Değerli gazeteci büyüğüm Muharrem Sarıkaya’nın 29 Nisan 2015 tarihli köşe yazısı, “Sessiz Çoğunluk,” [1] Türkiye toplumunun seçimlere kırk günden az bir süre kala neden ‘kendini beklemeye aldığı,’ daha net bir ifadeyle, neden seçimler öncesinde hak ve talep iddialarının yüksek sesle dile getirilmediği hakkındaydı. Sarıkaya ile yaptığımız sohbetin bir bölümünün de yer aldığı yazı, bende seçimle ilgili düşüncelerimi yeniden gözden geçirme ve argümanlarımı netleştirebileceğim bir karşı-yazı yazma isteği doğurdu. Kendisine hem görüşlerimi yazısına taşıdığı hem de bana verdiği bu istek için teşekkür ediyorum.
Öncelikle, bir gazete sayfasının verdiği kelime limitlerinin üzerine çıkabilme özgürlüğümü de kullanarak, Sarıkaya’nın ‘seçim öncesi suskunluk’ gözlemi hakkında genel bir yorum yapmak isterim.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonraki siyaset teorisinin ana sorunsalı, bireylerin siyasetteki rolü olarak öne çıkıyor. ‘Demokrasi,’ ‘meşruiyet,’ ‘siyasal katılım’ veya ‘kamusal alan’ gibi kavramlar üzerinde yükselen teorik tartışmalar, yakın geçmişteki Occupy! hareketleri veya Arap Baharı gösterilerinin de öncesine uzanan (1999 Seattle WTO protestoları, 1992 Los Angeles sokak olayları, Thatcher Dönemi maden işçileri eylemleri vb.) kimi örneklerle kanlı canlı bir pratik olarak karşımızda duruyor. Bu örnekleri var eden temel sorun, mevcut (neoliberal) siyasal-ekonomik rejimin, demokrasi kavramını yücelterek, bireyleri ‘oy verme hakkı ile kutsamasından’ ve onları birer ‘oy verme makinesi’ olmak dışında siyasal bir kimliğe (politik özneliğe) konumlandırmaktan ısrar ve itina ile kaçınmasından kaynaklanıyor.
Joseph Schumpeter’in “minimal ya da prosedürel demokrasi” [2] anlayışı olarak adlandırdığı bu yoruma göre, insanlar zaten oy verebilme (yani önlerine sunulan siyasi parti alternatifleri arasından bir seçim yapabilme) yetisine sahip olmak dışında, başlı başına bir meslek (profession) olan siyasetin inceliklerini kavramaktan uzak, bir ülke/halk yönetiminin gitmesi gereken yolları inşa etme vizyonundan aciz ve daha önemlisi tüm bunların önünde geciktirici birer engel olmanın ötesine geçemeyen ‘makineler’ olarak kurgulanıyorlar. Hannah Arendt’in veya Jürgen Habermas’ın “katılımcı cumhuriyet/demokrasi” [3] tanımlarında gerçek kimliklerini ancak ve ancak kamuya açık alanda kazanabilecekleri ve gerçek bireyselliklerine kamusal alanda fikirlerini beyan ederek ulaşabilecekleri öngörülen “siyasal insanlar,” bugünkü siyasi pratikte, oy verme dışında siyasete katılımı tehlikeli görülen ve sesi farklı bir platformda çıktığı anda susturulması gereken birer parazit olarak ele alınıyor. [4]
Schumpeterci minimal demokrasi, elbette 1980-sonrası neoliberal kurumları özümsemeye uğraşan Türkiye siyasetinin de başat düsturu durumunda. Bugünlerde hemen herkesin – belki de haklı olarak – ‘ulusalcı bir fantezi’ olarak ele aldığı Cumhuriyet Mitingleri veya Susurluk Olayı sonrası ‘sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemleri gibi ‘resmi ideolojiye yakın’ örnekleri bir kenara bırakırsak, Türkiye’de farklı seslerin çıkmasına, halk hareketlerine, boykotlara [5], 1 Mayıs gösterileri başta olmak üzere işçi hareketlerine ve hatta siyasi fikirlerin basın aracılığıyla açıkça beyan edilmesine bile şüphe ile yaklaşan, disiplinci bir iktidar zihniyeti hüküm sürüyor. Gezi Olayları’nın ve 17-25 Aralık süreçleri sonrasında kalkışılmakla kalınan ayaklanmaların fiziksel ve sembolik şiddetle bastırılması, elbette seçim öncesi kamusal tartışmaların yapılmasına ve seçim sonrasına yönelik taleplerin dışa vurulmasına da engel oluyor.
Öte yandan, Sarıkaya’nın sözünü ettiği seçim öncesi suskunluğun bir nedeni de bana kalırsa normal koşullarda kamusal alanda ses çıkartmaya en meyilli kesimin, bugünkü seçimlerdeki rollerine henüz karar verememiş olmasından kaynaklanıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, benim gözlemime göre, Türkiye siyasetinin konuşan/konuşabilen aktörleri bir süredir 7 Haziran’da kullanacakları oy üzerinde kafa yormaya ve dolayısıyla da oy verme davranışları ile ilgili bir karar almaya çalışıyor. Basit bir söylem analizi [6] ve buna eklenecek bir matematik hesabı, bu gözlemime destek sağlayacaktır görüşündeyim.
7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nin kritik sorusu, HDP’nin %10 barajını geçip geçemeyeceği ile alakalı olarak öne çıkıyor. İktidar partisinin de diğer muhalefet partilerinin de gündemini meşgul eden bu mesele, şüphe yok ki oy verecek bireyleri de birincil derecede ilgilendiriyor. Muhalif söylemin AKP’nin seçim sonrası başkanlık sistemine geçişi ön gören vaatlerini bir “diktatörlük hamlesi” olarak yeniden-üretmesi, HDP gibi seçmen kitlesinin büyük bölümünü bir azınlık grubunun oluşturduğu küçük ölçekli bir ‘siyasi parti’yi başkanlık sistemine geçişi ‘önleyebilme potansiyeline’ sahip, büyük ölçekli bir ‘siyasi aktör’ haline getirmiş durumda. Bu söylemsel değişimin sonucu olarak, daha önce HDP ile arasına (etnik) mesafe koyan AKP-karşıtı seçmen için HDP, artık oy verilebilecek bir ‘olasılık’ halini almış gözüküyor. Bu durumda bizi ilgilendiren seçimin ve seçmenin matematiği de değişmiş oluyor.
Matematikteki bu değişimi hesaplamak için, 2011 Genel Seçimleri’nin ve 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin verilerini karşılaştırmalı olarak hatırlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
2011 Genel Seçimleri [7]
Toplam Seçmen Sayısı: 52,806,322
Kullanılan Oy Sayısı: 43,914,948 (%83,16)
AKP: 21,399,082 oy (%49,83)
CHP: 11,155,972 oy (%25,98)
MHP: 5,585,513 oy (%13,01)
Bağımsız: 2,819,917 (%6,57)
2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi [8]
Toplam Seçmen Sayısı: 55,692,814
Kullanılan Oy Sayısı: 41,283,627 (%74,13)
Recep Tayyip Erdoğan: 21,000,143 (%51,79)
Ekmeleddin İhsanoğlu: 15,587,720 (%38,44)
Selahattin Demirtaş: 3,958,048 (%9,76)
2015 Genel Seçimleri’nde 56,632,889 kayıtlı seçmen oy kullanacak [9] ve katılım oranının %80’lerde olacağı tahmin ediliyor. Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde CHP ve MHP’nin ortak adayı İhsanoğlu’na, 2011 seçimlerinde bu iki partiden birine oy veren 1,153,765 kişinin oy vermediği; Selahattin Demirtaş’a ise 2011 seçimlerinde bağımsızlara giden oylardan 1,138,131 oy daha fazla çıktığı görülüyor. AKP seçmeninin oy verme davranışının genel katılımla paralel bir düşüş gösterdiği dikkate alınırsa, bu iki rakamın birbirine çok yakın olması (1,153,765 – 1,138,131 = 15,634 oy), Demirtaş’ın temsil ettiği HDP’nin 2015 Genel Seçimlerinde %10 barajını geçmesi için gereken yaklaşık 500,000 oyu [10] Cumhurbaşkanlığı Seçimi için oy kullanmayan ve bu seçimde oy kullanmaya gönüllü olan (yaklaşık) on dört milyon insandan alması gerektiğine işaret ediyor.
Kendi adıma, Sarıkaya’nın “suskunlar” olarak nitelediği, benim yukarıda tartıştığım ve “normal koşullarda kamusal alanda ses çıkartmaya en meyilli kesim” olarak tanımladığım insanların, Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Erdoğan’a zaten oy vermeyen, (bugünkü siyasal söylem öncesi-) Demirtaş’a güvenmeyen, CHP-MHP çatı adayı İhsanoğlu’ndan ise tatmin olmayarak uzak duran seçmen profili ile büyük ölçüde örtüştüğünü düşünüyorum. Bir başka deyişle, 2015 Genel Seçimleri’nde HDP’nin %10 barajını geçip geçemeyeceği ile ilgili ana sorunsala cevap verecek kesim, bana göre Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde oy kullanmayan insanlar olacak. Şimdi esas mesele, bu insanlardan kaçının “HDP’ye oy vermeye meyilli” olduklarını tahmin etmekte yatıyor.
Kişisel gözlemlerime dayanarak, Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde oy kullanmayan seçmenin önemli bir kısmının CHP’ye oy vermek konusunda kişisel endişelere sahip ve daha önemlisi Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na “o kadar da olumsuz gözle bakmayan” milliyetçi-muhafazakar insanlardan oluştuğunu öne sürüyorum. Bu gruptan küçük bir azınlığı dışarıda bırakırsak, aynı isimlerin 2015 seçimlerinde HDP’ye yönelme ihtimallerinin çok düşük olduğu sanırım ortada… Bu grup dışında, Cumhurbaşkanlığı için oy kullanmayan seçmenin diğer önemli kısmı ise aileleri CHP geleneğinden gelen, ulusalcı olarak anılamayacak, liberal-sol’a daha yakın, ancak hala HDP’nin azınlık milliyetçiliği söyleminden uzak duran seçmenler bana kalırsa. Bu grubun ayırt edici özelliğinin, minimal demokratik katılımları dışında, son otuz beş yıldır ülkede gerçek anlamda bir ‘halk hareketi’ olarak adlandırılabilecek tek olay olan Gezi Olayı’na aktif olarak katılmaları ve bunu bir kamusal alan açılımı olarak ele almaları olduğuna inanıyorum. Bu anlamda, söz konusu grubu HDP’ye “bağlayacak/eklemleyecek” (articulation) söylemin bir “Gezi göstereni” içermesi beklentisi kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Peki bu beklenti ne kadar karşılık buluyor?
Bu soruya yanıt vermek için, dört başat partinin seçim bildirgelerine bakmak yeterli olacaktır.
AK Parti 2015 Seçim Beyannamesi (“Yeni Türkiye Yolunda: Daima Adalet Daima Kalkınma”) [11] Gezi Olayı’na herhangi bir atıfta bulunmuyor. AKP’nin Gezi Olayı’nın ‘nefret nesnesi’ olduğu ve partinin toplumsal tabanının Gezi Olayı’na yönelik (inşa edilmiş) bakış açısı düşünüldüğünde, seçim bildirgesinde verilebilecek olası bir Gezi referansının en iyi ihtimalle “olumsuzlama” işlevi göreceğini öngörmek çok zor değil. Bundan itina ile kaçınılması ise sanırım başka bir söylem analizinin konusu olmalı…
CHP Seçim Bildirgesi 2015 (“Yaşanacak Bir Türkiye”), Gezi’yi bir “olay” olarak görmeyi reddederek, onu dolaylı bir yoldan “Toplantı ve Gösteri Özgürlüğü” başlığı altında değerlendirmeye gidiyor. Aynen alıntılıyorum:
“Türkiye’de özellikle Gezi hareketi sonrasında toplantı ve gösteri haklarının kısıtlanmasına yönelik uygulamalar yoğunluk kazanmıştır. Yurttaşlarımız “makul şüpheli” durumuna düşürülmüş, her türlü sosyal paylaşım potansiyel suç kanıtı konumuna getirilmiştir. Çalışanlar, öğrenciler ve sanatçılar üzerinde çok yönlü baskı kurulmuştur. Türkiye, polis ve istihbarat görevlilerinin yetkilerini keyfi ve aşırı biçimde kullandığı bir baskı ve fişleme devletine dönüşmüştür. Kitlesel gözaltılar olağanlaşmış, usulsüz tutuklamalar cezalandırma halini almıştır. Aşırı güç kullanımı, kötü muamele ve hakaret sıradan uygulamalar haline gelmiştir. CHP gerekli tüm yasal ve idari önlemleri alarak yurttaşlarımızın toplantı ve gösteri özgürlüğünün gelişmiş demokrasilerdeki düzeye eriştirilmesini sağlayacaktır.” [12]
MHP kendi seçim beyannamesini 3 Mayıs’ta (Türkçülük Günü’nde) açıklayacağı [13] için henüz bu noktada net bir çıkarım yapmak mümkün gözükmese de, Gezi referansının beyannamede yer almayacağı, yer alsa bile CHP’ninkine benzer – belki ondan da dolaylı bir şekilde – başka bir başlık altında tutulacağını iddia etmek olası. Bilhassa, MHP’nin Gezi Olayları sırasında seçmenine yaptığı “sağduyu çağrısı” [14] göz önünde bulundurulursa, bu iddia daha anlaşılır bir hale gelebilir sanıyorum.
Gelelim, HDP 2015 Seçim Bildirgesi‘ne (“Büyük İnsanlık: Biz’ler Meclise”)… Daha önce, Demirtaş’ın Gezi Olayı’nı “darbeci kısmı” ve “demokratik talep kısmı” olarak ikiye ayırarak ele aldığını belirtmek gerekiyor. [15] Benzer bir ikili anlamı bildirge metninde bulamamak, Gezi’ye dair netleşmiş bir görüşün HDP siyasi stratejisinde olmadığını gösteriyor. Nitekim, Gezi referansı bildirgede “Eşitlik ve Özgürlüğün Yeşerdiği Yeni Bir Yaşamı Gençler Kuracak” başlığı altında şu cümleler içinde yer alıyor:
“Zorlu koşullarda çalışan, okuyan, çalışma yaşamının dışına itilen, ötekileştirilen ama tüm bunlara rağmen yaşamın umudunu büyüten; Gezi’de, Kobâne’de direnen, Rojava’da devrimsel bir sürecin inşasında rol alan, dünyanın dört bir yanında egemenlerin dayattığı politikalara karşı koyan gençlerin mücadelesi ile yeni yaşam çağrısı büyüyor. Gençlerin isyanı, yeni siyasi dili, demokratik siyasal kültürü, özgürlükçü tutumu yeni yaşam siyasetimizi ülke siyasetinin gerçek alternatifi haline getirebilecek ve yeni yaşamı örgütleyecek potansiyeli taşıyor.” [16]
Burada Gezi’ye yapılan vurgunun CHP’ninkinden daha güçlü olduğunu iddia etmek zor değil. Ancak, Gezi Olayı’nın Kobâne ve Rojava gibi çok daha bölgesel – hatta etnik – iki farklı ‘olay’ ile aynı bağlamda ele alınması, hem (HDP’nin ‘Türkiye’nin partisi olma’ söylemi dikkate alındığında) Gezi’nin kapsayıcılığının hem de toplumsal dinamiklerinin, önceden çizilmiş bazı katı siyasal sınırlar çerçevesinde okunduğunu gösteriyor. Gezi sürecine katılan insanların hangi talepleri dile getirmeye çalıştıklarının, üzerinden neredeyse iki yıl geçtikten sonra bu taleplerden hangilerinin karşılık bulduğunun veya HDP’nin meclise girmesi durumunda hangilerine önem vereceğinin muhasebesi bu bildirgede yer almıyor.
Elbette partilerin seçim bildirgelerinin tek bir konu (Gezi Olayı) üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini öne sürmüyorum. Sarıkaya’nın yazısında belirttiği gibi, önümüzdeki seçimler için üretilen kümülatif/toplam siyasal söylemin çok kapsayıcı olduğu iddiamın da hala arkasındayım. CHP’nin sosyo-ekonomik vaatleri, AKP’nin yeni bir gelecek inşası önerisi, MHP’nin – muhtemel – milliyetçi (Kürt siyasi hareketi karşıtı) vurgusu ve HDP’nin çevre, LGBT, azınlıklar vb. sözde-ikincil demokratik talepleri de kapsayan bildirgesi alt alta konduğunda, belki de uzun yıllardır ilk defa Türkiye seçmeninin hemen hepsine (ama aynı anda değil, ayrı ayrı) hitap edebilecek bir kümülatif seçim söylemi ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Burada üzeri açık bırakılan, bir talep olarak ciddi şekilde yanıtlanmadan geçilen tek nokta ise ‘bir talep olarak’ Gezi Olayı.
Toparlamak gerekirse, temel iddiam, önümüzdeki seçimlerin söylemsel olarak Türkiye toplumunu ‘başkanlık sistemi taraftarları’ ve ‘başkanlık sistemi karşıtları’ olarak ikiye ayırdığı; bu ikinci gruba da HDP’yi basit bir siyasi parti olarak algılamak yerine, ona meclis matematiğini değiştirip Türkiye’nin geleceği üzerinde kilit rol oynayabilecek siyasal bir rol atfettiğidir. AKP, CHP, MHP ve HDP’nin seçim bildirgeleri/söylemleri bir bütün olarak ele alındığında, hemen hemen tüm seçmenlerin bu ikili karşıtlığı kabullendiği ve (yalnızca) bu karşıtlık çerçevesinde taleplerine cevap buldukları görülebilir. Buradaki tek istisna ise henüz kendi taleplerine yanıt bulamamış ve sunulan vaatler arasından seçim yapmaya çalışan suskun kesimin varlığı ve bu kesimin hiçbir seçim vaadinde kendine hak ettiği yeri bulamamış Gezi Olayı ile organik bağlantısıdır. Gezi Olayı’nın üstünü örten – onu yok sayan – seçim bildirgeleri/vaatleri, siyasal aktörlükleri oy vermenin ötesine geçen bu kesimi, seçim öncesi kararsız ve suskun bırakmıştır. Kendi adıma Gezi ile birleştirilmemiş seçim vaatlerinin, söylemin tek istisnasının, bu seçim için kurucu (constitutive exception) nitelikte olacağını ve bugünün ‘suskun’ insanlarının oy verme davranışlarını hesaplayamayan ya da bu davranışları kendi matematiklerine dahil etmeyen partilerin (özellikle de HDP’nin) bu siyasal stratejileri sebebiyle seçim sonrasında büyük bir pişmanlık yaşayabileceğini düşünüyorum.
Bekleyip göreceğiz.
[1] Muharrem Sarıkaya, “Sessiz Çoğunluk,” Habertürk, 29 Nisan 2015.
[2] Joseph Schumpeter, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, H. İlhan (çev.), İstanbul: Alter, 1942/2013.
[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, B. S. Şener (çev.), İstanbul: İletişim, 1958/2012; ve Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, T. Bora ve M. Sancar (çev.), İstanbul: İletişim, 1962/2013.
[4] Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında “devletlüye sadakat” boyutunda mutlak bir devamlılık gören Kudret Emiroğlu’nun aşağıdaki yorumu, Türkiye’de (minimal demokratik bir prosedür olarak) ‘seçim’lerin neden tek meşru, tek gerçek ve tek doğru siyaset modeli olarak ‘söylemsel hakikat’ düzeyine ulaştığını, hatta kutsallaştırıldığını, gösteriyor kanımca:
“Osmanlı’da, oluşturulmaya çalışılan bir devlet değil, paylaşılmaya çalışılan bir devlet iktidarı vardır. Bu mücadelede Avrupa’daki gibi yeni sınıfların kendilerini var etmek (ekonomik yaşamlarını hukuki ve siyasi boyuta ulaştırmak) için yasama ve yargıyı biçimlendirme mücadelesi değil, yürütmeyi (devletin kurumlarını ve malını) paylaşma mücadelesi verilmektedir.” (Kudret Emiroğlu, Kısa Osmanlı-Türkiye Tarihi: Padişahlık Kültürü ve Demokrasi Ülküsü, İstanbul: İletişim, 2015, s. 63.)
Aynı kaynaktan devam edersek, Osmanlı’da ve Türkiye’de “iktidar paylaşımı” bir devlet-bölüşümü çeşidi olarak kavranır ve bu ‘oyun’un göstergesi olarak (demokratik) seçimler/meclis kutsallığı anlatılagelirken, “İngiltere, kralla aristokrasinin diğer üyeleri arasında uzlaşma gereği daha 1066 sonrasından itibaren toplanan ‘meclis’ geleneğine sahiptir. Magna Carta [1215], meclisin toplanmasını keyfilikten çıkarma mücadelesinin ürünüdür. 1264’te bu sınıflar ilk kez ilan edilen parlamento yasasına bağlı olarak toplanırlar. 1341’den itibaren de lordlar ve avam kamarası birbirinden ayrılarak, aristokrasi dışındaki sınıf ve tabakalar da en üst düzeyde siyaset kurumsallaşmasının parçası olması mücadelesinde yerlerini alırlar. 1430’da avam kamarasına katılma koşulları mülkiyete göre belirlenerek, aristokrasi ve ruhban sınıfı yanında burjuva mülkiyetinin siyaseten önemi kurumsallaştırılır. İngiltere Devrimi’nden itibaren ve 1707’den sonra taht, fiilen veto hakkını kullanabilmiş değildir. Ancak bütün erkeklerin oy kullanma hakkını kazanması 1918’de, bütün kadınların bu hakkı elde etmesi ise 1928’de gerçekleşmiştir.” (Emiroğlu, a.g.e., ss. 71-72.)
[5] Türkiye tarihinde adı anılabilecek belki de tek ‘gerçekten’ işe yarar boykotun, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan çok önce, 1876 yılında Bosna-Hersek’i ilhak eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na karşı, Avusturya ürünlerinin ihracatına/tüketimine yönelik gerçekleşmiş olması ironiktir; bknz. Roman Kodet, “Austria-Hungary and the Ottoman Empire Since the End of the Bosnian Annexation Crisis till the Italo-Turkish War,” Central European Papers, 1(2), 2013, ss. 29-38.
[6] Burada “söylem” (discourse) kavramını Michel Foucault’ya atıfla, “söylenen her türlü şey içinde belli bir sistemlilik içine girebilen ve kendileriyle birlikte düzenli bir iktidar etkisi meydana getirebilen ‘ifade’lerin bütünü” olarak kullanıyorum. Foucault’dan aktaran, Taner Timur, Felsefi İzlenimler: Sartre, Althusser, Foucault, Derrida, İstanbul: İmge, 2005, s. 65.
[7] http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/Kararlar/2011Pdf/2011-1070.pdf
[9] 2015 Genel Seçimleri’nde oy kullanacak seçmen sayısına dair rakam YSK’nın resmi sayfasında yer almadığı için wikipedia burada verisini doğru kabul ediyorum; http://tr.wikipedia.org/wiki/2015_T%C3%BCrkiye_genel_se%C3%A7imleri
[10] Ezgi Başaran, “7 Haziran Seçimleri İçin En Gerçek Matematik,” Radikal, 9 Nisan 2015.
[11] AK Parti 2015 Seçim Beyannamesi, “Yeni Türkiye Yolunda: Daima Adalet Daima Kalkınma”
[12] CHP Seçim Bildirgesi 2015, “Yaşanacak Bir Türkiye”
[13] “MHP’nin Seçim Bildirgesi 3 Mayıs’ta Açıklanacak,” Anadolu Ajansı, 21 Nisan 2015.
[14] “Devlet Bahçeli’den Gezi Parkı Açıklaması,” Habertürk, 7 Haziran 2013.
[15] https://www.youtube.com/watch?feature=player_detailpage&v=zJU0fFg3sUM#t=91
[16] HDP 2015 Seçim Bildirgesi, “Büyük İnsanlık: Biz’ler Meclise”