“Olmasaydın, olmazdık.”
“Olmasaydın da olurduk.”
Peki ne olduk?
Lise zamanlarımda fiziksel dünyanın büyüsünden ayrılma fırsatı bulduğum anlarda soluğu Dost Kitabevi’nin en arka koridorunda, Tarih, Siyaset, Sosyoloji peronlarının önünde alıyordum. Koca koca kitaplar, gösterişli kapaklar, ismini hep duyduğum – bazen haklarında bir şeyler biliyormuş gibi yaptığım – yazarlar, önümde arz-ı endam ediyordu. Onlara ulaşmak, içlerindeki ‘olmazsa olmazları’ ayıklamak uzun uğraşlar gerektiğinden midir bilmem, ne zaman kitabevinden dışarı çıksam, elimde illa ki tüm aldığım kitaplar içerisinde ilk okuma şerefini bağışlayacağım bir komplo, yarı-komplo, alternatif tarih kitabı oluyordu.
Ya Öyle Olsaydı?
Düşünebiliyor muydum, Hitler hayatının hatasını yapıp Rus topraklarına bir yıl önce değil de, bir yıl sonra girseydi ne olurdu? Ya İsa’nın çarmıha gerilmesi törenine kimse gelmemiş olsaydı? Lenin olmasaydı, Ekim Devrimi yine olur muydu? Louis Pasteur doğmasaydı? Genç Osman tahtta daha uzun kalsaydı? I. Meşrutiyet II. Abdülhamit’e değil de başka bir padişaha denk gelip başarılı olsaydı? 28 Şubat yaşanmasaydı? Baykal, Erdoğan’ın yeniden milletvekili seçilmesine onay vermeseydi? Avrupa Birliği daha 1970’lerde Türkiye’yi üyeliğe kabul etseydi?…
Tüm bunları hayal etmek, karşımda dikilen felaket senaryolarını veya gerçekleşmiş zaferleri ters yüz etmek, bana inanılmaz bir zevk veriyordu. Küçük mucizelerle, olmadık tesadüflerle, tuhaf kazalarla, kaderin nasıl tayin edildiği ve bir anda nasıl insan-icadına dönüşüverdiği ile büyüleniyordu aklım. Olmamışların olasılıklarını düşünmek zihnime egzersiz yaptırıyordu adeta. Beynimle nefes alıp veriyor, algı kapasitemi şişirdikçe şişiriyordum.
Sonra bir gün… “Sonra bir gün” kalıbı ile başlayan tüm cümlelerde olduğu gibi dramatik bir biçimde… fark ettim: Olmamışlarla dolan zihnimde, olmuş olanlara ayırabileceğim yer gitgide azalmaya başlamıştı. Kurtlar Vadisi izleyerek Türk iç/dış politikası konusunda uzmanlaşan müphemlere benzemiştim. Aklımda estiğini sandığım fırtınalar, ‘metal’ değil, ‘sentetik’miş. Yarım bilgi, bilgi değilmiş.
Ama daha önemlisi, tarih bambaşka bir şeymiş.
“Bütün maddi servetin yaratıcısı olmanın yanı sıra, halk, aynı zamanda da tarihin nesnesi ve öznesidir. Toplum tarihi, her şeyden önce halkın tarihidir, ve bu anlamda halk, tarihin nesnesidir. Aynı zamanda tarih, halk tarafından yapılır. Tarihin yapıcısıdır, onun öznesidir. Tarihi dilediği gibi ya da keyfine göre değil, toplumsal gelişmenin nesnel yasalarına uygunluk içinde yapar… Halk tarihsel gelişmenin belirleyici gücüdür. Ne var ki, tarih önemli kişilerin katkılarıyla doludur.” [1]
Hem nesnesi hem de öznesi olduğumuz bir sürecin – tarihin – alternatifini arıyoruz her 10 Kasım’da. Bir tarafta, belirli bir özneyi alıp onu – hiç de gerek duymadığı halde – aşırı-cilalayıp, parlatıp, altın yaldızlar içerisinde göstererek, aslında memnun olmadıkları bugünün müsebbibi yapma hatasına düşen güruh. Diğer tarafta, sözde adını anmadıkları ama aynı zamanda anmamakla bir yandan değerini yükselttikleri bir özneyi bu kez çok memnun oldukları bugünün müsebbibi yapma hatasına düşen diğer güruh. “Olmasaydın, olmazdık” ile “olmasaydın da olurduk” cümlelerin yüzeysel bir yapı-sökümü bile bize iki metin arasındaki ortak noktanın, “o”nun yüceltilmesi, normalde sadece – herkes gibi – bir parçası olduğu tarihin bizatihi öznesi haline getirilmesi olduğu bilgisini veriyor. Bu iki metnin oyunundan, bugünün memnuniyetsizleri ile memnunlarının arzu nesnesi olarak “o” çıkıyor. Jacques Lacan’ın deyimiyle, bir tür objet petit a. Arzuladığımız, hayatımızı onun varlığı (ya da yokluğu) üzerine kurduğumuz ve – en önemlisi – onun kavramsal var oluşu olmazsa, kendimizi de kaybedeceğimiz bir nesne. Bizzat biz. Bizzat ötekimiz. Temel gösterenimiz. Sebebimiz.
Her iki tarafın da profanı ve aynı zamanda kutsalı “o”. Bu tarihin bir öznesi ve nesnesi “o”. Biz gibi. Siz gibi. Ben gibi. Sen gibi. O gibi. Onlar gibi. Orada “o”.
[1] Boguslavski vd., Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, (çev.) Vahap Erdoğdu, 1977/2012, Ankara: Sol, ss. 298-300