nevermore – the politics of ecstacy (1996)

In Memory ep’si ile aynı yılda çıkan The Politics of Ecstasy ile Nevermore, (tür ayırt etmeden) 1990’lı yılların en iyi metal albümlerinden birine imza atar. Albümün ilk saniyesinden son saniyesine kadar her yanı ile yaratıcılığın sınırlarına dayanmış beş adet müzisyen; aynı anda hem kompleks hem de melodik olmak gibi olağanüstü bir özelliğe sahip besteler; gerçekten ‘dişe dokunur’ şeylerden bahseden eleştirel-alaycı-gerçekçi-felsefi şarkı sözleri; ve tek tek bakıldığında bile insanın aklında kalıcı, birlikte şarkı söyletici ve aynı zamanda da kendine hayran bıraktırıcı şarkılar arz-ı endam ederler. Albümde tek bir sıkıcı, tek bir gereksiz ayrıntıya yer yoktur. Başından sonuna kadar ‘profesyonel’ce hazırlanmış/düzenlenmiş ama aynı zamanda piyasaya yaranma amacından uzak ‘amatör’ metal şarkıları ile Nevermore, bence tüm metal tarihinin en iyi albümlerinden birini yaratmıştır. Warrel Dane’in vokalleri gittikçe çok daha melodik, melankolik ve sert olmayı (her nasılsa?) başarmış; Jeff Loomis-Pat O’Brien’dan oluşan gitar duosu nasıl olmuşsa hem bu kadar teknik hem de bu kadar melodik altyapıları hazırlamış; Jeff Sheppard-Van Williams ritm bölümü ise, albümü bir bas-çift kros cennetine çevirmişlerdir. Bu albümü dinlemeden kendisine ‘metal müzik dinlerim’ diyen kişi büyük bir dilüzyon içindedir. Gerçek bir başyapıt sıfatını sonuna kadar hak eden albümde, beni en çok etkileyen şey ise ‘öfke’ denilen duygunun, bu kadar melodik bestelerle nasıl bu kadar net verilebildiği sırrı olmuştur.

Olmaya da devam ediyor!

http://www.youtube.com/watch?v=ChLYZeTC6JA

Albüm, adını Timothy Leary’nin aynı adlı kitabından alır, ve o kitabın ilk bölümünün adı da, tıpkı bu albümü de açan şarkı gibi, “The Seven Tongues of God”dır. Daha yalnızca 12. saniyede öyle bir gitar riffi ile açılır ki, neye uğradığını şaşırır insan. Tüm metal müzik tarihine adını altın harflerle yazdırması gereken bu yaratıcılık silsilesinden, ilginçtir pek az kişinin haberi vardır. Teknik mi desem, artistik mi desem, groovy mi desem karar veremediğimden, hepsi diyorum. Ama o bile eksik kalıyor. Yalnızca iki defa tekrarlanan riff, bir sonraki gösterisini 03:34’te yapacak ve tadını damakta bırakacaktır. Gitarlar böylesi etkileyici başladığına göre, Warrel Dane de kafadan girer olaya: “Her insan soracaktır bu soruları ve her insan iftiranın ve kaybın acısını çekecektir; her gün ölürsün biraz daha, yani anla artık değişimi ve dudak bükmeden seç kendi yolunu. Tanrının yedi dili var kafamda ve benimle kadim bir DNA dizaynında konuşuyorlar. Ben görmedim Tanrıyı, sen görmedin Tanrıyı.” Albümün tümünde sorgulanacak olan insan-tanrı-teknoloji (dijital akıl) kavramları, öfkeli bir grubun, öfkeli bir şarkısı ile gözümüze gözümüze sokulurlar! Jeff Loomis’in güzel solosu, pastanın, henüz ilk katmanı bile değildir! Şarkının en etkileyici sözleri ise en sonda yer alır: “Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek zorunda kalırdık.” İki kez tekrar edilen ilgi çekici gitar lickleri ve masum zavallıların üzerine yağan bombalar gibi giren (önce tek gitarlı, sonra full otomatik, ve derinde de hayvani bir bass eşliğinde!) ritmlerle başlar ikinci şarkı “This Sacrament” ve bir youtube videosundan gördüğüm kadarıyla, başladığı anda var olan kalabalığı, silkelenen bir halı kıvamında hareket ettirmeye yeter de artar bile! Yeni nesil dini törenlerden bahseden şarkıda, kontrolün aslında kimde olduğu sorusu sorulur. “Belki hiçbirimiz bilmiyoruz; belki hiçbirimiz duymak istemiyoruz” standart bir modernizm eleştirisi olmanın ötesinde son derece çarpıcı bir Soğuk Savaş-dönemi TV bebeleri eleştirisini de beraberinde taşır. 03:00-03:30 arasındaki sweep’leri daha da anlamlı kılan solo ile gerçekten kusursuz yapıdaki beste doruğa ulaşır. Thrash metal tarihinin en başarılı şarkılarından biridir. Ancak yine de, henüz bu albümdeki ‘en iyilerin’ yanında yer almaya başlanmamıştır bile! Sıradaki “Next in Line,” tıpkı “This Sacrament”daki gibi, gitarların önce bir ısınma turu attıkları, akabinde de ana riff’in yandan yemiş bir halini çaldıkları süper bir intro ile başlar. Ve hemen ardından gelen o riff… Ah o riff… “Gözyaşımı durdursun diye tattım korkuyu” diye başlar Warrel ve 01:15’teki akıl almaz gitar gelene kadar tüm ilgiyi üzerine çeker. Ama işte o 01:15 yok mu!?! Jeff Loomis’in ne kadar yaratıcı, ne kadar akıl almaz ve ne kadar melodi-öncelikli bir gitarist olduğu, bu gitar riffi ile bir daha açılmamak üzere kapanan bir tartışma konusu haline gelir! “Ben hasta bir adamım, ben ölü bir adamım, yıkımın pilotuyum ben” diye biten şarkı, her ne kadar ilk single olmayı hak etmese de, Nevermore diskografisinde bile ışıldamayı başarır. Dördüncü şarkı “Passenger,” ballad olmayan bir ballad’dır. Albümün ana teması olan ‘öfke’ bu kez bir insan formuna yöneltilmiş durumdadır. “Yolcu, hatalarını görmek için duraklar çünkü hayatını gururla yaşaması için takip edeceği hiçbir şey yoktur.” Lower-mid-tempo burada da iş başındadır ama bu daha çok iyi bir filmin devamını merakla beklerken, ekranda denk geldiğiniz ilginç bir trailera benzer. İçinde albümün en zayıf solosu da mevcut ve bu durumuyla bana göre albümün en zayıf halkasını oluşturur ama yine eklemeliyim ki, hem o es geçilebilecek bir şarkı değildir hem de ben şarkıları iyi-kötü diye değerlendirirken Nevermore standartını baz alıyorum… Bu zayıflığın ardından bir şaheser gelir. Bir zanlının ağzından “tutuklandığımda, adaletin ne olduğunu gerçekten anladım” sözlerinin üzerine eklemlenen son derece ağır bir riff ile başlar albümün isim şarkısı ve bu sıfatı sonuna kadar hak eder. 01:07’de giren gitar lick, 02:17’deki “özgürlük hiçbir zaman özgür değildir, bunların hepsi ekstasi politikaları” sözleri, 02:54’teki bas-lineları, 03:02’deki teknik thrash metal riffleri, 03:49’daki teknik death metal riffleri, 05:14’teki mükemmel solo ve daha nice ‘highlight’ ile gerçek bir Nevermore başyapıtına şahitlik ederiz. Warrel Dane’e aynen katılarak tekrarlıyorum: “Hepinizden nefret ediyorum, vidaları çeviren domuzlar; arkasında durduğunuz her şeyden nefret ediyorum; ürettiğimiz dünyadan nefret ediyorum, beslediğimiz siyasi domuzlardan; babalarımız ölü bir dünyadan başka hiçbir şey bırakmadılar bize; düzeltilmenin çok ötesinde, umutsuzluğun dibinde, bize hiçbir şey bırakmadılar.” Başyapıt! “Ben kimim?” Kısacık bir soruya verilmiş 4 dakika 14 saniyelik bir müzik dersi yanıtıdır “Lost.” “Renkleri güneşe kadar takip eden o kayıp adamım ben, renkler kanıyor ama hiç yok olmuyorlar, sadece ben yokolup gideceğim.” Varoluşçu bir temelde yazılan sözler, albümde zaten yer eden ‘yolcu’ kavramının ‘tecrübeleri’ ve ‘gördükleri’ (bu noktada Warrel’a en yakın duran felsefenin fenomenoloji olduğunu da belirtmek gerekiyor sanırım). Bir gün gelip güneşe kadar olan bu yolculuğu hatırlayacak herkes için, müzikal ve edebi bir şölen… Jeff Loomis öyle inanılmaz riffler yazmış durumdadır ki, hangi birinden burada bahsetmem gerektiğini bilemiyorum. Ancak 02:28-03:16 arasındaki riffler silsilesinin, müzik tarihi öğrencilerine ‘metal müziğin klasik müziğe en çok yaklaştığı anlardan biri’ olarak adlandırılması için piyasa yapabileceğimi biliyorum. “Lost” tüm albümün, bir nevi özetidir! 1989 yılının 4 Haziran’ında Çin’in ‘Ebedi Barış’ (Tian’anmen) Meydanı’nda yaşanan toplu gösteri/histeri/katliam olayları hakkında yazılan onlarca şarkı var ama hiçbiri yedinci sırada karşımıza çıkan “The Tiananmen Men” gibi değil… Değil çünkü hepsi birer taraf. Warrel Dane ise sanki üstten, dünyanın hiçbir kesiminin bakmadığı bir yerden bakıyor olaylara. Özgürlük, demokrasi, sosyalizm, komünizm değil Dane’in takıldıkları. “1989 yılının 5 Haziran’ıydı, silahsızdı ama aklına koymuştu; direniş vardı Tiananmen Meydanı’ndaki tanklara doğrultulmuş namlusunun ucunda; ve orada durdu: kontrol etmek için, manipüle etmek için, medyaydı onun güç-kölesi; dünyanın onu izlediğini biliyordu, Tiananmen Meydanı’ndaki güçlü tiranlığa karşı koymak gibi bir planı olduğunu biliyordu; kendinden geçmiş gençlik, özgürlük ile yıkanmıştı; demokrasiydi istedikleri; Tiananmen adamlarının bir planı vardı; medyayı manipüle et…. Tiananmen adamının harketi sibernetik-jestti.” Evet, önemli olan da buydu. Tiananmen’de olan bitenin bir anlamı olmasının tek sebebi, dünyanın o adamları izliyor/izleyecek/izlemiş olmasıydı. Amaç değildi önemli olan, sibernetik’in insanoğlunu nasıl etkilediğiydi. Ve işte sırf bu farklı bakış açısı yüzünden bile bir başyapıt olabilecek “The Tiananmen Men,” olağanüstü gitarları ve harika solosu ile, The Politics of Ecstasy gibi tarihin en iyi albümlerinden birinin, en iyi yanlarından birini oluşturuyordu. Başyapıt! “Precognition,” Jeff Loomis’in eline bir akustik, bir de elektrik gitar alması; her ikisine de bolca Latin sosu katması; ve bunu albümün en dikkat gerektiren iki şarkısı arasında yapmasından ibaret, albümün ikinci molasıydı. İlkinden daha dikkat çekici olması ise ruhunda gizleniyordu. 21 Nisan 1947, yani LSD’nin bulunuş tarihi anlamına gelmesi muhtemel başlığı; kısacık LSD-inspired sözleri ve tek kelimeyle psikopat bestesi ile The Politics of Ecstasy’nin bile en teknik, en melodik ve en hasta ruhlu şarkısı “42147” sırada geliyordu. “Reddedişimde can çekişiyorum, mantığım parçalanıyor, zihnimde bu samimi yolculuğa çıkıyorum; gündüz gördüğüm akışkan rüyalarım gibi düşüncelerim ılık kafa karışıklığımın sahillerini ıslatıyorlar; bu güzel düzensizlikle varoluyorum; başka bir dünya, bu bir geçiş miydi?; ve yavaşça dönüyorum bildiğime, sürekli bir değişimde spiraller çiziyorum; ne yarattım ben?; deney bitti.” Eğer Jeff Loomis bu şarkıyı LSD etkisi altındayken yapmadıysa, onun o normalden bin kat fazla beyin kıvrımlarının heykeli yapılmalı diye inanıyorum. Dört dakika elli sekiz saniyeye sığdırılmış ultra-teknik riffler, inanılmaz melodik sololar. 01:36-01:52 arasındaki solonun altındaki ritm bölümü ile ne gibi bir alakası var da, kulağa bu kadar oturmuş gelebiliyor anlamıyorum. 02:13’te başlayan riff, nasıl olup da 02:31’deki amorf şeye dönüşebiliyor, oradan birlikte nasıl geçebiliyor 02:39’daki manyaklığa çözemiyorum. Bu şarkının nasıl olup da 03:18’deki soloyu içerebildiğine kafa bile yoramıyorum. Ve yine tahayyül edemiyorum 04:26’daki arpejin bu şarkı yapısına nasıl uyum sağlayabildiğini. Saygıyla önünde eğiliyorum. Başyapıt! Şu ana kadar ne saydıysak, ne okuduysak, ne dinlediysek, 16:01 içinde özetlemeye ne dersiniz? Nevermore, buna da üşenmemiş, albümü, albümün en iyi şarkısı ile kapatmaya karar vermiş: “The Learning.” Sonda söyleyeceğimi başta belirteyim: Başyapıtların, başyapıtı! Albümün en iyi şarkısı. Tüm metal tarihinin en iyi şarkılarından biri. 00:00-02:24 arasında sakin sakin, yumuşak yumuşak devam eden arpejler önce 02:39’daki endüstriyel-thrash metal riffine mükemmel bir geçiş yapıyorlar. 03:23’teki akıl-üstü gitar riffi ile kafalar karışmaya devam ediyor. Ama asıl numara 05:01’de ortaya çıkıyor, Dane şüpheyle uyarıyor: “Ve insan ile makine bir olduğunda, masumiyet kayboluyor, yeni bir çağ başlıyor.” Jeff Loomis o anda başlattığı riff saldırısına 05:40 itibariyle nereden çıktığı belli olmayan solo ile devam ediyor etmesine ama o 06:01’deki riff nedir öyle ya? Gerçekten soruyorum nedir yani? Bir insanoğlu nasıl olup da öyle bir riffi bulabilir? Hadi bir mucize oldu buldu diyelim, o riffi aynı bırakıp üzerine nasıl olur da 06:22’deki soloyu atabilir? Peki tam her şey bitti derken, yine nasıl olur da 08: 37’de o melodi duyulur? Nasıl olur? Sonrasında ne bekleyebilir ki insan? 14:37’ye kadarki sessizlik, gerçekten de tam da öyle bozulmalıdır aslında! Böyle öngürüldüyse zaten boynumuz kıldan incedir ama bence The Politics of Ecstasy tam da böyle bitmelidir! “The Learning” o kadar iyi bir şarkıdır ki üzerine bir şeyler yazmak da işte böyle saçmalattırır insana. Henüz sözlerden bahsetmediğimin de farkındayım aslında. İnsan ile makinenin kombinasyonunun ufak bir distopyasıdır Warrel Dane’in aklından geçenler. “Düşünüyorum öyleyse varım, yaşarım ve merak ederim, duygularımı paylaşmaya programlanmışım, ve hiç din görmüyorum.” İşte aynen böyle der düşünebilen makine. Ve Dane’in aklına şu soru gelir: “Eğer bir insanla bir bilgisayarı dil açısından birbirinden ayıramıyorsan, bir bilgisayar kendiliğinden bilinçli olabilir mi?” Algoritmik insan beyni, Nevermore’un distopyasında, bu müziğin üzerinde o kadar şık durur ki, insan düşünmeden edemez, bu albümün de bir algoritması olup olmadığını. Ancak yanıt bellidir. Yalnızca bir ‘insan’ tekniği, melodi ile bu ölçüde birleştirebilecektir veya yalnızca bir insan gerçek ‘müzik’ yapabilecektir. Nevermore, bu insanlardan oluşur. Gerçek müzisyenlerden meydana gelir. Ve kendilerine yine bu sebepten inanılamayacak kadar iyi müzik yaparlar.

Bu argüman, yalnızca üç yıl sonra, bir başka müzik tarihi başyapıtı ile onaylanacaktır. Ancak şimdilik yapılacak en iyi şey The Politics of Ecstasy’yi tekrar ve tekrar, sil baştan dinlemektir. Ne de olsa, o bir: BAŞYAPIT!