radikal basketbol: özgür, mutlu, yeni

Bazen yüzyıllar erken biter.

Sanki her bir zaman diliminin içine sığdırabileceği olay sayısı belliymiş gibi gün gelir, bir yüzyıla kaldırabileceğinin çok üstünde olay sığar. Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm’a göre yirminci yüzyıl kan dolu küresel savaşları, ekonomik buhranları, kültürel yeniden-kodlanmaları ve birbirinin köküne saldıran ideolojilerinden doğan kapasite-fazlası ile belki de dünya tarihinin en kısa yüzyılı olmuştur. [1] Öyle ki, yirminci yüzyıl Soğuk Savaş’ın sonunu bile göremeden sona erer. Ardında çözülmesi gereken çok sayıda toplumsal, siyasi, ekonomik bulmacayı yanıtsız bırakarak…

1980lerin kaderi, bu zor soruların yanıtlarını aramak olur. Bir yanda kapitalizmin ‘zaferini’ kendine yontan liberalizm ‘tarihin ve ideolojilerin sonunu’ müjdelerken, diğer yanda ortaya çıkan savaş artığı yeni aktörler, liberalleri hiç bilmedikleri yeni oyunlara davet eder. Siyaset yelpazesinin solunda bulunan ve SSCB tecrübesi yüzünden kafaları öne eğik biçimde geçmişlerini sorgulayan bazıları ise herkesin her oyunu kazanmak istediği bu yeni dünyada, yine herkesin dilindeki ‘barış’ umudunun gerçekliğini sorgulamaya açar.

Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un 1985 yılında birlikte kaleme aldıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji isimli kitap herkesin ‘demokrasi söylemi’ne sarıldığı, herkesin barış aradığını iddia ettiği ve yine herkesin herkese üstünlük kurmayı arzuladığı bu paradokslar dünyasına yeni bir ideolojik alternatif sunar: radikal demokrasi. [2] Kendilerinden önceki liberal, realist, Marksist, yapısalcı vb. alternatiflerin aksine Laclau ve Mouffe’un modeli, nihai amacını toplumsal aktörler arasındaki çatışmaları yok etmek veya gönüllü ya da zoraki bir konsensüsün üzerinde barışı inşa etmek olarak değil; bizzat antagonizma adını verdikleri bu çatışmaları, bölünmeleri ve kırılmaları korumak olarak belirlemişlerdir. Onlara göre, farklı hatta birbiriyle çatışan demokratik talepler hayatın bir gerçeğidir ve bu talepler arasında birinin diğerine üstünlük kuracağı tüm siyaset ilişkileri önce otoriterleşmeyi, ardında da zamanı gelince daha yıkıcı çatışmaları beraberinde getirmeye mahkumdur. Yapılması gereken, demokratik talepler arasında hiçbir önceden belirlenmiş üstünlüğün olmadığı yeni bir ilişki biçimini kurmak olmalıdır. Laclau ve Mouffe, bu ilişki biçimine eşdeğerlik zinciri adını verir. Onlara göre ancak her demokratik talebin birbiri ile eşdeğerde ele alındığı ve hepsinin kendi gerçek kimliklerini özgürce ortaya koyabildiği böyle bir ilişki içinde söz konusu talepler arasında bir yakınlaşma (eklemlenme) gerçekleşebilecek ve bu yakınlaşmanın sonucunda yeni bir ortak kimlik, gerçek bir barış olasılığı, doğabilecektir.

Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi projesi, yazıldığı günden bu yana geçen otuz yılda siyaset platformunda pek fazla taraftar bulamadı. Popüler siyasetin alışılagelmiş önceliklerinin yıkımını önkoşul olarak belirten bu çağrı, ağır teorik dili ve argümanlarının ‘ütopikliği’ öne sürülerek, ana-akım siyaset tarafından kulak ardı edildi.

Ama spor kendi içindeki özgürlüğü, kendisi ile ilgilenen her bir bireye açık oluşu ve sonuca giden önceliklerin her gün yıkılıp yeniden inşa edildiği doğası içinde adeta Laclau ve Mouffe’un düşlerini sergileyebilecekleri o özgür alanı kendilerine sunmuşa benziyor.

Spor ve daha özelde de basketbol…

2014-2015 yılını NBA’de, Euroleague’de ve Türkiye Basketbol Ligi’nde şampiyon olarak tamamlayan üç takım, Golden State Warriors, Real Madrid ve Karşıyaka – aralarındaki su götürmez farklılıklara rağmen – bilinen basketbolu, belki isteyerek belki istemeyerek, Laclau ve Mouffe’un hayal ettiği siyaset modeline çok benzer bir radikallik ölçeğinde değişime uğrattılar. En azından bu değişimin çok güçlü ve başarısı ortada bir çağrısını yaptılar.

Dünyanın barışa yeni yanıtlar aradığı 1980lerde büyük bir ivmeyle popülerleşen, küresel bir spor dalı haline gelip dünya ölçeğinde yıldızlar yaratan basketbolun bugüne dek yazılan tüm kuralları, bu üç takımın elinde hunharca un ufak edildi geçen sene. Klasik pozisyonların birbirine karıştığı; guard, forvet, pivot ayırt edilmeden parkedeki tüm oyuncuların iyi-kötü her şeyi yapabildikleri; alan paylaşma, pas verebilme, topa baskı ve oyun okuma gibi eskiden çok özel bazı oyunculara has kabul edilen özelliklerin alelade birer beklentiye dönüştüğü; zaman zaman sahadaki en uzun oyuncunun ‘ideal mevkiinin’ şutör guarddan hallice bir kısa forvet olduğu, takımın en kısasının en çok rebound alan oyuncu olarak maçı tamamlamasının kimseyi şaşırtmadığı yepyeni bir basketbol anlayışından söz ediyoruz artık.

Bir basketbol takımının yapması gereken işler alt alta yazılıp beş kişiye bölüştürüldüğünde kişilerin farklı özelliklerine ya da pozisyonlarına uygun düştüğü söylenen görevler, bu takımların basketbolunda artık önceden belirlenmiyor. Golden State, Steph Curry’nin ‘oyun kurucu’ sıfatından yararlanma amacı üzerine yapılanmıyor. Gerekirse oyunu, önceleri bir savunma oyuncusundan ötesi olamayacağı fikri üzerinde anlaşılan Andre Iguodala ‘kurabiliyor.’ Bu halde bile Curry’nin görevi şut atmakla sınırlanmıyor. Her an oyun yine ondan dönebilecekmiş gibi bir tehdide işaret ediyor Curry’nin varlığı. Klay Thompson ve Harrison Barnes, farklı özellikleri ile LeBron James savunmasına veriliyorlar. İkisi de aynı şekilde, aynı kurallarla rakiplerine göre savunma yapmıyor bu adamlar. Aksine, onların tam da yeteneklerine göre değişen bu farklı savunma yapılarına, bizzat rakibin bir çözüm bulması bekleniyor. 2012 yılında ikinci tur 35. sıradan seçildiğinde ait olduğu yerin Avrupa olup olmayacağı tartışılan Draymond Green, yalnızca kendine özgü oyun karakteri (hırsı, uzun kolları, rebound ve pozisyon sezgisi vb.) nedeniyle takımına maksimum faydayı sağlayıp, aynı maksimumda bir kontrat kapabiliyor. Belki de NBA basketbolunda ilk defa, bu oyuncuların ve kadrodaki diğer isimlerin Golden State’e uymaları değil, Golden State’i meydana getirmeleri bekleniyor. Bilinen basketbol literatüründe kimliklerini, kendilerine uygun görülen pozisyonlarda değerlendirmek zorunda kalsalar, olsa olsa bir play-off takımı olabilecek Golden State oyuncuları, çoğu zaman kesişen, birbiriyle oynayamaz denilen, birbirlerini frenledikleri iddia edilen kimliklerini özgürce sergileyerek, yeni bir ortak kimliği kendileri inşa ediyorlar. Kadrodaki her bir oyuncu olumlu ve olumsuz, artı ve eksi yanları ile olduğu gibi kabul ediliyor. Steve Kerr bu kadronun sélectionner’i ve herkesin kendi özgürlüğünü kavrayabilmesinin bir yardımcısı olarak Demokles’in kılıcından ziyade, John Keating’i andırıyor.

Önceden onlara sunulan ‘doğruları’ kabul etseler Bobby Dixon’ın atacağı her şutta kümede kalma hesapları yapacak olan Karşıyaka, Ufuk Sarıca’nın özgürlük-vericiliği sayesinde hiç kimsenin hayalinde bile göremeyeceği bir başarıyı elde edebiliyor. Sarıca yalnızca Dixon’ın kendisi olmasına izin vermiyor; bunu yaparken diğer oyunculara da Dixon ile aynı ‘değerde’ olduklarına inandıracak özgürlüğü tanıyor. Sonuçta ortaya farklı, tutulması imkansıza yakın ve karşı takımı şaşkına çeviren yeni bir basketbol kimliği çıkıyor. İnanç Koç bir final maçında saat işlediği sırada sahada bile yer almamasına rağmen, oyunu değiştirebiliyor. [3] Çünkü İnanç kendi kimliğini, Karşıyaka’da buluyor. Üstelik bu tek taraflı bir kendini buluş da değil: Karşıyaka’yı şampiyon yapan İnanç’ın saniyeleri, gerçekte hiç kimseyi savunamayan Juan Palacios’un takım arkadaşları tarafından sorgulanmadan kabul edilişi, resmen intiharsal bir çılgınlık olan tam saha baskının ta kendisi oluyor. Jon Diebler sadece köşede üçlük beklemiyor; muhtemelen on yaşında evinin bahçesindeki potaya attığı şutlar sırasında hayallerini kurduğu oyunu oynuyor. Dixon, İnanç, Palacios, Diebler ve diğerleri Karşıyaka basketbolunu bizzat inşa ediyorlar. İnşa ettikleri şey, onları yeniden-üretiyor, değerlerine değer katıyor.

Tam üç sene Euroleague’de final oynayıp bunların ilk ikisini kaybeden Real Madrid, Marcus Slaughter ve Ioannis Bourousis’i kenara çekebileceğinin, bu iki ucu keskin ‘kısalma’ operasyonunun bir de avantajı olabileceğinin farkına vardığı ilk finali kazanıyor. Sergio Rodriguez kendine en uygun rolü, yedekten de olsa nihayet sahipleniyor. Tıpkı Andre Iguodala’da olduğu gibi aslında takımın en iyi oyuncusu olmayan Andrés Nocioni, takımın en değerli oyuncusu seçiliyor. Üç yıldır normal sezonda sürekli tempoyu artırıp final-four’da frene basan takım, Pablo Laso’nun kararıyla sonunda dışarıdan büyük bir risk gibi görünen o çılgın tempoyu devam ettirmeye karar veriyor. “Final-four’larda savunmalar ön plana çıkar” klişesi, Real Madrid ilk defa kendi kimliği ile sahaya çıktığı anda yerle bir oluyor. Rudy Fernández’in iticiliğinden bile bir ivme yakalayabiliyor Madrid ve yüzlerin güldüğü bir alley-oop, belki de ilk defa üç kötü top kaybını telafi edebiliyor.

Elinden gelenin tümünü sahaya koyma, belirli bir seviyenin üzerinde atletik kabiliyetlere ve oyun aklına sahip olma gibi çok temel bazı prensiplerde (ki Laclau ve Mouffe bunlara evrensel gösterenler adını veriyor) anlaşmak dışında hiçbir önceden konulmuş kuralı kabul etmeyen bu yeni-basketbol, her bir oyuncunun yetenekleri ne kadar farklı olursa olsun kendi kimliğini sahaya yansıtması konusunda eşdeğerde özgür bırakıldığı radikal bir kopuşu işaret ediyor. Özgürlük mutluluğu getiriyor. Aidiyet hissi mutlulukla daha da güçleniyor. Klasik anlatının tam aksine, oyuncular ne kadar özgür bırakılırlarsa, takım oyununa adaptasyonları ve oyunun işleyişi o kadar sağlıklı kalıyor.

Herkesin kendi olabilmesi, herkesi mutlu ediyor.

2005’in Phoenix Suns’ının temellerini attığı, 2013 ve 2014 San Antonio Spurs’ünün ufak değişikliklerle kendi kimliğine adapte etmeye çalıştığı, her ne kadar çok eleştirilse de Mike Krzyzewski’nin ABD Milli Takımı’na oynatmak istediği ve sonunda gerçekten başardığı, Golden State Warriors ile zirvesine ulaşan bu oyun, [4] ‘kaos’ kelimesinin çağrıştırdığı dağınıklık ve düzensizlik, anlamından çok daha fazlasını ima ediyor.

En son gerçekten kendiniz gibi olduğunuzu hissettiğiniz o mutlu anı hatırlayın lütfen.

İşte o mutlu anlar bugün bazılarınca basketbola dönüştürülüyor.

Siyasetin acısının hiç durmadığı mutsuz yeni yüzyılda, mutlu basketbol kazanıyor.

Spor bir kez daha, umuda giden yolda birilerine ön ayak oluyor…

 

[1] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, (çev.) Y. Alogan, 1994/2006, İstanbul: Everest Yayınları.

[2] Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, (çev.) A. Kardam, 1985/2008, İstanbul: İletişim Yayınları.

[3] Socrates, Ağustos 2015 sayısından.

[4] “Modern basketbol” olarak adlandırılan oyunun en güzel ve üzerinde en uğraşılmış tariflerinden birini, bu ülkenin “güzel insanlarından” Kaan Kural, “bu ülkenin başına gelen en iyi işlerden biri olan” Yazıhane Yıllık için yapmıştı. Okuyup ufuk açıcı bir tecrübe yaşamak isteyenler için bknz., “Bu Oyun Böyle Oynanır,” Yazıhane Yıllık: Dünya Yanarken, 2015.

Comments Off on radikal basketbol: özgür, mutlu, yeni

Filed under Spor, Teori

Comments are closed.