devin townsend – empath (2019)

Devin Townsend… Bence yeterince açıklayıcı ama biraz uzatalım. Bana yazma şevkini yeniden katan ve –kendisi bundan bihaber olsa da – hayatımın son on beş senesinde bilfiil yer alan bir insandan söz etmek cidden zor. Onunla tanıştığım günü bile hatırlamıyorum ama her şarkısını tam bir “inek” gibi harfi harfine, melodisi melodisine, tınısı tınısına bilmeye devam ediyorum. Kendi hayat tecrübelerimle eşleştirdiğim çok sayıda şarkısı, anısı, mevcudiyeti var Devin’ın. Aptal bir tesadüften öteye gitmediğini bilsem de doğum günlerimizin bir gün arayla olması bile bana sevinç veriyor. Devin’ı seviyorum. Tanısa, o da beni severdi – en azından öyle hissetmek istiyorum.

Aslında Devin’la değil ama Devin’ın müziğiyle aramda hafif bir soğukluk var bir süredir. Ki’nin ve Addicted!’ın(2009) sonrasında çıkan Devin ve türevi (The Devin Townsend Project veya Devin Townsend Band) işlere bir türlü ısınamadım. Fikir olarak tam benlik olan, hatta içinde çok çok sevdiğim bazı müzisyenleri de barındıran Deconstruction (2011) albümü bile (düşük sesli kaydı büyük bir faktör olsa gerek) ilgimi pek çekmemişti açıkçası. Anlatıcısından bunaldığım ve Anneke van Giersbergen’i duymak bile istemez hale getirecek kadar çok kullanmasından esef duyduğum Z2 (2014) büyük bir hayal kırıklığı olmuştu benim için. Transcendence (2016) ise aşırı tekrarlı yapısıyla beni bir türlü içine çekemeyen, “Offer Your Light”ı hatırına döndürdüğüm bir albüm haline gelmişti.

Bana göre sorun Devin’ın yaratıcılığını kaybetmesinde değil, bu yaratıcılığını aşırı sıklıkta çıkarttığı albümlere dengeli biçimde yayamamasındaydı. Bu nedenle yeni albüm Empath’in, son albümden üç sene sonra çıkacağı haberi beni oldukça sevindirdi. Bu kez o harika fikirler üzerinde düşünecek ve düzenlemesine daha fazla yoğunlaşabilecek zamanı olacaktı Devin’ın. Nitekim Empath çıktığından beri, verilen üç senelik aranın tüm bu noktalara nasıl pozitif yansımış olduğunu görüyor, bundan büyük keyif alıyor ve (Devin tarihinde harcanmış en yüksek bütçenin sonucunda elde edilen) soundundan şarkı sözlerine, bestelerinden (bilhassa) düzenlemelerine kadar bu albümü Devin’ın en iyi işleri arasına yerleştiriyorum. Tamam karşımızda bir City (1997), bir Infinity (1998), bir Terria (2001), bir Accelerated Evolution (2003), bir The New Black (2006) yok elbette ama diskografinin bundan sonrasının en iyi albümlerinden biri kesinlikle Empath ve kulağımda da uzun süre kalmaya devam edecek.

Terria’nın “Olives”i ve Synchestra’nın (2006) “Let It Roll”u gibi, Empath’in açılış şarkısı “Castaway” de bizi birazdan olacaklara hazırlayan, minimal, akustik, doğa sesleri içeren, yumuşak bir girizgâh işlevi görüyor. Hikâyenin kahramanı – henüz nedenini bilmesek de – Tom Hanks’in aynı isimdeki filminde olduğu gibi kendisini bir adada buluyor. Tam kendisine “receive this love” diye seslenilirken albümün ilk single’ı “Genesis,” pop-vari, kocaman nakaratı ile araya giriyor. Devin ve koronun aynı anda seslendirdikleri “let there be light / let there be moon / let there be stars and let there be you / let there be monsters, let there be pain / let us begin tol ive again” sözleri, hemen insanın aklına ve ağzına takılıyor. Şarkıdaki davullar oldukça Strapping Young Lad-vari olsa da, sadece atmosfer yaratmak için kullanılmış ve metal-sevmeyen bünyeleri dahi rahatsız etmeyecek düzeyde bırakılmış. Üçüncü sıradaki “Spirits Will Collide,” belki de albümün zayıf halkası. Katmanlı koro vokaller ve Eurovision şarkılarına benzeyen bir düzenlemesi var. Acıyı kabullenip güzel geçmişi hatırlamayı ve hayata tutunmayı öğütleyen sözleri Michael Jackson’ın “Heal the World”ünü hatırlatan bir tarzda yazılmış ve daha önceki herhangi bir Devin şarkısına benzemiyor.

“Evermore,” “Spirits Will Collide”ın bıraktığı koro vokalleri devam ettiriyor ettirmesine ama bu kez hem sözlerde bir gerçekçileşme (“I must learn from this reality if I intend to awake”) hem de müzikte – aralara serpiştirilmiş – bir sertleşme mevcut. Şarkının 03.10-03.40 arasındaki elektronik-sample’lı bölümü Epicloud (2012) dönemlerinden fırlamış gibi. İsmiyle müsemma “Sprite,” dinleyiciyi bu Epicloud döneminden çıkartıp Ziltoid the Omniscient (2007) ya da Addicted! zamanlarına ışınlıyor. Bu şarkıda özellikle Devin’ın trademark’ı sayılabilecek arpejli riffler ve nefis klavye kullanımı dikkat çekiyor. Ancak yine de albümün yazılma sürecinde bir yaratıcılık tıkanması yaşandığı iddia edilirse, bu şarkının o döneme denk geldiğini öne sürebilirim. Zira “Sprite,” yetmiş beş dakikalık albümde kendisini birebir tekrar eden tek besteye sahip ve bu açıdan Devin’in güvenli sığınıklarına dönmesi de gayet anlaşılır bir tepki sanıyorum. Şarkının bol efektli ve konuşma-vokalli son iki dakikası, bu argümanı destekler nitelikte bir “filler” görevi görüyor.

Albümün en sert dakikalarından bazılarını içeren “Hear Me” ise bizi bu yavaşlama etkisinden kurtaracak kadar orijinal ve direkt. Devin’ın “all the world is bleeding…”leri insanın aklında yer ediyor ve Strapping Young Lad-vari davullar bu kez metal-severleri bile rahatsız edecek kadar karakterli kullanılıyor. Albümün birkaç noktasında arz-ı endam eden teknik gitar kullanımı ilk defa bu şarkıda karşımıza çıkıyor. Şarkı ayrıca hem – artık Devin’ın neredeyse kadrolu elemanı olan – Anneke van Giersbergen’i hem de Nickelback gibi radikal (!) bir gruptan Chad Kroeger’ı içeriyor – ya da içermiyor, çünkü ben bu şarkıda “this is how you remind me of what I really am” sözlerini söyleyen arkadaşı hiç duyamıyorum! Albümün adını duyurmak için yapılmış gözüken ama her zamanki Devin cinliği ile albümdeki en sert şarkıya “yedirilen” bir misafirlik söz konusu burada…

Bir hayli sert “Hear Me”den sonra adeta bir müzikalden fırlamış gibi duran “Why?” karşımıza çıkıyor. “Wild Colonial Boy,” “Vampira,” “Storm,” “Kingdom” gibi muhteşem işlerde duyduğumuz Devin’ın operatik vokallerini ve bu vokallerinde çıktığı seviyeleri sevenler için kesinlikle bir başyapıta dönüşen “Why?,” albümde dinlemekten en çok keyif aldığım şarkı oluyor. “So we feel so irrelevant, we’re rolling televised / our pride will bolt us to the ground / and the earth itself will swallow us whole” gibi sadece Devin’ın dehasından çıkabilecek müthiş sözler, şarkıyı dinlediğim ilk andan beri hiç aklımdan çıkmıyor!

“Why?”daki teatrallik “Borderlands” ile sürüyor. Klasik reggae ritmleri üzerine yerleştirilmiş “gotta have a good good life” dizeleri insana mutluluk veriyor. Her Devin mutluluk denemesinde olduğu gibi, burada da arka planda sinsi bir uğursuzluk bekliyor pek tabi… Arada sırada beliren ışın-kılıcı efektleri ile Ziltoid the Omniscient’a selam çakan şarkı, on bir dakikayı aşan süresinde dinleyene hemen hemen her duyguyu yaşatıyor. 03.40-06.20 arasındaki sakinlik, önce derinden gelen arpejler, ardından da yavaşça yükselen korolar ile şarkıyı patlama noktasına yaklaştırsa da beklenen patlama gerçekleşmiyor ve derin bir sessizlik ile sıradaki şarkı olan “Requiem”e geçiş yapılıyor. Aslında “Requiem,” tıpkı “Castaway” gibi teknik olarak bir ‘şarkı’ kategorisinde değerlendirilmekten ziyada bir çeşit intro’yu andırıyor. Zira albümü kapatan ve tam 23 dakika 33 saniye süren dev epik “Singularity,” bu kısa geçişin hemen sonunda yer alıyor.

“Gilmour çalmış burayı” deseler kimsenin itiraz edemeyeceği bir gitar lead’i ile açılan “Singularity” gerçekte altı bölümden oluşuyor (“I: Adrift,” “II: I Am I,” “III: There Be Monsters,” “IV: Curious Gods,” “V: Silicon Scientists” ve “VI: Here Comes the Sun”). İlk bölümde Devin’ın muhteşem vokaliyle seslendirdiği “now I don’t know where we’ll go and I don’t know what we’ll do / but I’d sell the world for love and I’d sail the world for you / I’m alone, so alone / they say ‘we feel your pain, brother’ / yet they feel nothing for one another” sözleri aslında tüm bu yirmi üç küsur dakikalık maceranın ana temasını veriyor. Tensel olandan ziyade ruhsal bir aşkı arayan, yalnız bir adamın hikâyesini anlatıyor “Singularity.” Arada coşkulu gitarlar içerse de progressive rock yanı çok daha ağır basan ilk sekiz-dokuz dakika, delişmen davulları ile üçünü bölüme (“There Be Monsters”) bağlandığında, şarkı ciddi bir death metal soundu kazanıyor. “Rise! Rise! / I won’t be tamed / now we must go to war / psychologic war / psychotropic war / psychosexual war…” sözleri, sertleşen müziği nefis tamamlıyor ve Devin yeniden o kızgın adamı hayal kırıklığına uğratan dünya ile kavgasına dönmüş gözüküyor. Ancak bu kızgın bölümü sonlandıran “selfish messiah” tekrarları, “try the papaya” tekrarlarına dönüştükçe hem üçüncü kısım dördüncüye bağlanmış hem de albümü açan “Castaway”in içinden seslendiği tropik adaya geri dönülmüş oluyor. Bu basit kafiye uyumu ile tüm albümü toparlayabilmek, sadece Devin gibi dehalara nasip oluyor!

Dakikalar 16.14’ü gösterdiğinde “Singularity” teknik-progresif – adeta Meshuggah elinden çıkmış – bir gitar riffi ile dinleyiciyi yeniden şaşırtmayı başarıyor. Kaybolmuş ve hayal kırıklığına uğramış kahramanımızı kurtaracaklarını öne süren robotlar, kendisine ‘aşk kemerini’ sunup eğer onu ‘zihnine’ bağlarsa düşeceği okyanustan sağ çıkarak karaya varabileceği müjdesini veriyor! Devin bu teklifi kabul etmekle kalmayıp eğer “hayvanlar gibi davranırsak” korkularımızdan kurtulabileceğimizi de ekliyor ve hepimizi “güneşin doğduğu yere” davet ediyor. Aynı teknik riff, şarkının altıncı ve son kısmının altyapısını oluştururken, Devin’ın “through the meadow, through the trees / shine forever, shine on me / through the future is hard to see / I’ll shine for you if you shine for me” sözleri ve Steve Vai’ın tipik solosu şarkıyı doruk noktalarına çıkarıyor.

Kendisini hayal kırıklığına uğratan insanlardan kaçarak bir adaya sığınmış ve burada insanlar-arası barış/huzur için “aşkın bir aşk”ın olmazsa olmazlığını yeniden keşfetmiş bir adamın (hatta “hacının”) hikâyesi, burada son buluyor. Aslında Devin yine dayanamayıp albüme sokmadığı (hatta bir tanesi doğrudan albümün adını da içeren) on yeni şarkıyı da albümün deluxe edition’ına ekliyor ama bu ekstra cd – kötü olmasa bile – Empath’in sunduğu orijinalliğe pek yaklaşamayıp, bir çeşit ‘boş zamanınızda dinlersiniz’ işlevi görüyor.

Baştan sona nefis bir prodüksiyon ve nefis bir sound içeren Empath, bana göre uzun zamandır Devin’ın yaptığı en iyi, en tutkulu ve en ‘tamamlanmış’ iş. Aklındaki tüm o kaçık fikirleri yine kaçık bir hikâye içinde, böylesi bir bütünlükle sunmayı başarmak gerçekten hayranlık verici. Bu noktada hiçbir şüphe yok. Yine de ben bu “yaş almış ve ayılmış Devin”ın daha (da) az aralıklarla albüm çıkartmasının kendi kariyeri ve dinleyicileri için çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Empath’ten önceki üç albüm – Transcendence, Z2 ve Epicloud – kendi içlerinde bazı enfes pasajlar barındırsa da, tek başlarına (ve Devin’ın diğer işleriyle karşılaştırılarak) değerlendirildiklerinde gerçekten zayıf albümlerdi. Bu albümlerdeki o nefis pasajların bir araya getirileceği ve fazlalıklardan arındırılmış tek bir albüm, benim gibi kadim Devin fanları için eminim çok daha heyecan verici olurdu. 2016’dan Empath’e üç yıl ara veren Devin’ın belki de bu yaratıcılık sancısını fark ettiğini ve o yüzden kendi standartlarında çok ciddi bir ‘ara’ vermiş olduğunu düşünmek ve bundan sonrası için de benzer molaların geleceğini ummak istiyorum. Finansal durumunu bilemem ama gözünü seveyim korkma Devin, Empath gibi bir albüm, en die-hard hayranları bile üç-dört yıl idare edecektir. O olmazsa, bundan öncekiler var be abi… Lütfen unutma: Biz bize yeteriz!