Bendeki de laf işte…
Hiç hesap vermek zorunda kalmamış bir nesil, senin kokuşmuş sorularını ne yapsın be adam?
—
Karl Marx’ın meta fetişizmini açıkladığı satırlarında yer alan ünlü “bilmiyorlar ama yine de yapıyorlar” [1] cümlesi, işçi sınıfının tüm toplumsal ilişki (Marx’a göre üst-yapı) araçları tarafından nasıl bulanık filtrelerle (camera obscura) hayata bakmak zorunda kaldığına ve üretim ilişkileri içindeki gerçek yerlerini ve güçlerini görmemeleri için bu toplumsal araçların nasıl işlediğine dair bir çıkarımdı.
Sonra rock star filozofumuz Slavoj Žižek geldi ve Marx’ın bu cümlesini, Lacancı bir perspektiften, “Je sais bien mais quand même” (“biliyorum da, ne olmuş yani?…” [2]) anlayışı ile birleştirdi ve ortaya şu sonuç çıktı: “Biliyorlar ama yine de yapıyorlar.” [3]
—
Pandemi günlerinde sokağa çıkmak zorunda kalmadıkça evinde kalan, çıkmak zorunda olduğu anların öncesini ve sonrasını büyük hijyen ritüelleri ile süsleyen, eve aldığı her şeyi önce balkonda bekletip sonra sabunlu sularla yıkayan, meyve-sebzeleri nasıl dezenfekte edeceğini hala tam olarak bilemediği için büyük bir kaygı duyan, hiçbir toplu taşım aracı kullanmayan, ev dışında bir saniye bile maskesiz kalmayan bir beşerim. Ve Mart ayından beri dışarıda maskesiz dolanan, maskesini dirseğine/bileğine dolayan ya da kulağında/başörtüsünde sallandıran, maskesiyle saçlarını toplayan, maskesini ya çenesinin altında ya çenesinin üstünde ya da sadece ağzında kullanan insanları gördükçe Marx mı, Žižek mi haklı diye soruyorum kendi kendime.
Her biri potansiyel birer katil, her biri açıkça “adam öldürmeye teşebbüsçü,” her biri birer biyolojik silah olan bu insanlara yönelik öfkemi bastırma yolunu, toplumsal teoride bulmaya çalışıyorum.
… Korkmayın, ünlü bir eski-suçlu gibi rüyamda Hegel falan görmüyorum…
Cidden bilmedikleri için mi takmıyorlar maskeyi, yoksa bilmelerine rağmen mi takmıyorlar diye soyutlamazsam hepsini; kendimi bir silaha dönüştüreceğimi, bileylenip bileylenip en sonunda çıkartacağım kavgadan büyük yaralarla ayrılacağımı, tüm maskesizlerden bir temiz dayak yiyerek döneceğimi biliyorum da ondan yapıyorum bunu.
Vurmayın, öldüm… Garip olduğumun – veya en azından maskesizlerle uğraşmak için garip bir yol seçtiğimin – ayırdındayım, lütfen merak etmeyin.
Gerçek hayatla baş edemeyen her homo faber gibi, bir homo ludens olmayı tercih ediyor, pandemi kaygılarımı artıran maskesizleri birer sanal oyuncağa dönüştürmeye çalışıyorum.
Daha doğrusu, birkaç gün öncesine kadar, çalışıyor-dum. Çünkü galiba bu soyut sorularımın yanıtını geçtiğimiz günlerde buldum. Ne Marx ne de Žižek yardım etti gerçi bir sonuca varmamda bana ama ikisine de şükran borcum vardı – belki de bu yazıyla ödüyorum.
Oyunumu bitirenin – en azından başlangıç noktamın – yine Friedrich Nietzsche olmasına, sahiden, niçin şaşırıyorum?
—
Şen Bilim’de [1882] ilk defa ilan etmişti Nietzsche Tanrı’nın öldüğünü; sonra, Zerdüşt’te geldi bu ölümün açıklaması. Popüler kültürümsünün en fazla harap ettiği figürlerden biri olan Nietzsche değildi Tanrı’yı öldüren, insanlardı. Zaten onun “Tanrı” dediği de, günlük dilde kullandığınız şey değildi ama t-shirt arkalarında falan öyleymiş gibi yapıldı…
Antik Yunan’dan on dokuzuncu yüzyıla kadar, tüm idealist-Aydınlanmacı düsturun içine düştüğü çöküşün bir sonucuydu aslında Nietzsche’nin sözünü ettiği ölüm. Kendi bedenlerinden, kendi hazlarından, kendi doğalarından uzaklaşan ve bütün varoluşu bir fikre, bir ideale indirgeyen insan-cık-lardı Tanrı’nın katilleri.
“Bir defasında şöyle demişti şeytan bana: ‘Tanrı’nın da var kendi cehennemi: İnsanlara duyduğu sevgi.’
Ve geçenlerde şöyle dediğini işittim şeytanın: ‘Tanrı öldü; insanlara duyduğu merhamet yüzünden öldü Tanrı.’” [4]
Bir tanrıtanımaz olan Nietzsche, gerçekte ve hiç de paradoksal olmayan bir şekilde, ağıt yakıyordu Tanrı’nın ölümünün ardından. Çünkü ona göre Tanrı’nın (da) ölümüyle, bitmişti artık tüm anlatılar. Onun ölümü ile son çivisi de çakılmıştı “hakikatin.” Platon’dan Kant’a, Augustinus’tan Hegel’e kadar üzerinden silindir ile geçilen “hakikat” – yeri “idealler,” “hayaller,” “imgeler,” “hayaletler” ve “tanrılar” ile doldurulan “hakikat” – artık tanınmaz hale gelmişti.
Yanlış anlamayın, Nietzsche’nin ölen Tanrı’sı, sizin Tanrı’nız, kutsalınız, İslam’ın, Hıristiyanlığın, vb. dinlerin Tanrı’sı değildi.
Aksine, hepinizin, her birimizin, kendi kutsalıydı ölen Tanrı’nın arkasından doğan.
Herkesin ortak Tanrı’sı ve ortak hakikati ölmüş, parçalara ayrılmıştı… Geride her bir bireye ait, her bir bireyin sahiplendiği, her birine “özel” birer “Tanrı” ve birer “hakikat” kalmıştı.
Hakikatin parçalara ayrılışı ve her bir insana özel hale gelişini anlatmaya çalışıyordu Nietzsche’nin “Tanrı öldü” metaforu. İnsanları birbirine bağlayabilecek herhangi bir anlatının, herhangi bir ortak hikayenin, herhangi bir müşterek kutsalın, herhangi bir paylaşılan nesnenin, herhangi bir iletişim kanalının, hatta herhangi bir dilin, kalmamasıydı açıkladığı.
Fragmanlara ayrılmış bir hakikatten söz ediyordu Nietzsche ve tıpkı kırılan bir vazo gibi, parçalarına ayrılmış bir hakikatin de bir daha asla gerisin geri birleştirilemeyeceğini öngörüyordu.
Decadence diyordu o buna: çöküş.
—
Ne komik, şimdi post-truth diyor insanlar buna… “Hakikat-sonrası” çağa geçmişiz falan. Trump’ın başkan seçilmesiyle falan olmuş diyorlar…
Güldürüyorlar.
—
Hakikatin-bir-sonrası kaldı mı gerçekten bize?
Nietzsche tam da bundan bahsediyor işte. Diyor ki, siz idealciler, siz Platonikler, siz Hegelci zamanı-ruha-çevirme makineleri, siz Kantçı kategorik imperatifçiler… Siz neden oldunuz buna. İnsanı bedeninden, hazlarından, maddeden ve doğadan ayırdınız; onun aklını/fikrini/ruhunu idealize ettiniz, bu dünyadan ayırıp öte dünyalara yerleştirdiniz. Siz böyle yaptıkça, bedeninden, doğasından, duyularından ve maddi olanın gücünden onu bastırarak kaçmaya, yükselmeye çalışan, küçük-yüceler, principium individuationis’ler [5] ortaya çıkmasına neden oldunuz.
Siz “gizle” dedikçe, siz her bir kavrama “ruh çağırma seansları” düzenledikçe daha çok bastırılan doğa da elbet bir gün geri gelecekti işte.
Bedeni bastıran ruha karşı, bedenin içindeki asırlık uykusunda uyuyan Auschwitz’i hortlattınız/hortlatacaksınız.
Siz “ideal/evrensel ahlaktan” söz ettikçe, siz öte dünyalardan bahsettikçe, siz iyiden ve kötüden dem vurdukça, bu dünyadaki hakikatin değerini bitirdiniz. Bitirilen dünya değerleri çöktükçe (decadence), karşısındakinin bedenini kazanlarda kaynatan, ondan sabun yapan, bir kurşunla kaç tane insanı aynı anda öldürürse “harcanacak kurşundan kâr edeceğini hesaplayan” bireyi yarattınız.
Bugünün İnsan dediğinizin ne ruhu var ne bedeni.
Ne ruha duyarlı ne bedene.
Varsa yoksa kendi ruhu, kendi bedeni…
“Hakikat” olmadıkça, her yer küçük hakikatçikler ile dolu artık. On dokuzuncu yüzyılda bir büyük hakikatin peşinde koşuyordu soytarılar; o yine iyiymiş, bugün istisnasız herkes kendi hakikatini yaratıyor ve bunda da hiçbir beis görmüyor. Herkesin, herhangi bir konu hakkında, “ifade özgürlüğü” kotası var. Arthur Schopenhauer, “hakikat, kendisini arzu eden herkesin boynuna atlayan bir fahişe değildir” [6] diyordu ya dönemdaşı sofistleri zehir zemberek payladığı Önsözde; işte bugün herkes o fahişeyi arıyor – aradığı yetmiyor, bulduğuna da inanıyor. Herkes özel, eşsiz birer kar tanesi. Herkesin söyleyecek bir sözü, herkesin verecek bir oyu var artık. Herkesin sesi çıkıyor bugün. Hiç kimse sırasını beklemiyor. Hiç kimsenin, arkasında sıraya geçeceği bir kutsalı yok bugün. Bugün kutsal dediklerinin de arkasından terlik fırlatıyorlar zaten yarın.
Araya kaynamaya çalışan bireylerin dünyası burası.
Tarihi geçmiş bebek maması satanların, kalp durduran zayıflama ilacı reklamı yapanların, tekerlekli sandalye çalanların, doksan yaşındaki insanları dolandıranların, kaçak içki üretenlerin, emniyet kemerini koltuğa bağlayanların, kedi-köpek bacağı kesenlerin, kadınları doğrayıp valizlere pay edenlerin, cenin plazmasından yüz kremi yapanların, dünyada kalan son leoparın derisinden mont tasarlayanların, iki bin yıllık çınar ağacının gövdesinden yapılma mobilyalarda oturanların, orman yakanların, ateşkes sonrasında bile sivil öldürenlerin, depremde yıkılan evleri soyanların, spor olsun diye avcılık yapanların, emniyet şeridinde tır sürenlerin, ambulans arkasına takılanların, milyonlarca insanın üzerine nükleer bomba atanların dünyası burası.
Bencillik falan değil bunların hiçbiri – hiç hiç hiç Hobbes’u yardımınıza çağırıp da adamın materyalizminden faydalanmaya çalışmayın. Düpedüz tanrıcılık bu oyunun adı ve bir parçasısınız siz de bu oyunun.
Bu yaptıklarını meşru kılacak onlarca açıklaması olabilir bu dünyanın insanlarının.
Bir “sarı mikrofon” yeter hepsine, tüm açıklamalar ve gerekçeler için.
Açıklayacakları şeylere bir de “hakikat-sonrası” falan diyerek yüceltmeyin onları.
Ne hakikati, ne sonrası? İçinde yaşadığımız dünya, olsa olsa “pre-truth”un [7], hakikat-öncesinin dünyası. Her biri, kendi gözlerinde, birer Tanrı olan bireylerin dünyası.
Şimdi siz, lütfen yanıtlayınız, kendisi Tanrı olan bir adama hangi maskeyi, nasıl anlatabilirsiniz? Hangi açıklamasına, hangi gerekçesine “yanlış” diyebilirsiniz? Hadi dediniz diyelim, ona bunu nasıl kabul ettirebilirsiniz? Hakikate giden yola bile daha çooook mesafesi olduğunun farkında olmayan birini, maske takmaya nasıl ikna edebilirsiniz? Nasıl “ama ben” dersiniz, “ama sen” diye devam edersiniz, “böyle yaptıkça ben de zarar görebilirim” diye bitirebilirsiniz?
Hakikat-öncesinin, utanma-sonrası insanından nasıl kaçabilirsiniz?
“Sıkıyor be abi.”
“Çok sıcak yavrum.”
“Ben burnumdan nefes almıyorum ki.”
“Akciğerler ile burun bağlantılı mı ki?”
“Bunlar İsrail’in/Amerika’nın oyunu, bize bir şey olmaz.”
“Ben virüse inanmıyorum.”
…
Hangi birine ne söyleyeceksiniz?
Unutmayın, Chuck Palahniuk’in dediği gibi, “Tanrı’ya akıl öğretemezsiniz.” [8]
İşte o yüzden ne Marx’ın söylediği şekilde “bilmiyorlar ama yine de yapıyorlar” ne de Žižek’in söylediği şekilde “biliyorlar ama yine de yapıyorlar.”
Bence bu maskesiz-Tanrılar “belki biliyorlar, belki bilmiyorlar ama yine de yapıyorlar,” zira onlar artık bilginin-yokluğu ile övünülen bir çağda yaşıyorlar. “Anything goes”un [9] “herhangi bir gideri” olmakla arşa baş değdiriyorlar. Bilip bilmedikleri hakkında da ne size ne de bana hesap vermek zorundalar.
Video meliora, proboque, deteriora sequor.[10]
İster maske takarlar ister takmazlar. İster ölürler ister öldürürler. Cennetlerinden kovdukları siz Ademlere bir de cevap mı verecekler?!?
[1] Aslında cümle, öncesi ve sonrasıyla, şu şekildedir: “Demek ki, emek ürünlerini değer olarak birbirleriyle ilişki içerisine sokmamızın nedeni, bu mallarda türdeş insan emeğinin maddi halde birikmesini görmemiz değildir. Tam tersine: Farklı ürünlerimizi değişimle değer olarak eşitlediğimiz zaman, bu davranışımızla, aynı zamanda, biz, bunlara harcanan farklı türden emekleri de, insan emeği olarak eşitlemiş oluyoruz. Bunun farkında olmayız, ama gene de yaparız.” Ancak, cümlenin dolaşımdaki, bu popüler hali, Kapital’in birinci cildinin Almanca ilk baskısındaki halidir. Karl Marx, Kapital, Cilt I: Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Alaattin Bilgi (çev.), 1867/2003, İstanbul: Eriş, s. 78.
[2] Octave Mannoni, Clefs pour l’Imaginaire ou l’Autre Scène, 1985, Paris: Seuil, ss. 9-33.
[3] Bu kez Žižek’ten alıntılayalım: “Yanılsama bilgi tarafında değildir, zaten gerçekliğin kendisinin, insanların yaptığı şeylerin tarafındadır. İnsanların bilmedikleri şey, faaliyetlerinin toplumsal gerçekliklerinin kendisinin, bir yanılsama, fetişist bir tersine çevirme tarafından yönlendirildiğidir… [İnsanlar] şeylerin gerçekte nasıl olduğunu gayet iyi bilirler ama yine de bilmiyormuş gibi davranırlar… Eğer yanılsama bilgi tarafında olsaydı o zaman sinik konum gerçekten de ideoloji sonrası bir konum, yanılsamasız bir konum olurdu: ‘Ne yaptıklarını biliyorlar ve yapıyorlar’ ama eğer yanılsamanın yeri yapmanın kendisinin gerçekliği ise, o zaman bu formül bambaşka bir biçimde okunabilir: ‘Faaliyetleri esnasında, bir yanılsamayı takip ettiklerini biliyorlar ama yine de bunu yapıyorlar.’ Örneğin, özgürlük fikrinin belli bir sömürü biçimini maskelediğini biliyorlar, ama yine de bu özgürlük fikrini izlemeyi sürdürüyorlar.” Slavoj Žižek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, Tuncay Birkan (çev.), 1989/2008, İstanbul: Metis, s. 48.
[4] Friedrich Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt: Herkes İçin ve Hiç Kimse İçin Bir Kitap, Mustafa Tüzel (çev.), 1883/2016, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 85.
[5] Nietzsche aslında “principium individuationis” (birey olma prensibi) kavramını sadece, kendi özelliğinden emin insanlar anlamında kullanmaz. Ona göre, dünyaya idealler temelinde bakan her kuram, ele aldığı her şeyi (canlı-cansız tüm varlıkları) “var” ederken, bireyleştirir ve kendi türünden ayırır. Bu anlamda, içinde yaşadığımız decadence çağında (büyük harfle) İnsan kavramı yerine, ayrı ayrı (küçük harfle) insanlardan, ya da bireylerden, söz etmek çok daha anlamlıdır. Friedrich Nietzche, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu, İsmet Zeki Eyuboğlu (çev.), 1872/2011, İstanbul: Say, s. 20.
[6] Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, A. Onur Aktaş (çev.), 1818/2020, Ankara: Doğu-Batı, s. 55.
[7] Henry Giroux, “The Ghost of Fascism in the Post-Truth Era,” Online University of the Left, 15 Nisan 2020.
[8] Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü, Elif Özsayar (çev.), 1996/2012, İstanbul: Ayrıntı, s. 155.
[9] Paul Feyerabend, Akla Veda, Ertuğrul Başer (çev.), 1987/2011, İstanbul: Ayrıntı.
[10] “En iyisinin ne olduğunu biliyorum ve bunu onaylıyorum ama yine de gidip kötü olanı yapıyorum.” Ovidius’tan aktaran Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya…, s. 712.