Metal müzik, 1980’lerdeki çiğliğinden de, 1990’lardaki gelişiminden ve çeşitlenmesinden de, 2000’lerin başındaki popülerleşmesinden de farklı bir noktada bugün… 25 yılı deviren bir grubun, tüm bu yapısal değişikliklerden etkilenmeyip hala ilk günküyle aynı müziği yapmasını bekleyen muhafazakar kafalardan olamayacağım. Hayatta veya hayatın herhangi bir alanında belirli bir şeyi takıntı hale getirmenin ve onun sürekli-tekrarından hoşlanmanın, yalnızca statükoyu yeniden-üreten bir ideoloji değil, aynı zamanda ciddi bir akıl hastalığı olduğunu düşünüyorum.
Son beş yıldır her Opeth albüm kritiğinde olduğu gibi, bu kritiğe de “geçmişle hesaplaşma” klişesi ile başlayıp anti-Opeth popülerliğine bir yerlerden bulaşarak, eleştirdiği şeyin pençesine düşen adamlardan biri haline geldiğimin de farkındayım. Gelin görün ki, bu kez müzik dünyasının üretici aktörlerinden biri olarak Opeth’in değişimini değil, değiştiği yönün yörüngesizliğini ön plana çıkartmak niyetinde olduğumdan böyle bir girizgaha ihtiyaç duydum. Bunu da belirtmeden geçemeyeceğim…
Sorceress‘ı dinlediğim ilk andan bu yana aklımda hep aynı şey var: Mikael Åkerfeldt, Quentin Tarantino olmuş!…
Tarantino filmlerini izleyen herkes bilir; amaç, birbiri ile bir noktada kesişecek sürprizli ve heyecanlı birkaç hikayeyi, yönetmenin büyürken izlediği eski filmlere referansla aktarmaktır. Zamanının çok gerisinden çekim tekniklerini, kült filmlerin kült sahnelerinin birebir kopyalarını, müziklerini, hatta repliklerini kendi filmlerine ekler Tarantino. Eğer bu referanslarla bir alakanız yoksa, ya hiçbir şey anlamadan ya da “ne yapmış bu herif burada ya?” diyerek bitirirsiniz filmi.
Her bir Tarantino eseri, sinema tarihinde bir gezintidir adeta…
Öyle sanıyorum ki Åkerfeldt, Sorceress ile bizi progressive rock dünyasında Tarantino-vari bir gezintiye çıkarmak amacıyla işe koyulmuş. Şarkı isimlerinden aralara serpiştirilen melodilere, sessiz introlardan hammond orglu dur-kalklara kadar hemen her şeye büyük bir retro hava katmış. Önceleri sevdiği gruplara (kült grup Comus’tan My Arms Your Hearse ve “The Baying of the Hounds” kalıplarını almak gibi) küçük göndermeler yapmayı yeterli bulan kahramanımız, bu kez işi bir kolaj çalışmasına dönüştürmüş. Jean Baudrillard’ın tanımıyla, hiçbir şeyin bir öze sahip olmadığı, tam aksine var olan her şeyin bir başka şeye gönderme (ya da tribute) yaptığı post-modern hayata, progresif çerçeveden bir bakış atmış.
Sorun şu ki, bence bu Tarantino-esque post-modern icraat, biraz havada kalmış.
[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=LhqijfqecvA[/embedyt]
Wishbone Ash grubunun, basçı Martin Turner’ın klasik yürüyüşleri ile ünlenmiş, hüzünlü şarkısı ile aynı adı taşıyan ve Yunan mitolojisinde bahar tanrıçası olan “Persephone”un yumuşacık akustik gitar dokunuşları ve enfes melodisi ile açılan albüm, neredeyse bir Black Sabbath tribute’u olan “Sorceress” ile devam ettirilmiş. Martin Axenrot’un fusion davul partisyonunun, basit ama son derece “heavy” bir riffle birleştirilmesi, oldukça çekici bir hava yaratmış. Şarkı sözlerinin baştan savmalığı – tüm albümde olduğu gibi – bir hayal kırıklığı yaratsa da şarkı, eşlik edilmesi çok zevkli bir biçimde düzenlenmiş. “The Wilde Flowers”, ünlü Caravan grubunun orijinal ismini taşımasına rağmen, söz konusu grup ile pek alakası olmayan ve Opeth’in Deliverance mirasına göz kırpan bir besteye ev sahipliği yapmış. Fredrik Åkesson’un yaratıcı soloları şarkıya tam bir 70’ler prog havası katmış. Ancak şarkı, 03:45 itibariyle anlamsız bir yavaşlama, 05:55 itibariyle ise anlamsız bir hızlanma – hatta ska-punklaşma – ibaresi göstermiş. Sanki, her şeyden biraz almak istediğiniz bir açık büfe tabağa benzemiş. Bir albümün başına gelebilecek en kötü şeylerden biri olan “ne istediğini bilmeme” hissiyatı, ne yazık ki daha üçüncü şarkıdan itibaren fazlaca ön plana çıkmış. Sıradaki “Will O the Wisp” ile tabak daha da çeşitlenmiş. Pale Communion‘ın “Moon Above, Sun Below”unun belli bölümlerinde açığa çıkan Ian Anderson-laşma mevzusu, “Will O the Wisp”te nirvanaya ulaşmış. Åkerfeldt, adeta bir Jethro Tull balladı yazmış, çalmış, söylemiş ve gitmiş… Şarkının enfesliği, bu benzetmeler içinde sanki biraz gözden kaybolur hale gelmiş.
Ama Åkerfeldt burada da durmamış… Jethro Tull’dan çıkıp grubun plak firmasına gitmeye karar vermiş!…
Jethro Tull, Procol Harum, Ramones gibi ünlü grupların dünya sahnesine çıkmadan önceki basamakları olan Chrysalis Records’ın ismine göndermeden bulunan “Chrysalis,” albümü yeniden heavy-prog klasmanına sokmuş. Blackwater Park‘tan fırlamışa benzeyen riffler ve davul atakları, 01:00 itibariyle hafif Dream Theater-laşma ve prog metal alemlerine akma kararı almış. Åkerfeldt’in sesini yırtarcasına söylediği kısımlar, şarkıya ve albüme “eski bir metal grubunun elinden çıkma” havalar katmış. 05:00’dan itibaren durulan şarkı, belki de albümün ev vasatı olan “Sorceress 2″ye geçiş için zemin hazırlamış ama Damnation‘da zirveye çıkan Opeth akustik klasiklerinin yanında inanılmaz sönük kalan ve yataktan henüz kalkan birinin fısıltıları edasında tekrarlanan sözlere sahip şarkı, ne yazık ki albümü “sıkıcı” bulan dinleyicilerin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramamış. İşin kötüsü, hemen ardından gelen “The Seventh Sojourn” ile bu yavaşlık adeta katmerlenmiş. Sanki bir Ömer Şerif filminin trailer’ını izliyormuşuz havası veren şarkı, çok kötü perküsyon kullanımı ve bir kez daha ortaya çıkan “ne yapıyor bunlar ya?” sorularıyla albüme zarar vermiş. Camel’ın hiçbir doğu enstrümanına yer vermeden insanı çöllere savuran Mirage‘ının veya Rajaz‘ının kötü bir taklidi olmuş. Bazı yerlerde karşılaştığım Myrath veya Orphaned Land benzetmelerine ise bir “metal mesafesinde” uzak kalmış.
İsmini doğrudan ünlü bir Cream şarkısından alan sekizinci sıradaki “Strange Brew”, 01:30’a kadar Still Life dönemi Opeth-introlarını andırırken, devreye giren akustik pasajlar ve hemen ardından gelen keyboard nağmeleri ile nihayet ilginç bir hal almış! Uzun müddet sonra “işte şimdi bir şeyler oluyor” dedirten an ise Åkerfeldt’in muazzam vokalleri ile girdiği “There is a void surrounding me / No sound, and in the black I cannot see” dizeleri olmuş. Albümün en iyi vokalleri, hemen ardından (biraz zorlama olsa da iyi) sololarla desteklenmiş. Tam her şey yolunda giderken bir başka yavaşlama dakikası işleri biraz bozar gibi olmuş ama şarkı orta tempoda da olsa ortalama üstü bir sonuca bağlanmış. Beatles-vari klavsen darbeleri ile açılan ve yine Beatles-vari korolar ile süslenmiş “A Fleeting Glance,” albümün en “ne istediğini bilmeyen” şarkılarından biri olmuş. Åkerfeldt’in solosu hemen hemen tüm Opeth albümlerinde duymaya alıştığımız trademark melodileri bir araya toplamış ama bu da şarkıyı toparlamaya yetmemiş. Neyse ki, onuncu sırada yer alan “Era” – bana kalırsa – albümün en iyi bestesi ile ortaya çıkıp, tüm albüme dair olumsuz fikirleri biraz da olsa pozitife çevirmeyi başarmış. Barok etkili muazzam bir piyano melodisi, çok fazla tekrarlanmasına rağmen Opeth mirasından gelen enfes bir riff ve yine Åkerfeldt’in muazzam vokalleri ile süslediği “the end of an era / one starts anew / you know the devil / he lives in you” dizeleri ile birleşerek, albümden en zevk aldığım kısımları oluşturmuş. Üstelik Fredrik Åkesson bu şarkıya öyle harika bir solo yazmış ki, albümün tepesindeki karlar ufukta gözükmeye başlamış… Ama bir de bakmışız ki, bu kez de doğrudan Jimi Hendrix’e selam çakan ismiyle, kısacık, “Persephone (Slight Return),” albümü sonlandırmış.
[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=Kfpnwk-DXrA[/embedyt]
Albümün limited edition’larına eklenen “The Ward” isimli şarkı, mükemmel bas yürüyüşü ve kulağa tanıdık gelse de (Jethro Tull’a yine yeniden selamlar, sevgiler, saygılar!) çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmeyen harika melodileri (ki bu şarkının ana melodisi, Watershed (2008) albümünün kapanış şarkısı “Derelict Herds”ün 05:40 dakikasında giren melodiye inanılmaz benziyor) ile bence albümün içinde yer almayı fazlaca hak etmiş. İkinci bonus “Spring MCMLXXIV”; referans aldığı tarih ile Åkerfeldt’in doğum tarihine (17 Nisan 1974), bu tarih ve sonda yer alan doğaçlaması ile ünlü California Jam’e (Nisan 1974) yaptığı göndermeye rağmen, o kadar da “kutsanması” gerekmeyen bir “jam” olmuş. “It should be fine, right?” diye soran Åkerfeldt, korkarım ki, “eh…” yanıtı ile yetinmek zorunda kalmış.
Buraya kadar yazdıklarımdan anlaşılmalı ki, Sorceress ne yazık ki beklediğim gibi bir albüm olamamış…
Şimdilik…
Şimdilik diyorum, çünkü önceden de başıma bolca geldiği gibi, bazı albümlerin belirli bir emeğe, uygun tarihe, uygun ruh haline vs. ihtiyacı oluyor ve söz konusu olan progressive rock ise bu noktalar daha da öne çıkıyor. Buna rağmen, albümle ilgili – zamanla değişeceğine pek ihtimal vermediğim – üç noktadan bahsetmem gerekiyor:
1- Birçok eski dinleyicinin aksine Opeth’in saptığı progressive rock yolu bende herhangi bir kötü ön yargı uyandırmıyor ve hatta bu yolda devam etmelerini istediğim bile söylenebilir. (Üstelik Opeth “sattıysa” bile tam olarak neyi nereye sattı gerçekten? Benim bilmediğim popüler bir progressive rock sahnesi mi var? Ortalık progressive rock gruplarından geçilmiyor ve bunların her biri de milyonlar mı satıyor?) Ama eğer bu olacaksa, her kalburüstü progressive rock grubunun sahip olması gereken bir şeyi Opeth’in bu halinde bulamadığımı belirtmem gerekiyor: İyi müzisyenlik. Åkerfeldt, Mendez ve hatta bir yere kadar Åkesson’un müzisyenlikleri bu müziği kaldırabilir belki ama ben hala Axenrot’un ve Svalberg’in “bu müzik için yeterli” müzisyenler olduklarına inanmıyorum. Özellikle Axenrot, ne yazık ki yaratıcılık anlamında bence müziğin hakkını hiç vermiyor ve artık yavaş yavaş kendini de tekrar etmeye başlamışa benziyor. Soen ile istediğini bulamamış Martin Lopez, anksiyeteyi atlattıysa, acaba geri mi döner dedirtiyor insana…
2- Müzisyenlik becerisi dışında – ve hatta onun çok daha ötesinde – öne çıkan bir başka sorun ise şarkı yazarlığı (songwriting) ile ilgili. Mikael Åkerfeldt’in bir müzik dehası olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Sorun şu ki, “hangi müziğin dehası?” sorusu hala cevap bekliyor. Opeth’in progressive death metal günleri, Åkerfeldt’in bulduğu muazzam metal-ik riffler ve melodiler ile mirasını sahiplendiği progressive rock’ın şarkı yapılarının (song-structure) enfes bir harmanını içeriyordu. Şimdi o riffler ve melodiler gitti… Progressive rock yapısı kaldı… Ama içerik, yani besteler, hala kimliğini arıyor galiba. Belki de Åkerfeldt, progressive rock bestelemek konusunda, death metal besteleri kadar yetenekli değildir? Ya da tüm gençliğini birlikte geçirdiği metal müzik kalıpları henüz zihnini terk etmemiştir? Veya Åkerfeldt’in bir progressive rock bestecisi olmak için hala zamana ihtiyacı vardır? Kim bilir? Belki de bize düşen biraz daha beklemek, Åkerfeldt’e biraz daha zaman tanımaktır…
3- Albüm hakkında okuduğum hemen her yorum – daha albümü ilk dinlemede benim de fark ettiğim ama iyi niyetle elimdeki kopyanın düşük kalitesine yorduğum – prodüksiyondan söz ediyordu. Amerikalılar buna “muddy” (çamurlu) diyorlar ama ben bu albümdeki prodüksiyonu sadece “boğuk” buluyorum. Albümün başından beri bahsi geçen “retro,” “post-modern,” “Tarantino” referansları, 2016 yılında kaydedilen bir albümü 1970’lerdeymiş gibi kaydetme isteği konusunda herhalde bizi şaşırtmıyor. Gelin görün ki, buradaki çabanın – hem de Deep Purple’ların, Black Sabbath’ların, Judas Priest’lerin en iyi albümlerini kaydettiği yer olarak ünlenmiş Galler’deki Rockfield Stüdyosunda gösterilen çabanın – sonucunun sadece bir “-miş gibi yapmak,” hatta bunu da yapamamak olması, gerçekten bana çok tuhaf geliyor. Binlerce doların havada uçuştuğu, en iyi prodüktörlerin elini değdirdiği, analog-dijital her türlü kaydın en iyisinin yapılabileceği bir imkanın adeta çöpe gitmiş olması gerçekten çok üzücü…
Sorceress bana – en azından şu anda – dinlemesi pek de zevk vermeyen iyi niyetli bir albüm gibi geliyor. İyi şarkılardan ziyade iyi pasajlar içeren; kimi yerde çok parlak fikirler barındırsa da genel perspektifte bir bütünlük hissi veremeyen bir albüm gibi tınlıyor. İçindeki “progress” konusunda çok emin olamadığım, aksine geçmişe bu kadar referansla, hem kendini hem de başkalarını ‘kopyalamak’la, olsa olsa bir tür “regress”, bir tür nostalji içeren bir statüko albümüne benziyor.
Tarantino’nun bir daha ve bir daha izlenmek istenen filmlerinin aksine, Åkerfeldt’in Sorceress‘i hala yeni Opeth’in masterpiece’ini beklettiriyor…