‘ilerleme’ içeriyor. Bana kalırsa bu da, o kötü tanımla ‘progresif müziğin’ altını başarıyla doldurabilmek anlamına geliyor.
Coal, daha en başta, kapaktaki resmiyle bile bize basitliği ve hüznü vaat ediyor. Basitlik, burada, güzellik anlamında kullanılıyor. Saniyede sekiz yüz nota basabilecek bu adamlar, bu kabiliyetlerini şarkıların küçük parçalarına aktarmayı, başa sarıp sarıp dinlemekten kendinizi alamayacağınız partisyonlarda göstermeyi başarabilecek olgunluğa henüz yirmili yaşlarında ulaşabilerek, müzikte yakalanabilecek en üst mertebelerden birinde fink atıyorlar! Tıpkı kapak resminde yer aldığı gibi, sanki elden yeni düşürülmüş kristal bir kafatası heykelinin hatırlattığı ölümlülük, kristalin kırıkların yansıyan hayat ile birleşiyor. Zamanın en eski hikayelerinden biri, olanca heybetini minimalizmde ifşa ediyor.
http://www.youtube.com/watch?v=qXSLEKWJbzQ
Tek bir davul vuruşu ile başlıyor Coal. 7/4’lük kafa karıştırıcı ritmine rağmen, kulağa son derece doğrudan hücum eden “Foe,” albümün geri kalanında karşımıza çıkacak hemen her şeyi özetliyor aslında. Tobias Ørnes Andersen’in davulları, her şey sütlimanken 01:35-02:00 arasında bir anda deliriyor mesela. Einar Solberg, yaradanını sorgulayan bir melek edasıyla şakıyor. Tor Odmund Suhrke ve Øystein Landsverk’in gitarları minicik arpejleri, kasvetli tremololarla süslüyor – şarkının sonuna doğru giren arka vokalleri ile Solberg’in ninnisini güçlendiriyorlar. Artık grupta olmayan Rein Blomquist, giderayak, grubun sounduna nasıl bir etkisi olduğunu, güçlü bas partisyonları ve akılda kalıcı ritmleri ile gözler önüne seriyor. 02:50 itibariyle, aklınız yerinden oynuyor…
aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…
“Chronic,” Solberg’in piyanosu ile başlayıp Blomquist’in basslarıyla devam ederken, arada sırada ortaya çıkıveren deli çığlıklar ve “scars… they lie… we can’t keep them safe…” dizelerinin tekrarı ile sarsıcı bir kimliğe bürünüyor. Şarkının 02:40 sonrasında başlayan bölümü, groove’un Leprous müziğine neler katabileceği konusunda enfes enstantaneler sunuyor. Sonlara doğru aksaklaşan ritm, albümün bütünlüğünü korumasını sağlayan harika anlara sahne oluyor. Sıradaki “Coal,” bolca Devin Townsend (Accelerated Evolution zamanları) referansına sahip olsa da, grubun ayırt edici yanı davullarda kendini gösteriyor. Andersen, davullarda gerçekten efsanevi bir performans sergiliyor. Özellikle gitarların overdrive’lı kısımlarının arkasına döşediği partisyonlar, albümün en başarılı anları arasında yer alıyor. “The Cloak” adeta çok fazla davulun ön plana çıktığını düşünen birilerince albüme eklenmiş gibi duruyor. Merkezi bir gitar melodisi eşliğinde Solberg’in muhteşem falsettosu, “silence serving your need to escape” ile “will you cry tomorrow” arasında bizi başka diyarlara sürüklüyor. Dokuz dakikalık “The Valley,” bu vokal gösterisinin ardından, tüm grubun ne kadar yetenekli olduğunu yeniden-hatırlatma misyonunu başarıyla yerine getiriyor. Şarkının hemen başındaki synth kullanımı insanın tüylerini diken diken ediyor. “Valley is sin, this valley I am in” diyen Solberg, söz konusu synth’lerle adeta hepimizi bu vadide uğursuz bir gezintiye çıkartıyor. Ve hemen ardından bir kez daha…
aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…
Ziller çıldırmış vaziyette eşlik ediyorlar vokallere. “Moving away, nowhere to run” dizeleri başlarken, şarkı metamorfoz geçirecekmiş gibi bir izlenim ediniyoruz. Buna rağmen, fazla bir değişiklik olmuyor. Şarkı başladığı yere geri doğru akarken, aslında gerçekten de kaçabileceğimiz bir yer olmadığını anlıyoruz. Bu vadide kısılıp kaldığımızı iliklerimize kadar hissediyoruz. “Salt,” “The Cloak”a benzeyen düzenlemesi ile ruhlarımızı dinlendirmek amacıyla albüme alınmışa benziyor. Solberg’in vokalleri ilk defa bu kadar pesten duyuluyor. 03:15 sonrasında giren keyboard melodisi bir harika olsa da, bana kalırsa şarkı, “The Valley”nin mirasının ve birazdan kulaklarımıza hücum edecek olan “Echo”nun altında kalıyor. “Echo” her şeyden önce albümdeki en uzun süreli şarkı olmasına rağmen, bir çırpıda bitiverdiği izlenimini verecek kadar iyi düzenlemesi ile ön plana çıkıyor. Falsettolar havada uçuşuyor. Ve tabi….
aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…
Tempo düşük gidiyor en başından itibaren ama hepimiz biliyoruz ki, bir şeyler birikmeye devam ediyor. Solberg insanı gözyaşına boğacak kadar içten söylüyor: “Never seen the night so dark, I lack the will to care, all alone in city lights, where you absorb the ECHO.” Gerçekten de söylediği gibi oluyor. Bu sesin yankısı, insanın beyninde çınlamaya devam ediyor. 02:15’te giren melodinin üzerine 03:10 civarında başlayan vokaller, Solberg’in ağzından çıkan “ECHO”ya eşlik ediyor. Şarkı katman katman ilerliyor. Tıpkı söylediği gibi karanlık bir gecede otobüs yavaşça alacakaranlığı delmek için yol alıyor. 04:10 itibariyle giriş yapan alakasız keyboard melodisi güneşin habercisi oluyor. 04:27’de ise gün doğuyor. Geceyi yırtan davullar, yepyeni bir günü müjdeliyor. Albümün en groovy bölümü, gitarların üzerinde dinleyene selam ediyor. Blomquist bu gitarların üzerinde yazdığı “yankılı” bassları ile Justin Chancellor makamına erişmeye çalışıyor. Ama… yanlış alarm. Gün geri gidiyor şimdi yeniden…
aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…
Bir kez daha kararıyor her yer. Her lahza zifiri karanlığa bürünüyor. Sanki feci bir kazaya tanık olmuşsunuz da, gözlerinizi kapamak istiyormuşsunuz gibi oluyor. “ECHO” diyor Solberg. İçinizden çıkmayan çığlıklar, tüm organlarınıza çarpıp kendilerini besliyor, büyütüyor. Ve tabi ki…
aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…
Albüm böyle bitmiyor. “Echo” ile yürekleri yaralı bırakmak istemeyen Leprous, Ihsahn’ı da yanlarına alarak yeni bir serüvene başlıyor, geleceği müjdeliyor. “Contaminate Me” ile albümün en sert/metal yanları açığa çıkıyor. Hüznün ve her türlü uğursuz hissin altında ezilenleri kurtarmaya Ihsahn’ın karanlık çığlıkları geliyor. Kötü bir durumda sizi ‘cehennem hayali’ ile avutuyor. “Will you follow me if I ask you? Will you wait for me if I stop?” diye soran Ihsahn, kendisiyle anlaşma imzalamamızı isteyen şeytanın kılığına bürünüyor. Buraya kadar üzerimize çöken hüzün, bizi şeytanın elini tutmaya yönlendiriyor. Son dört dakikada, neye benzer sesler eşliğinde Ihsahn’ın acı çekişleri ve çekiştirişleri işitiliyor. Tanıdık soundlar, Orta Doğu’nun kanlı toprağından fışkırıyor. Albüm bitiyor. Dinleyenler bitiyor. Damakta buruk bir tat kalıyor.
Basitlik. Güzellik. Hüzün. Acı. Tek bir reçete. Coal.
aa.. aa.. aaa… aaa… aaa… aaaa…