spinoza’y(l)a dönüş

“Her bakımdan sonsuz ve var olan tüm cisimleri/bedenleri içeren tek bir Doğa vardır, insan Doğayı oluşturan bütün diğer bedenler gibi bunun bir parçasıdır; Doğa belli bir düzene göre işler ve ancak tercihlerimizden, alışkanlıklarımızdan sıyrılarak şeyler arasındaki zincirleme bağlantıyı kavramaya gayet edersek, bu düzeni anlayabiliriz. Hiçbir zaman tam ve eksiksiz olmayacak bu anlama, herhangi bir doğaüstü vahye ihtiyaç duymadan kendimizi anlamamızı da sağlar. Bunun için her şeyden önce, Doğadaki tüm diğer bireyler gibi mümkün olan bütün yollarla çoğalmayı ve varlığımızı sürdürmeyi arzu ettiğimizi ve Doğanın bağrında özel bir konumumuz olmadığınını kavramalıyız. Buna en iyi şekilde ulaşmak için de, çocukça inançlarımızdan kurtulmalı ve neyin büyümemizi sağlayacağını, ‘eyleme kudretimizi’ artıracağını, yani başka şeylerden etkilendiğimizde ve onları etkilediğimizde neyin bizi daha etkin kıldığını iyi anlamalıyız. Örneğin, durmadan başkaları üzerinde daha fazla iktidar kurmaya çalışmak ve üstelik sürekli hüsrana uğramak yerine – zira herkesin efendisi olmak mümkün değildir – onlarla birleşmeye çabalarsak tek tek herkesin yeteneğinden müşterek olarak yararlanır, bize zarar verebilecek şeylere karşı da daha iyi direnebiliriz. Ne kadar bu yönde etkili olursak, insan olan olmayan diğer bütün bireyleri o kadar çok severiz, o kadar sevinç içinde yaşarız – kastettiğim neşe ya da keyif değil – ve sonsuz yüce mutluluğa, yani daimi bir ‘benden hoşnut olma’ haline erişiriz… Doğanın güçleri bizimkileri fersah fersah aşar, dolayısıyla yüce mutluluk halinde ‘olmak’la yetinemeyiz; bu kesintisiz bir çabadır.”[1]

 

“Doğanın var olduğundan şüphe edemem; dört bir yandan ve binbir biçim ve hareketle bana kendisini dayatıyor. Ayrıca, temel matematiksel özellikler (doğruların paralelliği, üçgenin iç açılarının toplamı, orantı kuralı, dairenin yarıçapı ile çevresi arasındaki ilişki ve daha pek çok teoremi sayabiliriz, René Descartes’ın ortaya koyduğu yansıma ve kırılma kanunları, Galileo’nun keşfettiği düşen bir cismin ivmesi gibi bazı şeyler üzerinden zamanın etki etmediğinin de farkındayım. Bu aynı zamanda, tözün (nedeni kendinde olarak) tanımı-ve-varlığı, gerçekliğin ve mükemmelliğin niteliği, Doğanın mutlak sonsuzluğu ve Doğadaki verili her şey için onu yok edebilecek daha güçlü bir şeyin de var olması için de geçerli. Doğada şeyler ne tür değişimler geçirirlerse geçirsinler, bu tespitler, değişmez bir biçimde, doğruluklarını korur. Başka bir deyişle, bunlar ‘ebedi hakikatlerdir,’ çünkü ne başlangıçları ne de sonları vardır; bunları zihnin kurguları olarak kavramak, insan zihninin Doğanın dışında var olduğuna ve uzamda (daireler, çizgiler, açılar) ve düşüncede (kendi kendinin nedeni olma, eyleme kudreti, denklik) zihnin kendisinin şeyler yaratabildiğine inanmak anlamına gelir. Neden-sonuç ilişkilerini inceleyerek şeylerin bir özü olduğunu ve bu özün de süreden bağımsız olduğunu görürüz – tabii Doğada her şeyin rastlantısal olarak evrildiğini kabul etmiyorsak (öyle olsaydı hiçbir şey düşünemez, hatırlayamaz, tahayyül edemezdik), ‘Tanrı, başka deyişle, Doğa’ derken bütün kastettiğim, nedenlerle sonuçların aynı düzlemde olduğunu, yani Doğaya kendi değişken iradesi (nasıl ki herhangi bir özel irade değişkense) doğrultusunda boyun eğdirecek – Doğanın dışında, üzerine ya da ötesinde – Birinin var olmadığını tespit etmektir ki Doğanın bir parçası olan aklımı kullanıyorsam, başka türlü yapamam.

Ebediyet tam da Tanrı ile Doğanın bu birliğidir ve bunun bir parçası olan insan zihni bu sayede şeylerin zorunluğu varlığını – hiçbir zaman bütünüyle olmasa da bazı bakımlardan  – anlar. Anlama yetisinin bedenden kaynaklandığını, bedenden başka hiçbir esin kaynağının olmadığını (örneğin, Descartes’ın öne sürdüğünün aksine) bıkmadan usanmadan tekrar etmeye gayret ediyorum. Zihnin ebediliğini öne sürebilmiş olmam zihnin bedenden uzun ömürlü olduğu anlamına gelmiyor, çünkü zihin bedenden ne önce ne de sonra var olabilir; benim kastettiğim insan zihninin şeylerin özünün bilgisine erişebilir olduğu. Ancak bilmekle zihin bir tür ebediyeti idrak eder; bu ebediyet Doğanın sınırlı bir parçası olduğumuz için tözün ebediliğinden elbette farklıdır. Zihin bilgilerinden hareketle duygulanmaları ve etkilenmeleri düzenlemeyi başarsa da, ancak kendisini duygulandıranı ve kendisine etki edeni bilir, hissetmediği şeyi bilmez. ‘Tanrı’yı bilmek’ diye adlandırdığım da budur. İşte bu nedenle şöyle yazmıştım: Qui Corpus ad plurima aptum habet, is Mentem habet, cujus maxima pars est æterna [Bir beden etkinliklerini ne kadar çeşitlendirirse, ebediyet duygusunu da o kadar tadar]. ‘Değişmez ve ebedi hakikatler’den söz etmem kesinlikle mecazi anlamda ya da belagat olsun diye değil, gerçekliğin zihinsel kavranışı gereği, zorunluluk icabıdır. Şeylerin özlerinin bütünü Doğayı oluşturur, bunu Tanrı olarak da adlandırabiliriz. Bedenin yetenekleri ya da yatkınlıkları derken etkin haldeyken yaptıklarını kastediyorum, yani nedensellikleri bilerek ve bunun kendisine verdiği sevinç (eyleme kudretinin artması) içinde yatıklarını. Etkinlik, tanımı gereği, hiçbir zaman kederli değildir, çünkü bizi şeylerin özüyle temasa geçirir… Bizi yetişkinliğe, yani Doğayı, her daim olmasa da sıklıkla, alıştığımız fantezilerin dışında anlayabilme haline götürür. Bu ebediyet bilgisinin gizemli, büyülü ya da esrarengiz bir yanı yoktur. Yerleşik önyargılardan, ‘manevi’ ve ‘fani’ rehberlerin anlattığı masallardan, duyularından edindiği izlenimlerden, özellikle de kendisini zayıf, Doğanın zorluklarına maruz kalmış hissettiği ya da başka insanların boyunduruğu altındayken edindiği izlenimlerden kurtulma gayreti gösteren her insanın erişebileceği bir bilgidir bu.

[… Bahsettiğim bu] üçüncü tür bilgi soyut fikirlerden (bunlar hayal gücünün ve kelimelerin tesadüfi kullanımının ürünüdür) değil, şeylerin özünün, eşsizliklerinin, neden öyle değil de böyle olduklarının kavranmasından oluşur. Soyut olmaktan o kadar uzaktır ki, bir şeyin özünü tasvir etmek çok zordur, çünkü diğer şeylere göre o şeyi birlik halinde tutan bütündür öz… Üçüncü türden bilgi, zihnin tek bir bakışıyla bir şeyi başka bir şey değil de o şey kılan bütünü, başka bir deyişle o şeyin özünü kavrama yeteneğidir.

… On beş küsür yıldır sürekli olarak geliştirmeye çalıştığım bu görüşü kavramak hiç de basit değil. ‘Bedensel duyumsamalar ile şeyleri özleriyle, sub specie æternitatis, kavramayı birleştirerek’ imkansız bir şeye yeltendiğimi [söylüyorlar.] Doğrudur, ama buna ulaşmak imkansız değil, sadece çok zordur ve dini dogmalar, siyasi bağnazlık, çocuksu her şeye kolay kanma saflığımız ve nihayet bedenin bütün etkilenme ve duygulanmalarından azade olacağımız daha iyi bir dünya endişesi ve umudu içinde kaybolmuş bizlerin düşünce alışkanlıklarına zıttır. Halbuki bu ‘azad olma’ ebedi bir yaşam değil, ölümün ta kendisidir.” [2]

 

“Ben ebedi olduğumuzu idrak ettiğimizi ve deneyimlediğimizi söylüyorum, bu da sonsuzu deneyimlediğimiz anlamına gelir… [B]izler sonsuzun bir parçasıyız ve zihnimiz, her ne kadar sonlu olsa da, sonsuza erişebiliriz… Doğanın bizim bedenlerimiz de dahil sonsuz bedenden/cisimden oluştuğunu ve Zihnin de bu Bedenin bilinci olduğunu anlarsak, bizim dışımızda olan[ın] da içimizde [olduğunu anlarız…] Bizi ebedi hakikatlere götürenin bedenlerimiz olduğuna inanıyorum ve onlar da öyle ‘gökten düşmüyor;’ bıkmadan usanmadan tekrarlıyorum,bu bedenler Doğanın bütünü olan bu Bireyin bir parçası olduğuna göre, şüpheye yer bırakmayan hakikatlere – kimi açılardan – ulaşabilirler.” [3]

 

“Tek bir kere bile Tanrı demeden her yerde ‘Doğa’ diye yazabilirdim – tabii bu Doğanın aynı zamanda kendini bilme, kendinde olma, kendini yaratma, kendini koruma, vb. (çünkü bizim erişemediğimiz ve benim attributum, yani sıfatları dediğim, başka nitelikleri de var) demek olduğunu da belirtmek koşuluyla. Doğa en basitleri (Demokritos ve Epikuros bunlara ‘atom’ ya da temel parçacıklar adını veriyor) gözle göremeyeceğimiz kadar küçük, kimileriyse gözlem imkanımızı aşan büyüklükte bileşik cisimlerden oluşuyor. Yine de Doğanın kendi kendini yaratma süreci sayesinde onu özü itibariyle bilebileceğimizi düşünüyorum. Başka bir deyişle, cisimlerin, hiçbir şekilde rastlantısal olmayan, oluşumlarını belirleyen neden-sonuç ilişkileri sayesinde Doğayı tanıyabiliriz. Kendi kendini yaratma bizim kendi kendimizi yaratmamız da olduğuna göre, bunun yasalarını kavrayabiliriz. ‘Ebediyet’ dediğim de bu: kendi yasaları üzerinden, özü içinde Doğayı anlamak. Bilinmez güçlerin, tanrıların ve şeytanların cirit attığı bir dünya hayal etmeyi tercih edenlere bu görüş soyut ya da anlaşılmaz gelebilir; halbuki tam tersine, Doğadaki her şeyi olduğu haliyle ya da en azından bütününün (‘sonsuz sıfat’tan söz etmeye beni yönelten de bu kısıtlama olmuştur) birkaç veçhesini algılamanın tek yolu budur… [İ]nsan kendisini ve Doğadaki diğer şeyleri aynı biçimde tanır. Kendimiz hakkında daha çok şey öğrendikçe diğerleri hakkında da daha çok şey öğreniriz; aynı şekilde tersi de geçerli, çünkü var olan her şeyin doğası aynıdır… Bir tarafta psikolojik diğer tarafta ise fiziksel (ya da fizyolojik) olmak üzere iki çeşit bilgi olmadığına ise şüphem yok; neyin için, neyin dış olduğu tamamen bir bakış açısı meselesi.” [4]

 

“Ne zaman Tanrı desem, hemen herkesin aklına bir kişi geliyor; Doğadan söz ettiğimde ise madde ya da yaşam geliyor akıllara, ama zihin gelmiyor. Zihin, bedenin fikirlerinin bütününden müştekildir dediğimde, düalist olduğumu sanıyorlar. Fakat beden kendisinin fikirlerini içerir; başka bir deyişle, beden kendi kendini düşünür deseydim, bu sefer de saçmalık olarak görülecekti, zira, tıpkı meşhur Descartes gibi, bedeni sadece madde olarak tasavvur ediyorlar. Deus sive Natura (‘Tanrı ya da Doğa’) diye söylemeye mecburum ve her yerde Tanrı/Doğa diye ya da Evren diye yazmam veya başka bir kelime uydurmam gerekiyordu. İrade ile anlama yetisi aynı şeydir diye yazdığımda da aynı yanlış anlamaya çarpıyorum; birini diğerine tabi kıldığım sanılıyor, halbuki kastım gayet basit: Anlamak aynı zamanda onaylamak ya da reddetmektir vb., anlamak herhangi bir etkinin veya duygunun olmadığı bir gözlem değil, anlaşılan şey ile ilişkiye girmektir. Bizler Tanrı/Doğanın bir parçasıyız, asla dışarıda ve ona kayıtsız kalan bir konumda değiliz, dolayısıyla arzu duymadan bir şeyi düşünerek kavrayamayız (intelligere).” [5]

 

“Eyleme kudretinin ya da yeteneğinin artırılmasından ve bunun bizi özgürleştirmesinden söz ettim, ancak bu özgürleştirme zorunlu olandan değil, olumsal olandan, tesadüf olandan özgürleşmektir. Söz konusu olan yine varlığında sebat etmektir [conatus]; ancak, birçok türde eylem‘den söz ederken, bu eylemlerin neyi sürdürmeyi ve artırmayı amaçladıklarını belirterek netleştirebilirdik sanıyorum:

  • İlk olarak, sağlıklı bir şekilde, iyi bir halde hayatın idamesi. Başka bir deyişle, yıkımımıza karşı koyan her şey bedenimizin/zihnimizin bütünlüğünü korur.
  • İkinci olarak, diğer insanlar arasındaki ve Doğanın bağrındaki varlığımız, tuttuğumuz yer, işgal ettiğimiz mekanlar, kurduğumuz bağlar, ortak bir topluluğa aidiyetimiz.
  • Üçüncü olarak, aldığımız tedbirler, koruduğumuz ya da kurduğumuz rabıtalar, dengeler, kısacası adalet ve doğruluk.
  • Dördüncü olarak, yeni bilgi ve tanışıklıklarımızla, keşiflerimiz ve buluşlarımızla, becerimizle, yaratıcılığımızla dünyamızı çoğaltma…

İnsanların bir özgünlüğü varsa, o da nüfuzlarını her şey üzerine yaymaya çabalamalarıdır ama buna ancak onları daha iyi tanıyarak ve severek ulaşabilirler. Çoğu kişi hayli sınırlı bilgiyle birlikte, sırf sahip olmanın ya da gelişigüzel bir kullanabilme imkanının yeterli olduğunu sanıyor. Örneğin, zevk olsun diye tuhaf biçimli hayvancıkları seyretmek için mikroskop kullanıyorlar ama onları incelemeye çabalamıyorlar; ya da dağları daha yakından görmek, gezegenleri ve yıldızları seçebilmek için teleskopla bakıyorlar ama astronomi bilmiyorlar. Halbuki bilme yeteneklerimizi artırmaya çabalarsak, aynı zamanda Doğa sevgimizi de artırmış oluruz. Bu da ebediyet duygusuyla bağlantılıdır. Ebediyet duygusu Doğa sevgisinden/bilgisinden başka bir şey değildir; dolayısıyla da başta, nasıl olurlarsa olsunlar, insanlar olmak üzere pek çok başka şeyi ve kendini sevmek/bilmektir.” [6]

 

 

[1] Benedictus Spinoza’nın kurgulanmış-ağzından aktaran: Michel Juffé, Freud-Spinoza Mektuplaşması: 1676-1938,  (çev.) S. İdemen, İstanbul: Metis, 2016/2018, ss. 21-22.

[2] A.g.e., ss. 112-118.

[3] A.g.e., ss. 141-143.

[4] A.g.e., ss. 193-194.

[5] A.g.e., ss. 208-209.

[6] A.g.e., ss. 246-247.

Comments Off on spinoza’y(l)a dönüş

Filed under Teori

Comments are closed.