7 Haziran 2015 seçimlerinin üzerinden bugün itibariyle on yedi gün, iki farklı duygu yoğunluğu, bir Baykal müdahalesi, bir milletvekilliği mazbata alım töreni ve sayısız koalisyon haberi/söylentisi geçti. Bir önceki yazımda [1] öne çıkartmaya çalıştığım, “bu seçimin tek fark yaratabilecek göstergesi” olan HDP’nin parti olarak %10’luk seçim barajını geçip geçemeyeceği sorusu, en geniş aralıkta tahmin yapanları bile şaşırtacak biçimde %13 ile cevabına kavuştu. HDP, seçim söylemindeki kimlik-siyaseti dozajını azaltmasının ve Türkiye genelindeki ‘diktatörlük korkusunun’ yarattığı dördüncü bir partiye ihtiyaç olduğu söyleminin verdiği büyük atılımla, İzmir gibi bir büyükşehirde bile %10’luk seçmen desteğini sağlayıp esas ‘yaşam alanı’ olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden önceki seçimlerde AKP’ye giden milletvekili kontenjanlarını da toplayarak, AKP’nin tek başına iktidar olmasını sağlayacak sayısal çoğunluğa ulaşamamasına neden oldu.
Seçimin ‘reklamlar’ departmanındaki açık ara galibi CHP, kendi seçmen tabanındaki oy oranını sağlama almış olsa da özellikle CHP’ye oy veren ailelerin bir sonraki jenerasyonundan HDP’ye doğru yönelen sempatiye ve oy akışına engel olamayıp, 2011 seçimlerindeki performansını tekrarlamakla yetindi. HDP’nin dozajı hayli azaltılmış kimlik-siyasetini gerçekte tehdidi sabit kalan bir seçim hamlesi olarak algılayan ulusalcı-milliyetçi kesimin oyları ise seçimin milletvekili bazında olmasa da oy oranı bazındaki bir diğer galibi MHP’ye ve yoğunluğu artırılmış Türk-milliyetçiliği söylemine gitti. ‘Çözüm Süreci’ adı verilen dur-kalklı macera, öyle görülüyor ki CHP seçmeninin bir kısmına aktardığı olumlu havanın tam zıddını AKP’nin geleneksel merkez-sağ seçmeninde yarattı ve böylece MHP’ye giden oyların bir kısmının kaynağını eski AKP seçmeni oluşturdu. Gezi Olayı, 17-25 Aralık süreçleri, Başkanlık tartışmaları, “Paralel Yapı” söylemi altında gerçekleştirilen bürokratik değişiklikler, “İç Güvenlik Yasası,” Suriye İç Savaşı’na doğrudan katılım, IŞİD, Reyhanlı, Kobane gibi konularda izlenilen tutum vb. iç ve dış politika meseleleri ile birlikte AKP, yürütmenin başından ve ana akım medyadan aldığı olağanüstü propaganda desteğine rağmen, 2011 seçimlerinde toplamda aldığı 21,466,446 oyun – oy kullanan kişi sayısı 3,5 milyonun üzerinde artış göstermesine rağmen – 2015 yılında 18,347,747’ye düşmesine engel olamadı. [2] Bir başka deyişle, 2011’den bu yana geçen dört senenin muhasebesinde AKP’nin “kayıp hanesi,” “kazanç hanesi”ne göre çok daha baskın çıktı.
Şimdi gündemimiz, ortaya çıkan yeni meclis tablosundan nasıl bir politika-yürütücüsü (koalisyon) yükseleceği üzerine yoğunlaşmış vaziyette olsa da ben bu yazıda 2011-2015 arasında geçen bu dört senenin muhasebesini biraz derinleştirmek istiyorum. Gelecekle ilgili senaryoların bolca duygusal ve bolca çıkar-temelli [3] tahminleri yerine, geçmişin olası-geleceğe yöneltebileceği bir projeksiyon açıkçası çok daha fazla ilgimi çekiyor.
2011-2015 yılları arasında yukarıda da saydığım olayların odak noktasında, iktidardaki (en erken) sekizinci yılını dolduran AKP’nin olmasından daha doğal bir sonuç elbette beklenemezdi ve nitekim ele alınabilecek her bir olayın ya karar alıcısı ya da hedefi AKP ve AKP hareketiyle özdeşleştirilen kişi(ler) oldu. Çoğu gelişmiş demokratik sistemin reddettiği iki dönemden fazla iktidarda kalma ısrarının organik bir sonucu olarak, AKP hareketinin ‘tarihsel blok’u sürdürme hedefi ülke sınırlarının içinde ve dışında olan biten her şeyin bir “uzantısı/eki” (supplement) [4] olarak AKP’ye sorumluluk/aktörlük taşıdı. Ana algının bu şekilde gelişmesiyle ilgili hiçbir itirazım olmasa da burada hala AKP’nin “tikel varlığını” (particular entity) sorgulamanın faydalı olacağına inanıyorum. Aklıma ilk olarak, parti hareketinin kuruluş aşamasında ondan hiçbir desteğini esirgemeyen uluslararası finans çevreleri geliyor. AKP’nin “Orta Doğu’yu Demokratikleştirme” sürecindeki simgesel değerini Arap Baharı’ndan hemen sonra aniden kaybetmesi, ülke içinde gelişen “faiz lobisi” söylemleri ve ‘sıcak para’ akışının tamamen birkaç ülkeyle (Katar, Suudi Arabistan vb.) sınırlandırılması bir arada gözlemlendiğinde ortaya AKP’nin ‘tekliği’ni ilgilendiren çok sayıda soru işareti çıkıyor.
Benim bu konudan çok daha fazla ilgimi çeken mesele, bilhassa 2012 sonrasında medyatik bir hal alan ancak temelleri, bugün kendisi vazgeçmiş olsa da, AKP’nin “Kürt sorunu” söylemini dile getirdiği yıllara dayanan ‘Çözüm Süreci’nde AKP’nin kurucu ve yürütücü rolünü yalnız başına oynamış olduğu imasında yoğunlaşıyor. Oldukça tuhaf bir biçimde bu imayı sadece Türk milliyetçiliği kartını oynayan muhalefet değil, aynı anda Kürt tarafına ‘biz olmazsak süreç işlemez’ mesajını veren AKP de (kendi kendine) ortaya atıyor. 2015 seçim sonuçları gösteriyor ki, Çözüm Süreci hakkında oluşturulan bu söylem, içinde yer alan üç aktör (milliyetçiler, Kürt siyaseti ve AKP) içinde yalnızca AKP’nin aleyhine çalışıyor. Bir yandan MHP, Çözüm Süreci’nin anti-tezini kuracağı iddiası ile seçim propagandasını şekillendirip bunda başarılı olurken; diğer yandan HDP, Çözüm Süreci’nin sonu gelmez tartışmalarının ve AKP’nin sözde-tekelindeki işleyişinin yetersizliğini kullanıyor. Her iki (zıt) bakış açısından da kaybeden, AKP ve AKP’nin “bu ülkede olan biten her şeyden sorumlu olduğu” iddiası oluyor.
Oysa, 2011-2015 seçimleri arasında birkaç temel üzerine kurulabilecek basit bir kıyaslama, AKP’nin 2011’den itibaren geliştirdiği politikaların örtük (latent) bir ögesi olarak “HDP’nin Türkiye siyasetinde kendini kısıtlı-konumlandırma stratejisi”ni öne çıkartıyor. Aşağıda hazırlamış olduğum tablo, 2011 Genel Seçimleri’nde toplam 17 ilde aday gösterdiği 36 bağımsız adayın tamamını seçtirmeyi başaran HDP’nin (o zamanki adıyla Barış ve Demokrasi Partisi’nin – BDP’nin), seçimlere parti olarak katıldığında yalnızca TBMM milletvekili sayıları dağılımında değil, dolaylı olarak AKP’nin aldığı toplam oy sayısında da ne kadar ciddi bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor.
Tablodan okunabileceği gibi, 2011 seçimlerinde aday gösterdiği tüm bağımsız adayları meclise sokan HDP, parti olarak seçime girdiğinde toplam milletvekili sayısını 36’dan 66’ya çıkartıyor. Ancak bundan çok daha önemlisi, 2011’de 36 milletvekilinin çıktığı bu 17 ilde toplam oy kullanıcı sayısı 2015 yılına kadar 1,168,350 artarken, HDP kendi oylarını 2,046,237 (~%97 oranında) artırıyor ve bununla birlikte AKP’nin oyları da 1,221,861 (~%20 oranında) azalıyor. Bu tablo, HDP’nin kimlik-siyasetinin yaşam alanının dışında kalan İstanbul, Adana ve Mersin büyükşehirleri çıkarıldığında çok daha dramatik bir hal alıyor: Buna göre, bu dört ili hesaplama dışında bırakırsak, HDP geri kalan 14 ildeki 5,015,018 oyun 2,760,329’unu alıyor (bir önceki seçime göre 1,187,487 daha fazla oy alıyor); AKP ise bir önceki seçime göre 569,142 oy kaybediyor. Bunun sonucunda, 2011 yılında bu illerden toplam 38 milletvekili çıkartan AKP, bu yıl 14 milletvekili ile yetinmek durumunda kalıyor (HDP için ise bu sayılar 2011’de 31, 2015’te 56).
Oy oranlarındaki bu dalgalanmalar elbette çok farklı nedenlerle açıklanabilir. İç politikadan bir örnek seçilecek olursa, bölge seçmeninin AKP’nin Çözüm Süreci’ndeki tavrına yönelik negatif tepkisi, partinin oylarındaki azalışı pekala açıklayabilir. Dış politikada ise IŞİD’in yarattığı korkunun bir yansıması olarak, devletin kendisine (bu minvalde AKP’ye) yönelik güvenlik kaygılarının artışı makul bir açıklama olarak algılanabilir. Ancak tüm bu açıklamalar, sadece 2011 ile 2015 arasında olan bitene dair bir veri ortaya koyar ve AKP’nin 2011 seçiminde bölgeden aldığı oyların açıklamasını yapmaz.
Bilhassa merak ettiğim, 2007-2011 seçim dönemleri arasındaki toplumsal, ekonomik, (iç-dış) siyasal olguların hangilerinin ‘mükemmel sayıda seçmeni’ (yani, partiye kimi bağımsız aday gösterdiyse milletvekili seçtirmeyi başartacak sayıda seçmeni) HDP’ye yönelttiği, hangilerinin ise geriye kalan seçmeni CHP’ye, MHP’ye veya başka bir partiye değil de özellikle AKP’ye yöneltmiş olduğu… 2007-2011 arasında ne olmuştu ki, HDP hareketi kendini bir parti olarak değil, bağımsız adaylar çerçevesinde mecliste temsil ettirebileceği kararına varmıştı, örneğin? Ya da illerinin 3 milletvekili kontenjanını sırasıyla 31,927 + 31,756 + 30,977 gibi olağanüstü başarılı bir istatistiki dağılımla HDP bağımsız milletvekillerine veren Hakkari seçmeninin 19,533’ü neden AKP’yi diğer alternatiflere tercih etmişti? Hakkari’nin bu kısıtlı sayıdaki milletvekili kontenjanının aksine, HDP neden Diyarbakır’ın toplamdaki 11 milletvekili kontenjanının (yine olağanüstü bir dağılımla: 78,220 + 71,231 + 69,292 + 66,119 + 65,138 + 61,232) yalnızca 6 tanesini almak istemiş; geriye kalan 5 milletvekilliği (ki tümü AKP’ye gitmiştir) ve yeter sayının çok üstündeki 231,018 adet oy için, ekstra 1 veya 2 bağımsız aday daha göstermekten kaçınmıştı? İstanbul, Adana ve Mersin hariç geri kalan 14 ilde 2015 yılında iki partinin aldıkları oylar arasındaki fark 1,760,121 ile HDP lehineyken, 2011 yılından önce yaşanan hangi gelişmeler veya hangi siyasal strateji bu farkın – yine HDP lehine olmakla birlikte – yalnızca 3,492’de kalmasını sağlamıştı? Rakamları tekrarlayacak olursam, 2007 ile 2015 yıllarını kapsayan bu sekiz yıllık dönemde, iki parti arasındaki oy dağılımı farkının 3,492’den 1,760,121’e çıkmasından söz ediyorum ve bu da tam %50,404’lük bir artışa tekabül ediyor! 2011’de bölgede bu iki parti seçmeni sayısı neredeyse aynıyken, bugün her bir AKP oyuna karşılık 2.7 HDP oyu geliyor.
Bu rakamların hepsi ayrı ayrı araştırılmayı, değerlendirilmeyi ve yeni birer strateji/söylem olarak ortaya konmayı bekliyor. Şimdilik yapabileceğim, gözleme dayalı, yorumlar ise şöyle: 2007-2011 arasındaki dönemde öne çıkan Ergenekon-Balyoz Davaları, Davos Olayı ve belki Cumhuriyet Yürüşleri dışında herhangi bir toplumsal olayın HDP ile ‘doğrudan’ ilgisini kurmak benim adıma ne kadar zorsa; bu olayların AKP seçmen kitlesini arttırdığını öne sürmek de bir o kadar kolay. 2011 sonrasındaki olaylara baktığımda ise bu tablonun neredeyse tam tersi ortaya çıkıyor. Öte yandan, HDP’nin seçim stratejisinin ve söyleminin ana hatlarını incelediğimde bu olaylara yapılan vurgulardan ziyade, eski düşmanların (CHP’nin ve MHP’nin) yerini bir eski dostun başına gelen felaketler (AKP ve 2011 sonrasında çıkan olayları ele alış biçimi) aldığını söyleyebiliyorum. Bir başka deyişle bugün HDP, seçmenlerine aslında 2011-2015 arasındaki olaylar hakkında neler yapabileceğine dair bir reçete sunmak yerine, AKP’nin bu olayları nasıl yanlış yönettiğine dair bir ‘eleştiri belgesi’ sunuyor. 2007-2011 arasındaki dönemi, ‘vaatler’ ve ‘kötünün iyisi olarak AKP’ söylemi üzerine kuran HDP, bu seçim öncesinde ciddi bir strateji değişikliğine gidiyor – belki de bu durum HDP’nin toplumsal tabanını neden Gezi Olayları sırasında örgütlü bir dahle yöneltmediğini de açıklıyor. Pozitif siyasetin yerini, negatif bir söylem alıyor. Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” [6] cümlesi bu negatif söylemin en etkili kullanılış biçimlerinden biri olarak öne çıkıyor ve “AKP’nin yanlışları” üzerine oynamak HDP’ye ciddi bir sempati/oy toplamışa benziyor. Ancak tam da bu nedenle, halihazırda içinde bulunduğumuz koalisyon alternatifleri/yapılandırılması döneminde HDP’nin masaya koyabildiği öneriler de sınırlı kalıyor. Altan Tan gibi sivri bir figürün sivri bir açıklaması dışında, HDP tam da 2015 seçim stratejisine uygun olarak şimdilik “bekle-ve-gör” taktiğini uyguluyor. Seçimin en vaatçi partisi CHP, sürekli yeni arayışlarla kamuoyunu ‘meşgul eder’ ve tümüyle negatif bir siyaset süren MHP her şeyin reddedicisi konumunu ‘korurken,’ [7] HDP aslında yine havayı kokluyor. Bu negatif-pragmatist siyaset, bana göre olası bir erken seçimde HDP’nin oyları üzerinde yine çok ciddi bir artışa yol açacaktır. Öte yandan, olası bir vaat veya koalisyon girişiminde, HDP’nin elindeki oyların yeni adresinin (doğudan oy çıkartma potansiyelini neredeyse kaybeden CHP ve tümüyle Türk milliyetçisi bir çizgiye kayan MHP birer alternatif olamayacağına göre) yine “eski dost” AKP olacağı da halihazırda yapılabilecek en kolay tahmin gibi gözüküyor.
Son olarak, HDP hareketinin 2007-2011 arasında bilinçli ya da bilinçsiz olarak uyguladığı bu ‘vaat’ ve ‘kötünün iyisi AKP’ stratejileri göz önüne alındığında, 2011-2015 AKP siyasetinin ve onun meşgul olduğu (Gezi Olayı, Kobane-Reyhanlı saldırıları, “İç Güvenlik Paketi,” son bir yıldaki ekonomik kriz, vb.) olayların ne kadarından kendine pay çıkartmak zorunda olduğu sorusu, aklımın bir köşesine takılmış duruyor…
Bu ülkede eski dostlar kolay düşman, eski düşmanlar da kolay dost oluyor…
Bana bu kadarı Machiavelli’yi bile şaşırtırdı gibi geliyor…
[1] “Suskunluk, Seçim Söylemleri ve Gezi,” 29 Nisan 2015.
[2] “2011 Genel Seçim Sonuçları,” Hürriyet, 25 Haziran 2011.
[3] Burada liberal siyaset teorisinin üzerine kurulduğu rasyonel-irrasyonel ayrımını/varsayımını reddederek, dışarıdan bir gözlemciye rasyonel gibi görünen kararların veya davranışların büyük bir çoğunluğunun duygusal kazançları içerebileceğini öne süren yarı-Spinozacı görüşü takip ediyorum.
[4] Buradaki “uzantı/ek” kavramını, her türlü ideolojinin altyapısını hazırlayan “hayaletimsi şey” anlamında, Slavoj Zizek’e atıfla kullanıyorum; bknz., Slavoj Zizek, “The Spectre of Ideology,” Mapping Ideology, S. Zizek (der.), Londra: Verso, 1994/2012, ss. 1-33.
[5] Tabloda kullanılan 2011 seçim sonuçları için bknz., “2011 Genel Seçim Sonuçları,” Hürriyet, 25 Haziran 2011; 2015 seçim sonuçları için bknz., “2015 Genel Seçim Sonuçları,” Yüksek Seçim Kurulu, 23 Haziran 2015. Bu tablonun hazırlanmasındaki yardımlarından ve katkılarından dolayı Abdulkerim Cidal’a çok teşekkür ederim.
[6] “Seni Başkan Yaptırmayacağız,” YouTube, 17 Mart 2015
[7] Yeri gelmişken, MHP’nin daha iki ay önce haysiyetiyle oynanan Meral Akşener’i Meclis Başkanlığı’na aday göstermeyi düşün(e)memesi ve diğer partilerden de bu konuda bir teklif dahi gelmemiş olması, Türkiye’de yapılan siyasetin ne kadar ‘uzlaşmaz’ ve ‘amnezik’ olduğunu anlatmak ve bu ülkede kadın olmanın zorluğunu hatırlamak açısından çok iyi bir örnek herhalde…