Rethinking Marxism dergisinin en son sayısında [1] dünyanın farklı yerlerden çok sayıda akademisyen, “Komünizme biçim vermek ” başlığı altında çok sesli bir tartışmaya girmişler ve kapitalist ekonomik modelin halihazırdaki krizinin, komünist alternatiflerin ortaya çıkmasında bir katalizör işlevi görebileceği varsayımı altında “ne yapmalı?” sorusu üzerinde kafa patlatmışlar.
Makalelerin farklı içeriklerine veya bu toplu sayının ana temasına bulaşmak gibi bir niyetim yok. Birincisi “sol hareket”in örgütlü kısmı hakkında gerçekten hiçbir fikrim yok; ikincisi ise dergide yer alan isimlerin hepsi zaten son derece donanımlı ve okunmaya değer isimler – onların yazılarını okumak dışında, Marksist teori ile doğrudan bir bağlantım da bulunmuyor. Benim ilgilendiğim ve buraya taşıyacağım mesele, bu yazarların hemen hepsinde yer alan “biz nerede hata yaptık da dünya bu hale geldi/kapitalizm kazandı?” sorusu ve bu sorunun bir izdüşümü olarak, bilhassa 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında Türkiye’nin bazı kesimlerinde yaşandığını düşündüğüm benzer hayal kırıklığı olacak.
Son birkaç yıldır Marksist kuramın ‘yıldız akademisyenlerinden biri’ haline gelen Jodi Dean’in “The Party and Communist Solidarity” başlıklı makalesinde, bunca soruna, bunca yıkıma ve yeniden-doğuşa, bunca tekinsiz ve içi boş retorik desteğe karşın neden “kapitalizmin sola karşı hep galip geldiği ” sorusu soruluyor ve Dean’in bu soruya yanıtı, “çünkü bizim siyasal bir iktidar olabilmemiz için gereken siyasal kurumumuz/formumuz yok” [2] oluyor. Dean’e göre kapitalizm sadece bir üretim yapısı (ve üzerinde şekillenen sınıflı toplumu) meydana getirme aracı olarak değil, aynı zamanda bu üretim yapısını sürekli kılan ek (üst-yapısal) araçlar ile de kendini sağlama alarak, sol’un kendi kendini sürekli sorgulamasına ve aşağılamasına neden oluyor. Sol, kapitalizm tarafından, Karl Marx’tan veya Marksistlerden devraldığı literatüre, kavramlarına ve nihayetinde kurumlarına yönelik “küçümseyici” tavrı, Dean’in “iletişimsel kapitalizm” (communicative capitalism) adını verdiği sarmalayıcı yapı nedeniyle takınmak durumunda bırakılıyor.
Dean’in kavramsallaştırdığı iletişimsel kapitalizm, kitle kültürünü ve kitleyi (toplu olarak yapılan tüm faaliyetleri) ne pahasına olursa olsun küçücük atomlarına ayırmayı başarabilen ve aynı araçları (yazılı-görsel medya, Internet, tüketim, vb.) kullanarak farklı “bireylikler” (individuality) ortaya çıkartabilen bir kurallar/kodlar ağı olarak tanımlanıyor. [3] Aynı kıyafetin farklı rengini giyerek kendini toplumdan farklılaştıran (ya da farklılaştırdığını sanan) alışverişçiler; Fenerbahçe ile Galatasaray’ı tutmanın bir farklılık ‘inşa ettiğine’ inanan taraftarlar; HDP veya MHP’ye oy vermenin ‘ayır’dığı politik-kimlikler, iletişimsel kapitalizmin (sözde-)ayrıştırdığı insanları temsil eden örnekler olarak verilebilir. Dean’e göre sol, iletişimsel kapitalizmin bu ‘oyununa’ gelerek, kendi kökenini ve geleneklerini – onu meydana getiren dinamikleri – unutma günahını işlediği için, bir başka deyişle, kendisi de farklı kıyafetler giyen, farklı takımları tutan, farklı partilere oy veren insanları ayrıştırmak zorunda kaldığı için, bugün bulunduğu ‘güdük’ konumu hak ediyor. Solun buradan çıkması için, her şeyden önce yeniden kendi özüne dönmesi gerekiyor.
Bana kalırsa Dean’in bu argümanı, iki temel hatadan muzdarip görünüyor.
Birincisi, eğer bugün içinde yaşadığımız dünyayı inşa eden (iletişimsel kapitalizm gibi) ana bir yapısal dönüştürücü varsa, bu durum Marx’ın zamanında da benzer bir yapısal dönüştürücünün olduğunu ve o zamanın dönüştürücüsünün de Marx’ın kavramsal dağarcığını ortaya çıkarttığını ima eder. Ancak burada Hegel’in “zamanın ruhu” gibi bir oluşumdan söz ediyorsak, o zaman, bugünün “zamanın ruhu”nun zaten halihazırda Marksist teoriye/pratiğe izin vermeyeceğini veya verse bile bunun “köklere dönmekle” değil, bu ruha uygun yeni bir kelime dağarcığı üretmekle ancak mümkün olabileceğini ima ediyoruz demektir.
İkincisi, öyle görülüyor ki, Karl Marx’ın 11. Tez’inin – “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” [4] – Marksist teoriye yüklediği misyon, Dean ve onun gibi düşünen diğer Marksistlerin üzerinde ciddi bir süper-egosal baskı yaratıyor. Onlar, dünyayı neredeyse mükemmel anladıklarını düşünen (“yapısal” olan her teori gibi, açıkta hiçbir boşluk bırakmadan dünyayı “çözen”) ama onu bir türlü değiştiremeyen, dolayısıyla da bir anlamda Marx’a ihanet eden, onun işini yarım bırakan insanlar olarak, aslında bizzat kendi yarattıkları büyük çelişkinin altında eziliyorlar.
Ben bu benzer iki problemin, özellikle 1 Kasım 2015 seçimlerindeki AKP zaferi sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel savunucularının [5] hayal kırıklıklarını da açıklayabileceğini düşünüyorum. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin mağduru ama onun eklentileri olan darbelerin de bizatihi ürünü olan ‘yeni muktedir’ AKP’nin muhafazakar-neoliberalizmi’nin başarısı, Cumhuriyet savunucularının gözleri-açık kabuslarını yaratırken, onların aklındaki sarsılmaz dört sacayağını da yerinden oynatıyor.
Her şeyden önce AKP görüntüsüyle kurulan rejim, ‘beyazlatılmış Türk’ün adeta tiksintiyle baktığı Batılılaşmamış Türk imgesini (“göbeğini kaşıyan adam”ı [6]) toplumun merkezine konumlandırıyor. Cumhuriyetin ‘kaybedenleri,’ kurucu cumhuriyetin geç-değerlerinden Batılı görüntü, Batılı sanat, Batılı eğitim gibi güçlü sembollerden fersah fersah uzak bir karakterin kendileri ile aynı ‘düzeyde’ olmasını hazmetmekte güçlük yaşıyorlar.
İkincisi, cumhuriyetin adeta bir ırk-projesiyle yeniden-şekillendirdiği ‘millet’ ve ‘milliyetçilik,’ [7] söz verdiği tüm Batılı getirilerden soyutlanarak, “ayaklar altına alınıyor”[8] ve bundan geriye Sünni İslam sosu bol kepçe boca edilmiş bir ‘Türk’ kimliği kalıyor. En son yeniden-düzenlenen “Cuma namazı izni”[9] gibi uygulamalar, birkaç yıl öncesine kadar tahayyül dahi edilemez görülürken, bugün hepsinin aktüel birer gerçek olarak karşılarına çıkması, Türk’ün milli kimliğindeki din bileşeni hakkında soru işaretlerini arttırıyor. Laiklik ilkesinin neyi ima ettiğini zaten hiçbir dönemde anlayamamış olan insanlar, bir süredir ‘sahiden neden var bu laiklik?’ sorusunu soruyor, yanıtını (yine) bulamıyor ve bu kez gündelik rutinlerde de kendisini göremeyince inanç ve kimlik düzeyinde ciddi sıkıntıya giriyorlar.
Üçüncüsü, bir süredir gündemden inmeyen “Başkanlık Sistemi” tartışmaları ile cumhuriyetin öz-varlığı ve sorgulanamaz (kabul edilen) deneyimi konusunda büyük boşluklar hissediliyor. Burada cumhuriyet kavramının içeriğinden ziyade, tabelalarda görülen varlığından söz ediyoruz elbette… Başkanlık sistemi ile cumhuriyetin “bölünmez bütünlüğü” ve “üniter yapısı”na zeval geleceği tehdidi, Sözcü, Halk TV, Ulusal TV vb. medyada ardı kesilmez biçimde tekrarlandıkça, [10] cumhuriyet kavramının sadece bir tekilliğe yönelik olduğu (yanlış) algısı güçleniyor. Bir dönemler “açılım siyaseti” nedeniyle Başkanlık Sistemi’nin sadece ‘Kürtlerin işine geleceği’ “korkusu” ile yaşayan insanlar, bugün Doğu’da ve Güneydoğu’da olup bitenlerle başkanlık olgusunu bağdaştıramıyorlar. [11] Bugün cumhuriyetin geleneksel savunucuları, kendi sıfatlarını önceleyen siyasi kavramı büyük bir vakumdan ibaret görüyorlar.
Ve son olarak, kurucu-lider kültü… Cumhuriyetin geleneksel savunucularının tüm sosyo-politik dünya görüşlerini kendi cisminde birleştirdikleri Atatürk ile ilgili ciddi kaygıları var. Aslında bu kaygı, kökleri Türkiye tarihindeki İslamcı partilere dayanan AKP’nin 2002 yılındaki seçim zaferi ile birlikte başlamıştı ama bugün en yüksek seviyede seyrediyor. Bu savunucuların çoğunlukla haberdar olmadıkları bir değişim ise kaygının yükselen seviyesinden ziyade, kaygının içeriğinde yaşanıyor. Başlarda “bunlar Atatürk’ü silecekler” şeklinde başlayan kültü kaybetme korkusu, bugün “Atatürk’ün yerini Erdoğan alıyor” [12] biçimine bürünmüş durumda. ‘İkinci Cumhuriyet,’ ‘Yeni Türkiye’ gibi içi görece boş söylemlerin hemen hemen tamamı aslında Atatürk figürünün, “Çankaya”nın, yerini Erdoğan’ın, ve “Saray”ın, alması imgelemini içeriyor. Bu nedenle, Gezi Olayları sırasında yükselen “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganı, geleneksel cumhuriyet savunucularına “umut” olurken, Gezi’den “ikinci bir Atatürk” çıkmaması onları hayal kırıklığına sürüklüyor.
İbrahim Kaya’nın Yeni Türkiye: Modernliği Olmayan Kapitalizm isimli kitabında yer verdiği şu cümleler, yazının başında bahsettiğim Dean ve tayfası ile geleneksel cumhuriyet savunucularının hayal kırıklıklarını ortak bir paydaya getirmek için yararlı olabilir:
“Kuşku yok ki cumhuriyetçilerin [geleneksel cumhuriyet savunucularının] dünyanın güncel döneminden öğrenecekleri şeyler bulunmaktadır, çünkü artık dünya cumhuriyetçilerin bir zamanlar olmasını istedikleri dünya değildir. Öncelikle, cumhuriyetçiler ‘farklılığın’ cumhuriyetçi modernliğe olan ilişkisini yeniden düşünmek zorundadırlar. Öyle ki insanlık için tek, ‘birleşik’ bir dünyaya artık hiçbir kolektif inanç yoktur. Ulusal bütünlük temelinde yükselen evrensel idealler yeniden daha dikkatli düşünülmek durumundadır. Bir başka ifadeyle, kültürel çeşitlilik ve çoğulluk daha olumlu olarak karşılanmak durumundadır.” [13]
Kaya’nın birer kaybeden olarak tanımladığı geleneksel cumhuriyet savunucularına verdiği “birlik/bütünlük söylemlerini, geleneksel aktörleri, evrensel ideolojileri, hakikat tanımlarını bir kenara bırakıp çeşitlilikleri/farklılıkları hayatınızın merkezine oturtun” mesajı aslında yıllardır post-modern veya neo-liberal akımların sol’a ve komünist ideolojiye verdikleri tavsiyelerden çok da farklı değil. Modern olanın, farklı sesleri kucaklamayı zorunlu kıldığı argümanında tartışılacak çok da fazla bir yan yok elbette. Ancak sorun şu ki, hem Türkiye’nin cumhuriyet algısında hem de (daha da fazlasıyla) sol teoride, bu çeşitlilikleri içerme potansiyeli – onlara “daha kapsayıcı olun” mesajını verenlerin düşündüğünün aksine – halihazırda zaten mevcut. Tekil-işçi ya da tekil-vatandaş kavramlarını ve bunlara verilen kurucu değerleri geride bırakıp yollarına devam edebilecek, bu değerleri yeniden düzenleyebilecek bir algı kırılması aslında her iki kesimde de mutlaka deneyimlenebilir.
Deneyimlenebilir ama bunun da bazı önkoşulları var… Her şeyden önce bu iki kesimin üzerlerinden bir türlü atamadıkları “biz kaybettik” hayal kırıklığı ile hesaplaşmaları, süper-egoları ile ciddi bir savaşa girmeleri gerekiyor. Bugün ortaya çıkan ve hoşnut olmadıkları tabloda sorumlulukları olduğu bilincini taşımak, otomatik bir “kaybettik biz” hüznüne değil, “nerede yanlış yaptık ve bunu bugün nasıl düzeltebiliriz” sorusuna yerini bırakabilir. [14] Artık atıl kalmış eski kurumlar, partiler ve isimler birer “emeğe saygı” karikatürünün ötesine geçip, işlevsel bir ortaklık üzerinde büyüyecek yeni diskur alanları oluşturabilir. Hayal kırıklığı ile evde televizyon karşısında ağlayan insanlar, bu karikatürlerle, bu karikatürleri ortaya çıkaran koşullarla ve insanlarla hesaplaşmaya, önce kendilerini sonra da bu figürleri ciddiye almamakla başlayabilirler örneğin…
Cidden soruyorum: Halk TV’de bu kadar ciddiye alınacak, orada program yapan insanların ağzından çıkan her cümleyi bir “kıyamet alameti” sayacak ne olabilir? 2016 yılında hala frekans seslerini duyduğunuz bir televizyon kanalı, sizi nasıl olup da hüzünlere gark edebilir? Savundukları değerler her ne olursa olsun, söyledikleri cümleler sürekli aynı kelimeleri içeren insanlar birer vaiz değildir de nedir? Ya da Kızılay’da bildiri dağıtan ve kelime dağarcıklarını “emperyalizm,” “yoldaş,” “arkadaş” gibi kavramlarla sınırlı bırakmış – bunun böyle olması gerektiğine kendilerini inandırmış – çocukların hali sahiden komik değil midir?
Alay etmek, dalga geçmek, gerekirse can acıtacak esprilerle kendi hallerine gülmek, hem sol kesim hem de geleneksel cumhuriyet savunucuları için küçük de olsa bir başlangıç noktası oluşturabilir. Bugüne kadar hep “ötekilerle” dalga geçmiş insanların artık kendi yaptıklarına gülme zamanı geldi sanırım. Oturup ağlayarak, can sıkarak, “bu memleketten bir yol olmaz” diyerek kaybedecek daha ne kadar zamanları var ki cidden?
Türkiye’de sol ve cumhuriyet savunucuları artık manevi, spiritüel, ulu, olağanüstü, fedakar, kurucu, ilerleyici, gelişmeci, kutsal vb. sandıkları tüm değerlerinden ve başta da kendilerini koydukları bu asılsız güvercin-deliklerinden bir an önce kurtulmalı ve “insani” özelliklerine yeniden kavuşmalıdır. Gülme, alay etme, ciddiyetini kaybetme işte tam da bu nedenle önemlidir.
Korkmayın, “gülme günümüze dek tahakkümün göstergesi, kör ve inatçı doğanın patlaması olagelmişse de karşıt yönde bir öğe daha barındırır. O da, kör doğanın gülme yoluyla kendisini olduğu gibi kavrayacağı, böylece yıkıcı tahakkümden vazgeçeceği düşüncesidir… Gülme, yurda giden yolu vaat etmektedir.” [15] Gülme, bir öze dönüştür; silkinip kendine gelmenin en güvenilir yoludur. Onda korkulacak hiçbir şey yoktur.
Zira, Henri Bergson’un da söylediği gibi:
“Sadece gerçek anlamda insani olan şeyler için gülünçlükten bahsedilebilir. Bir manzara güzel, zarif, görkemli, silik veya çirkin olabilir fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir ama bu ondan insani bir tavır veya ifade yakaladığımız içindir. Bir şapkaya gülünebilir fakat bu durumda alaya aldığımız şey bir keçe veya hasır parçası değil insanların ona verdiği biçimdir, yani insan kaprisinin girdiği kalıptır… Bazıları, insanı ‘gülen hayvan’ olarak tanımladı. Aynı şekilde insanı, güldüren hayvan olarak da tanımlayabilirlerdi çünkü başka hayvanlar veya bazı cansız nesneler güldürmeyi başarsalar da bu ancak onların insanla olan benzerliklerine, insanın onlar üzerinde bıraktığı ize veya insanın kullanımına bağlı olarak gerçekleşir.” [16]
Zaman, gülmenin zamanı değil midir?…
[1] Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture & Society, 27(3), 2015.
[2] Jodi Dean, “The Party and Communist Solidarity,” Rethinking Marxism, 27(3), 2015, s. 340 (332-42).
[3] Ayrıca bknz. Jodi Dean, Democracy and Other Neoliberal Fantasies: Communicative Capitalism and Left Politics, Durham: Duke University Press, 2009, ss. 19-48.
[4] Karl Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler,” Alman İdeolojisi içinde, T. Ok ve O. Geridönmez (çev.), İstanbul: Evrensel, 1845/2013, s. 17.
[5] Burada “cumhuriyetin geleneksel savunucuları” başlığı altında hemen hemen tüm CHP seçmenini, bazı MHP’lileri ve temelde Gezi Olayları’na aktif/pasif olarak destek veren, sekülerlik yanlısı tüm vatandaşları kastediyorum.
[6] Bekir Coşkun, “Göbeğini Kaşıyan Adam…,” Hürriyet, 2 Mayıs 2007,
[7] Ayça Alemdaroğlu, “Politics of the Body and Eugenic Discourse in Early Republican Turkey,” Body & Society, 11(3), 2005, ss. 61-76.
[8] “Erdoğan: Milliyetçilik Ayak Altında,” Hürriyet, 18 Şubat 2013,
[9] “Davutoğlu Açıkladı: Cuma Namazı İçin Mesai Düzenlemesi,” Hürriyet, 5 Ocak 2016, ; “Okullara ve Ders Saatlerine de Cuma Namazı Düzenlemesi Geliyor,” Radikal, 14 Ocak 2016,
[10] “Atatürk Başkanlık İçin Neler Demişti?,” Sözcü, 8 Ocak 2016,
[11] Orhan Bursalı, “Başkanlık Rejimi: RTEHDP İttifakı Olabilir Mi?,” Cumhuriyet, 11 Ocak 2016,
[12] Orhan Bursalı, “RTE ‘İkinci Atatürk’?,” Cumhuriyet, 1 Eylül 2014, ; “10 Kasım’da Sarıklı Cübbeli Provokasyoncu,” Cumhuriyet, 10 Kasım 2015,
[13] İbrahim Kaya, Yeni Türkiye: Modernliği Olmayan Kapitalizm, Ankara: İmge, 2014, s. 69.
[14] Bu yazının yayımlanmasının üzerinde neredeyse iki yıl geçti ve İngiltere’deki İşçi Partisi’ndeki dönüşüm, adeta yazıdaki “yeni söz söyleme” ihtiyacını karşılarcasına ortaya çıktı. Enfes bir analiz için, bknz. Ergin Yıldızoğlu, “İngiltere Dersleri,” Cumhuriyet, 5 Ekim 2017.
[15] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, (çev.) N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan, İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 111.
[16] Henri Bergson, Gülme: Gülüncün Anlamı Üzerine Deneme, (çev.) D. Çetinkasap, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1900/2011, s. 5.