“Aziz John Krisostom M.S. 386 yılında Antakya’da Tanrı’nın Akıl Ermez Doğası Üzerine adlı incelemesini yazmış ve ‘Tanrı’nın kendisi hakkında bildiği her şeyi, biz de kolayca kendi içimizde bulabiliriz’ düşüncesinden hareketle Tanrı’nın özünün anlaşılabileceğini öne sürenlere karşı çıkmıştır. ‘Anlatılamaz’ (arretos), ‘konuşulamaz’ (anekdiegetos), ‘yazılamaz’ (anepigraptos) olan Tanrı’nın kavranamazlığını vurgulayarak hasımlarına şiddetle karşı çıkan John, bunun Tanrı’yı yüceltmenin (doxan didonal) ve ona tapınmanın (proskuein) en iyi yolu olduğunu gayet iyi biliyordu. Ne de olsa Tanrı, melekler için bile akıl erdirilemezdir, ama bu yüzden melekler mistik şarkılarını sunarak onu yüceltebilirler, ona tapabilirler. John ‘melekler’i ve beyhude bir çabayla Tanrı’yı anlamaya çalışanları karşılaştırır: ‘onlar [melekler] yüceltir, bunlar anlamaya çalışır; onlar sessizce tapınır, bunlar kendilerine yapacak iş bulur; onlar bakışlarını kaçırır, bunlar dile getirilemez görkeme gözlerini dikmeye utanmaz.’ ‘Sessizce tapmak’ olarak tercüme ettiğimiz fiil, Yunanca metinde euphemein‘dir. Aslında ‘dinsel sessizliğe uymak’ anlamına gelen euphemein, alçakgönüllülük ya da nezaket nedeniyle söylenemeyen asıllarının yerine kullanılan terimleri ifade eden modern ‘euphemism’ [örtmece] sözcüğünün kökenidir.” [1]
İki gün sonra tam bir ayını dolduracak olan memleketin pis bir su birikintisi üzerine debelenme ve çırpınma durumu, artık aşırı-enformasyondan ve aşırı-tahmin edilemezlikten bir pornografiye dönüştü ve bu durum da, söz konusu ‘porno’yu tarif etmek veya açıklamaya çalışmak yerine, sessizce izlemeyi tercih eden bir toplum doğurdu. 17 Aralık-sonrası dönemle ilgili olarak söylenmeyen, bertaraf edilmeyen, basitleştirilmeyen ve abartılmayan ne kaldı bilemiyorum ama işe hangi perspektiften, hangi araçla (at gözlüğü, dürbün, mikroskop) bakılırsa bakılsın görülen şeyin bakanda bir mide bulantısı (nausea) yarattığına kefil olabilirim. Herkeste bir taraf tutma isteği ve yine herkeste herkesi konumlandırma (hadi buna ‘fişleme’ diyelim) dürtüsü yeterince toplum-bozucu bir karaktere bürünmüşken, bir iki adım geri çekilip sessizlik ve dinginlik arama çabalarım sanırım pek başarılı olamadı. Tabloya ne kadar geniş açıdan bakarsam bakayım, hem resmin sürekli değişmesi hem de – aynı zamanda – hep aynı aktörleri içermesi nedeniyle, görebildiklerim ve tahammülüm sınırlı kaldı.
Tüm bu ruh-sağlığı-bozucu ama bir o kadar da tanıdık resim içinde görebildiğim tek bir şey varsa, o da 17 Aralık-sonrası Türkiye halkının çoğunun kendine bir Tanrı arıyor oluşudur. Tarafını seç. Seçtiğin tarafın sorgulanmadan kabul edilmiş doktrinlerini ve elbette lider figürünü Tanrı belle. Onun hata yapabilme kapasitesini yok et. Ortaya çıkan her detaya ve her hataya birer kılıf hazırla. Üstünü en güzel sözlerle (“mistik şarkılarla”) kapla/ambalajla. Gözünün önüne kadar getirilmiş bilgileri ne olursa olsun herhangi bir işleme maruz bırakmadan toprağa göm (“anlatılamaz”, “konuşulamaz”, “yazılamaz” hale getir). Ve en nihayetinde, üzerini örttüklerinin mezarında okuyacağın bir fatiha ile kendi vicdanını rahatlatıp hayatına kaldığı yerden – aynı ‘hiçbir şey olmamışlık’, ‘hiçbir şey görmemişlik’, ‘hiçbir bilgi edinmemişlik’ ile – devam et.
Herkese iyi mezar kazmalar…
[1] Giorgio Agamben, Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar, (çev.) A. İ. Başgül, 1999, Ankara: Dipnot, s. 32.