sanctuary – the year the sun died (2014)

Autopoiesis.

İlk olarak Şilili iki biyolog, Humberto Maturana ve Francisco Varela tarafından tanımlanan bu kavram, biyolojik sistemlerin kendi kendilerini yeniden-üretebilme kabiliyetlerini anlatmak için kullanılıyor. Kavramı sosyolojiye aktaran kişi Talcott Parsons’ın öğrencisi Niklas Luhmann. Buna göre autopoietik bir sistem, kendisini meydana getiren aktörlerin, bizzat kendilerine-referansla o sistemi yeniden üretebildiği bir kapalı ortamı anlatıyor. Bir hukuk kuralları-seti içinden, kendileriyle uyumlu bir başka hukuk kuralı türüyor – yasaların nasıl çıkacağına dair yasalar yazılıyor. Ekonomiyi ayakta tutan para, yine ekonominin içinden çıkıyor. Bir bilimsel paradigma kendisine bağımlı kuralları üretiyor. Vs… Kurucu aktörler arasındaki ‘iletişim,’ sistemdeki ‘kurucu anlam’a atıfla işliyor ve aynı zamanda bu anlamı (yeniden-)üretiyor. Herkes ve her şey birbirine bağlı biçimde doğuyor-gelişiyor.

1985’te Seattle’da kurulan ve çevresindeki yoğun grunge etkisinden uzakta, kendi içinde kapalı bir thrash-power metal sisteminde yaşayan Sanctuary, Refuge Denied (1987) ve Into the Mirror Black (1989) albümleriyle içinden doğduğu thrash-power metal sahnesini yeniden-üretmeyi başarmış; zamanında Dave Mustaine’i kendilerine prodüktörlük yapmaya heveslendirecek kadar etkilemiş, dönemin anti-metal ruhuna karşı başarıyla kafa tutabilmiş ve bu tavrından ödün vermemiş autopoietik bir makineydi adeta. Bugün de, içinden geçtiği Nevermore evrimine rağmen söz konusu thrash-power ruhunu hala koruyabilmesi ve küllerinden yeniden doğmayı başarmış olmasıyla, müzik sosyolojisinde esaslı bir inceleme konusu olmaya doğru gidiyor.

Ya da en azından böyle olması gerekiyor…

Nevermore’un dağılması kişisel tarihim açısından ciddi bir köşe taşı oldu. O günden bu yana çıkmasını heyecanla beklediğim bir ‘metal’ albümü kalmadı. Hala metal dinledim, hala çok sayıda albümden etkilendim ve hala içimdeki küçük headbanger’ı canlı tutmayı başardım ama daha ortada hiçbir şey yokken beni varlığıyla heyecanlandıran hayranlık nesnemden, Nevermore’umdan mahrum kaldım. Sanki bunun tek sorumlusu oymuş gibi Warrel Dane’i de bu nedenle çok suçladım. Daha Nevermore dağılmadan önce, ilkin solo albümüne, sonra da yeniden-birleşen Sanctuary’ye zaman ayırmasına içerledim. Jeff Loomis gitmişken, “Nevermore devam edecek” açıklaması yapmasıyla birlikte, ona yönelik kişisel hayranlığımı kaybettim. Sanctuary’nin yıllardır beklenen dönüş albümünü bile bu nedenle hemen dinlemedim. Sanki Warrel ile aramıza giren mesafeyi kapatmaya hiç istekli değildim. Beni aldatmış bir sevgili gibiydi Warrel. Onunla aramdaki bağı kopartmayı çok denedim.

Gelin görün ki, yapamadım…

Elbette yapamayacaktım…

The Year the Sun Died Ekim 2014’te piyasaya çıktı çıkmasına ama sızıntısına kulak vermem – bilhassa albümü dinlememeye çalışmama rağmen – Ağustos ayında gerçekleşti. İlk başta gerçekten de hiç etkilenmedim. Biraz daha karanlık atmosferli, biraz daha doom-vari, biraz daha az gitar oyunlu bir Praises to the War Machine dinliyor gibiydim. Albümün ilk beş şarkısı arasından sadece “I Am Low”da erken dönem Nevermore esintileri duydum ve dahası albümü Into the Mirror Black‘e benzeten yorumlara da hiç katılmadım. Beklentilerim o kadar düşük seviyedeydi ki, albümü beğenmemiş olma durumum bende garip bir sevinç bile yaratmıştı. Bir ya da iki kez daha albüme şans verdikten sonra kaldırıp bir kenara attım.

Gel zaman git zaman, Warrel’ın sesi beni çağırmış olacak ki, albüme geri döndüm. İlk beş şarkı hakkındaki görüşlerim çok değişmedi ama arada bazı şarkılar veya bazı şarkıların bazı bölümleri ciddi ciddi hoşuma gitmeye başladı. Sonradan fark ettim ki, albümdeki müzik beni kendine çekemeyecek kadar monoton olmasına rağmen, beğenimi yükselten şey, sırf onun uğruna albüme burun kıvırmama neden olan Warrel’dı. Warrel ve onun – lanet olasıca – sesi! The Year the Sun Died içindeki vasat müziğin hiç de hakkı olmayan şekilde, tek kelimeyle olağanüstü bir vokal performansı içeriyordu. Warrel Dane, yaşayan en iyi metal vokalistlerinden biri (belki de en iyisi) olduğunu bir kez daha dosta-(yeni)düşmana kanıtlıyordu sanki… Yazdığı sözlerin her bir kelimesini derinlemesine hissettiren vokal oyunları, muhteşem ses aralığı ve neredeyse teatral bir düzeye ulaşmış yorumuyla tüm albüme capcanlı bir ruh katıyordu.

“I Am Low” ile öncesindeki dört kısır şarkıyı bir nebze olsun unutturan albüm, altıncı sıradaki “Frozen” ile Warrel’a dair tüm olumlulukları açıkça gözler önüne serme başarısıyla albümün iyi şarkılardan biri oluyordu.  Benzer şeyler sekizinci sıradaki “The World Is Wired” için de geçerliydi ve Dane, Dreaming Neon Black‘te sıkça yaptığı üst üste bindirilmiş alçak-yüksek vokal oyunları ve şiir okuma sesine benzer teatral eklemeleriyle gerçekten enfes bir performans gösteriyordu. Albümün tümüne yayılan ortalama-altı gitar soloları çıkarılsa, “The World Is Wired” gayet iyi bir Nevermore şarkısı olabilir gibi gözüküyordu (hem kurucu Sanctuary gitaristi Lenney Rutledge hem de yeni eklenen Brad Hull – ister istemez Loomis ile karşılaştırıldıklarından – albümdeki en kötü müzisyenler olarak göze batıyorlar). Albüm çok tekrarlı riffleriyle yine sıkmaya başladığında bile (örn. “The Dying Age”), Dane bir şekilde – “exterminate, exterminate, exterminate” dizelerindeki olağanüstü vokaller gibi – durumu kurtarıyordu. Ve üstelik albümün kapanışını yapan isim şarkısı, vokal başarısını bir üst basamağa çıkarmakla yetinmiyor, bu defa armonik gitarları ve bestesiyle de ağızda harika bir tat bırakarak albümü kapatıyordu. “What if there is nothing more? What if there is only empiteness? What if there is nothing more beyond the code of deliverance? What if we’ve all been betrayed? The code of deliverance leads us closer… closer to the end” dizelerindeki vokal performansı ve bu dizelerin altına yerleştirmiş mükemmel gitar leadleri, bana ‘bu şarkı Nevermore’un olmalıydı’ dedirten ilk ve tek anı yaşatıyorlardı.

Söz konusu kıskançlığım “The Year the Sun Died”ı hala en çok dinlediğim şarkılardan biri yapıyor belki ama yine de itiraf etmeliyim ki, burada bile bir şeyler eksik geliyor bana… Ama gitarlar ama prodüksiyon ama besteler… Bilemiyorum. Bildiğim şey, bu vokali çok çok çok sevmeme rağmen, ve hatta Warrel bu performansla ‘abi daha ne yapsın?’ dedirtmesine rağmen, onu Loomis’siz duymak istemediğim… Evet, bu albümün doom-heavy havası bana zaten hitap etmiyor. Evet, bu tip şarkıları seven insanlar da olabilir. Ama esas mesele, Sanctuary’nin – Dane’in içinde yer aldığı müzikal bir oluşumun belki de ilk defa – artık o autopoietik özelliğini yitirmiş olması, sıradanlığı, ve sıradanlığı nedeniyle de çürümesini engelleyemeyecek olması sanırım. İsterim ki Nevermore yeniden birleşsin. İsterim ki “The Year the Sun Died” gibi şarkılar Loomis’in hünerli elleriyle buluşsun. İsterim ki bu dağılma anı, kısa ve kötü bir şaka olsun… Bu vokali yeniden duyabilmek bile güzel ama geçmişe ihanet edip, elde bu kadar olağanüstü ürün varken, Sanctuary’yi boşuna baş tacı etmenin bir anlamı yok sanırım.