“Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizlerin değildirler,
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını çalabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama onları kendinizi benzetmeye kalkışmayın hiç.” [1]
Güneş vardı havada.
[bugün yağmur yağıyor]
Rosa’nın sesini duymuştu birileri: “Hareket etmeyenler,” diyordu, “zincirlerinin ne kadar ağır olduğunu bilemezler.” [2]
[rüzgarın yerinden sökmeye çalıştığı ağaçlar dışında hiçbir şey ve hiçbir kimse hareket etmiyor bugün]
Bayat haftasonlarının AVM çocukları bile hareket etmişti o gün. RayBan güneş gözlükleri. Manolo Blahnik ayakkabıları. Hermes çantaları. Marlboro kotları. Calvin Klein iç çamaşırları. Apple tabletleri. Samsung telefonları.
[hepsi çoktan ‘out’ oldular bugün]
Heyecan vardı sokaklarda. Yakılmış tekerlek kokuları yabancılarını öksürtmekte, tanışıklarını terletmekle meşguldü. Burnunu ve ağzını bandana ile kapamış biri geçmişti önümden – ben kendimi paralel bir evrende hissediyor; kırık banka camlarının arasında, ne yapacağını şaşırmış, suç ile alakası olmadığını kanıtlamaya çalışır, şaşkın ve sarhoş bir haldeydim – “koş” diye bir yandan bağırırken.
Koşamamıştım.
[yine oturuyorum bugün]
“Sen de onlardan mısın?” diye sormuştu kurtarıcım – taksicim – ve gülmüştü, “böyle nefes nefese, değilsindir herhalde.”
Gülmüştü.
Değildim.
Olacak cesaretten fersahlarca uzakta, karnımda ağrı, ellerimde titreme, kulağımda kulaklık…
Eve gelmiş ve büyük sözler söyleme ayrıcalığıma kavuşmuştum, kafam bir milyon…
Yarın’a hazırlanmıştım. Sokağa değil, internete çıkmaya…
Biber gazları, kurşunlar, insanların üzerine sürülen arabalar, ses bombaları, tüfekli adamlar ve kalabalık. Göz görebildiğine. Kulak duyabildiğine. Nefes alabildiğine.
[yalnızım bugün]
Dengemi kaybetsem elimden tutacak, sırtımı dayasam bana destek olacak, öksürsem su verecek, yere düşsem beni kaldıracak – başka zaman görse burun kıvıracak – bir mutluluk vardı etrafımda.
Bir nehir gibiydi caddeler. Med-ceziri andırıyordu hareketleti. Gürlemeleri.
[bugün caddelerden su akıyor]
Sonra kan döküldü. Kan – lar.
“Kan kokusunu bilir misin? Bilir misin, kan tatlıdır?” [3]
Kurşun, sopa, fişek, taş…
Hepsinin sonu aynı…
Yere yığılmış insanlar vardı. Öfke soluyordu insanlar. Ve erdem. Ve cesaret.
[havada korku var bugün]
Gülen yüzlerine bakamıyorum hala… fotoğraflarda.
Annelerini dinleyemiyorum. Suçumu biliyorum, paylaşamıyorum. Özür diliyorum kuru kuruya. Felç edici ninniler söylüyorum. Lanetlilerin gölgeleri dolanıyor etrafımda. Damarlarım genişliyor, hissediyorum. Gözlerim doluyor, saklamaya çalışıyorum.
Gülen yüzlerine bakamıyorum hala… fotoğraflarda.
[hava soğuk bugün]
Anneanneme göre her Kurban Bayramı’nda mutlaka yağmur yağardı. Tanrı’nın ‘kan’lanan toprağı temizleme yoluydu bu. Şaşmaz, yanılmazdı.
Yağmur yağıyor bugün. Temizlemek için bir yıllık kanı. Kurbanların kanlarını.
Her şeyi ona havale edenlerin içi rahat bugün.
Bense… utanıyorum.
Layık olamadığım, kan kokusunu duyamadığım için yapabildiğim tek şeyi yapıyor, yazı yazıyorum.
İçimde bir yerlerde öfkemle, utancımla, sevgimle ve korkumla baş etmeye çalışıyorum.
“Korkuda aşk yoktur,” [4] diyordu sözüne güvendiğim biri.
Kendimi bu yüzden hiç affetmiyorum.
O çocukları kendime benzetmemeye ant içiyorum.
[onlar yine bensiz bugün]
[1] Halil Cibran, Ermiş, A. Altındal (çev.), İstanbul: Anahtar, 1923/2000, s. 30.
[2] Rosa Luxemburg’a atfedilen bu sözün kaynağı kesin olarak bilinmemektedir; bknz. http://librarianshipwreck.wordpress.com/2013/07/06/reference-desk-unanswered-questions/
[3] Kaan Altan, “Kan Kokusu”, Kan Kokusu, 1998.
[4] Maynard James Keenan, “Pushit”, Ænima, 1996.