syriza, anomi ve türkiye

25 Ocak 2015 Pazar günü, Yunanistan’da ‘bir adım’ atıldı. Toplumsal, siyasal, ekonomik, hukuki, bir çok farklı boyutu olan bu adım, ayakları şimdilik SYRIZA‘ya ait gözükse de Avrupa’nın ‘çeperinde’ farklı gövdeleri (İspanya’da Podemos, Portekiz’de Bloco de Esquerda, Güney Kıbrıs’ta AKEL ve diğerleri) içine alıp gitgide genişleyerek, Avrupa’daki radikal sol politika geleneğini yeniden hareketlendireceğe benziyor. Söz konusu partilerin (ya da koalisyonların) oldukça çekici vaatleri (ücrete göre vergilendirme, bedava/daha ucuz eğitim-sağlık-ulaşım hizmetleri, dış borçların silinmesi, çalışma şartlarının düzeltilmesi vs.), çokkültürlü ve kapsayıcı popülist söylemleri, karizmatik liderleri ve hitap ettikleri genç-oy potansiyelleri mevcut. Kendilerine ait bu özelliklerin ötesinde, 1970-sonrası küresel neoliberalizmin sözcüsü olmaktan öteye gidemeyen piyasacı, muhafazakar ve yarı-faşist rakiplerinin aksine, bu radikal sol hareketlerin söz konusu politik-ekonomik sürecin canından bezdirdiği insanlara sunabilecekleri – neredeyse akademik ve dolayısıyla da bir hayli inandırıcı – yeni ve alternatif söylemlere sahip oldukları da ayrı bir gerçek.

SYRIZA‘nın seçim zaferinin Türkiye’deki yansımaları ise şimdilik – popüler medyada – “SYRIZA hangi partiye benziyor?” [1] ve – görece alternatif medyada – “gördün mü Marksizm ölmemiş” [2] muhabbetlerinin ötesine geçebilmiş değil. Çoğunluk SYRIZA‘yı teorik bir fenomen olarak görmeyi reddedip, onu ortaya çıkaran şartlara ya da popülerleşmesini sağlayan söylemlere bulaşmadan, pratikte bu coğrafyaya ‘transfer’ etmeye çalıştıkça, tartışmanın bu güdük soruları aşması ve yakın zamanda da ‘moda-değerini’ kaybedip ‘yakışıklı Tsipras’-caps’lerinin dışına taşması pek olası gözükmüyor.

Yanlış anlaşılmasın, elbette SYRIZA‘nın seçim başarısının, onu ortaya çıkaran politik-ekonomik ve sosyal dinamiklerin Marksist teori aracılığıyla ele alınamayacağı ya da açıklanamayacağı iddiasını taşımıyorum. Yukarıda belirttiğim gibi SYRIZA hareketinin temeline bir aralar ‘aşılamaz’ addedilen neoliberalizmin artıklarını yerleştirmek; özelleştirme, dış borçlanma, Avrupa Birliği finans-kapital ağının altında ezilme, çevre kirliliği, tüketim toplumu gibi başlıklar altında yapısal açıklamalar getirmek – teoriyi pratikle ‘eşlemek’ adına fazlaca esnetilmemek koşuluyla – pek tabi anlamlı bir yöntem olabilir. [3] Benim iddiam, bu politik-ekonomik analizin yanına toplumsal-yapı analizinin eklemlendirilmesi olmadan SYRIZA‘nın olası Türkiye ‘şubesine’ dair açıklamaların eksik kalacağı yönünde olacak. Muhafazakar bir dilde “bizim millet komünizmi sevmez” [4] argümanının ötesine geçerek basitçe şu soruyu sormak istiyorum: Sizce bugün Türkiye toplumunun genelinde SYRIZA gibi bir alternatif hareketin varlığını onaylayabilecek sosyolojik şartlar var mı?

Bu soruya benim yanıtım, Émile Durkheim’ın popüler kavramı “anomi” (anomie) üzerinden olacak.

Anomi çoğunlukla ‘kuralsızlık’ ya da ‘normsuzluk’ (kuralların veya normların olmadığı toplumsal durum) olarak Türkçeye çevrilse de, aslında bu tanımın karşıladığı ifadenin ötesini işaret ediyor. “[Phillipe] Besnard bir anomie durumunu, ‘özelliği, belirsiz amaçlar ve sınırsız beklentiler olan, mümkün olanın giderek hızla genişlemekte olduğu sınırları ile karşılaşmaktan ileri gelen zihinsel karışıklık veya baş dönmesi’ olarak” [5] tanımlıyor.

Bu ‘baş dönmesini’ anlayabilmek için Durkheim’ın toplumsal analizini biraz ayrıntılandırmak gerekecektir. Durkheim’ın sosyolojisinde analiz nesnesi, ‘bireylerden meydana gelen’ bir toplam biçimindeki toplumdan ziyade; bir kalıp olarak ‘bütüncül toplum’ şeklinde belirleniyor. Bir başka deyişle, bireylerin toplumsal kuralları, normları, zihniyetleri ve anlayışları meydana getirdiği klasik anlayıştan farklı olarak, Durkheim’da birey, toplumun ellerinde – onun şemsiyesinin altında – şekilleniyor, birer ‘toplum ferdi’ haline dönüşüyor. Nüfusun kentlerde yoğunlaşması, toplumsal işbölümünün artışı ve birbirine ihtiyaç duyan ama bu ihtiyaçlarını kişisel (gayri-resmi) ilişkiler yerine toplumsal (resmi) ilişkiler üzerinden yürütebilen toplumların doğuşu ile Durkheim’ın ‘organik dayanışma’ dediği ilişki biçimi de ortaya çıkmış oluyor. Organik dayanışmada akılcılık ve akılcılık yöntemiyle geliştirilmiş kuralların-normların varlığını sürdürmesi, toplumsal biraradalığın önkoşulunu oluşturuyor. Ne zaman ki bu akılcı kurallarda-normlarda bir ‘aksama’ yaşanıyor, işte o zaman toplumun şimdisi de geleceği de tehlikeye giriyor; resmi-iletişim aksıyor, üzerinde konuşulmaya gerek duyulmadan anlaşılan kurallar varlık amaçlarını karşılayamıyor, işbölümü dağılıyor, önceleri bir bütünlük arz eden toplum, şimdi gelip geçici bir ‘topluluğa’ dönüşme tehlikesiyle baş başa kalıyor…

İşte tam da bu anda toplumun bir parçası olarak tasarlanmış birey, toplumdan kopmuş, toplumsallığını kaybetmiş, bireyleşmiş bir ‘insan’ haline geliyor. Bu boşluk (toplumsallaşmanın kaybı), Besnard’ın yukarıda alıntılanan “baş dönmesi” benzetmesinin nedenini oluşturuyor. Durkheim’ın deyişiyle, tam da o anda, “hastalıklı bir olay” [6] olan anomi başlıyor.

Bir çeşit kuralsızlık ya da normsuzluktan ziyade, var olan kuralları-normları toplumsal aktörlerin bir noktadan sonra anlayamadıkları; ya da var olan kuralları-normları yine toplum içerisinde ‘öğretildikleri’ kurallar-normlar ile uyumlu biçimde eşleştirme yeteneklerini kaybettikleri durumu anlatan anomi, aslında – çok farklı bir perspektiften de olsa – Sigmund Freud’un “haz ilkesi” ile “gerçeklik ilkesi” arasında yaşandığı anda ‘nevrozlara’ yol açtığını öne sürdüğü ruhsal uyumsuzluk [7] ile benzerlik arz ediyor.

Freud’da nasıl id-dışı hazlarımız toplum tarafından dikte ediliyor ve bu hazlar aynı toplum tarafından karşılanamadığında kişide “arzu nesnesine” [8] yönelik derin bir hayal kırıklığı ve buna bağlı olarak da patolojik bir isyan başlıyorsa; Durkheim’ın bireyi-var-eden-toplum’unda konulan kuralları anlayamayan, anladığını yanlış uygulayan ya da kural diye bildiği şeylerin değişimini yakalayamayan birey arasında bir uçurum (yani anomi) oluşuyor. Birey, içerisinde doğduğu, geliştiği, eğitildiği, anlam dünyası ile bilişsel mekanizmalarını ortaklaşa kurduğu topluma artık ‘anlam’ verememeye başlıyor. Durkheim bu anda “intihar” [9] vakalarındaki artıştan, toplumsal felaketlerden, ayrışmalardan ve yeni-arayışlardaki yoğunlaşmalardan söz ediyor.

Bana göre Yunanistan’da, İspanya’da ve Avrupa’nın diğer yerlerinde yükselişe geçen, var olan toplumsal (neoliberal) kodlara alternatif arayışlarını da anominin birer semptomu olarak ele almak gerekiyor. Avrupa’nın çeperindeki insanlar, içine doğdukları finans-kapital öncelikli, özelleştirmeci, bireyci, küçük grupların radikal kültürlerini yücelten, tüketimi birincil toplumsal faaliyet olarak gösteren ve buna mukabil, kodları-kuralları-normları sürekli ve sürekli değişen topluma ayak uyduramadıkları için yeni arayışlara yelken açıyorlar ve az çok ‘tutarlı’ gördükleri ilk alternatif söylemin de peşinden gidebiliyorlar. Halihazırda içinde nefes almaya çalıştıkları ‘anomi’ düşünüldüğünde, bu seçimi yaptıklarında kaybedebilecekleri şeylerin azlığı, onları bu alternatife daha da yaklaştırıyor. Elbette 2006-sonrası ekonomik kriz (kapitalist birikimin yapısal krizi), işsizlik, sürekli artan vergiler, kötüleşen yaşam koşulları gibi maddi etkenler de onların bu yöneliminin önemli (belki de belirleyici) şartlarını oluşturuyor ama bu analizin tamamlanması için (Durkheim’ın son derece muhafazakar biçimde ‘asla izin verilmemesi gerektiğini’ savunduğu) anomi faktörünün mutlaka hesaba katılması gerekiyor.

Üstelik SYRIZA‘nın veya diğer ‘sol’ hareketlerin Türkiye’ye pratik transferi söz konusu olduğunda, bana kalırsa anominin temel bir önkoşulunun sorgulanması gerekliliği çok daha fazla önem taşıyor. Şimdi kendimize şunu sormamız gerekiyor: Türkiye toplumunda öğretilen kurallar-normlar ile bireylerin kural-norm anlayışları arasında acaba Yunanistan’daki, İspanya’daki ya da Wall Street’i İşgal Et eylemlerindeki kadar büyük farklar var mı? Evet, Gezi Parkı sürecinde aktif olarak yer alan, sokağa çıkan ve memnuniyetsizliklerini dile getiren insanların ‘arzu ettikleri’ talepler ile ‘gerçekte’ elde ettikleri şeyler arasında bir uçurumun varlığından söz edebiliriz belki. Gerçekten de Türkiye toplumunun bir kısmı özgürlük, adalet, yargılama, sosyal devlet, demokrasi, insan hakları vb. konular (ve bunlarla ilgili kurallar-normlar) hakkında bu toplumda öğrendikleri ile pratikte elde ettikleri kazanımlar arasında ciddi bir fark görüyorlar. Televizyonda ölümünü izledikleri bir çocuğun ‘başına gelenler’ ile bunun sorumlularının çarptırıldığı ‘cezalar’ arasındaki uyumsuzluğa isyan edebiliyorlar örneğin. Daha önce toplumun bütünlüğünü sağladığını düşündükleri kurumlar, yasalar ve normlar konusunda bir hayal kırıklığı veya bir “baş dönmesi” yaşayabiliyorlar. Ve tam da bu nedenle, – teorik olarak – bu toplumsal kesimin bir anomi anında yaşadığından söz edilmesi mantıklı geliyor.

Ama tam da bu noktada iki soru karşımıza çıkıyor.

Birinci soru, SYRIZA ya da Podemos gibi radikal sol söylemlerin vaat ettiği kurallar-normlar ile Türkiye toplumunun anomik kesiminin arzu ettiği kurallar-normlar arasındaki uyum ile alakalıyken; ikinci soru, bu kesimin dışında kalanları kapsıyor.

İlk olarak, radikal solun vaatlerinin bazılarının anomi yaşayan Türkiye toplumuna uyduğundan söz edilebileceği açık görünüyor. Otoriteryen rejim karşısında daha popülist bir demokrasi, çalışma koşullarında ve işsizlik meselelerinde ilerleme kaydedilmesi, sağlık-eğitim gibi temel hizmetlerde sosyal demokrasiyle flört eden uygulamalar ve uluslararası finans-kapitalin uyguladığı yapısal baskılardan kaçış olanakları gibi konuların anomiyi ortadan kaldırmaya yarayabileceği öngörü dahilinde olabilir. Peki ya kültürel konular? SYRIZA‘nın görece homojen Yunanistan toplumunda karşılaşmadığı, Podemos‘un ise halihazırda (görece) başarılı bir çokkültürlülük deneyimini sahipleneceği İspanya’da faaliyet gösterdikleri düşünülürse; Türkiye’de doğabilecek alternatif bir radikal sol hareketin Kürt meselesi, Alevilerin sorunları, anadilde eğitim vb. konularda anomik kesimleri tek bir çatı altında toplayabilmesi ne kadar mümkün gerçekten? Bugün ‘ulusalcılar’ olarak adlandırılan ve bürokratik-askeri öğretinin pratikteki mevcudiyetini kaybedişinden endişe duyan toplumsal kesimin çokkültürlülükle imtihanı nasıl olabilir sizce? Ana akım medyanın kültürcü kesiminde (örneğin, Radikal Gazetesi [10]) artarak vurgulanan HDP-SYRIZA (Demirtaş-Tsipras) benzetmeleri, söz konusu kesimi CHP’den HDP’ye geçişe ikna edebilir mi mesela? Diyelim ki bu ikna sürecinde başarılı olundu, HDP’nin yeni toplumsallaşma projesi (kurallar-normlar listesi) bu kesimi yeni bir toplumsal öğrenme sürecine sokmakta başarılı olabilir mi? Peki ya MHP geçmişine sahip anomi yaşayan kesimler? Onların Kürtlerle, Alevilerle, diğer toplumsal ‘farklılıklarla’ ve hatta başlı başına “sol” fikriyle alışverişleri nasıl bir çerçevede yeniden inşa edilebilir acaba?

Bu – zor – sorular yanıtlarını bulamamışken, ikinci olarak, Türkiye toplumunun mevcut halinden ‘hoşnut’ (Freud’un dediği gibi “Behagen” [11]) olanlar konusu ekstra bir teorik sorun oluşturuyor. Halihazırdaki kuralların-normların hangisinde yapılacak bir değişiklik, yeni ve alternatif bir siyasal hareketi daha çekici hale getirebilir onlar için? Sağlık? Eğitim? Etnik/dilsel vurguların azalması? Dini toleransta yapılabilecek değişiklikler? Uluslararası finans-kapitalle araya mesafe konulması – üstelik de bunun “dünya liderliği” vurgusu yapılmadan gerçekleştirilmesi ihtimali? Karizmatik bir lider ihtiyacı? Ne kadarı eksik veya ne kadarı fazla olacaktır bu reçetenin? Zaten kültürel ve politik olarak Türkiye’de her zaman marjinal (hatta toplumsal olan her değere ‘aykırı,’ küffar!) bırakılan radikal “sol” bir siyasetin, mevcut durumda Türkiye toplumundaki kutuplaşmanın keskin çizgilerini aşabilmesi ve en azından SYRIZA‘nın yaptığı gibi bu çizgiler arasında küçük geçişleri de kapsayabilmesi ne kadar mümkün sahiden?

En azından bu yazının kapsamında cevapsız bırakılan bu soruların yanına eklenmesi gereken son bir soru daha var elbette. Peki ne yapmalı? Ülkenin anomi yaşayan kesimleri kendi içlerinde bile bir araya gelemez, yaşamayanları da zaten asla alternatife yönelmez diyerek SYRIZA‘nın yükselişini görmezden mi gelmeli, yoksa olası ve daha geniş bir anomi ihtimalini farklı tartışmalara mı açmalı?SYRIZA bir ‘model’ olarak Türkiye’ye (ve gerçekte dünyadaki tüm toplumlara), o aşılmaz görülen neoliberal sıkışmanın alternatiflere de açık olduğu gerçeğini hatırlatmışken, yanıt elbette ilk seçenek olmayacaktır. Ama bir “arzu nesnesi” olarak SYRIZA‘nın veya Podemos‘un Türkiye’ye ‘transferi’ni beklemeye koyulmaktan ziyade, yerel dinamikleri (de) anlamaya yönelik teorik yaklaşımlar üzerine yoğunlaşmak, farklı alternatifleri pratikteki izdüşümlerinden önce kağıt üzerinde değerlendirmeye almak, ‘sol’ ya da ‘sağ’ gibi boş-kodları çekiştirmekten veya kişisel bir politik ‘nefreti’ bertaraf etmek adına gerçekleşmesi-imkansız fantezilerle hazları besleyip gerçeklikle aralarındaki farkı açmaktan çok daha anlamlı olacaktır sanırım…

 

[1] Bknz., “Tsipras AK Parti’yi Örnek Almış,” Sabah, 27 Ocak 2015; “Modeli AK Parti,” Akşam, 27 Ocak 2015; “CHP: SYRIZA’yı Örnek Alacağız,” Radikal, 26 Ocak 2015; “Ankara’nın SYRIZA Tepkisi,” ÖzcanYeniçeri, 26 Ocak 2015.

[2] Bknz., Ahmet İnsel, “Gülümseyen Bir Radikal Sol,” Birikim, 17 Ocak 2015; Barış Özkul, “Yunan Solu,” Birikim, 1 Şubat 2015; Deniz Yıldırım, “SYRIZA ve Tahrir: İki 25 Ocak, İki Seçenek,” BaşkaHaber, 2 Şubat 2015; Evren Balta, “Avrupa’nın Kaderi, SYRIZA’nın Zaferi,” Birikim, 3 Şubat 2015; Mine Söğüt, “Marx’ın Hayaleti, Hortlağı, Zombisi,” Cumhuriyet, 3 Şubat 2015;

[3] Bunun başarılı bir örneği için bknz., Ergin Yıldızoğlu, “SYRIZA’nın Işığında Avrupa,” Cumhuriyet, 2 Şubat 2015 ve Ergin Yıldızoğlu, “SYRIZA’nın Işığında Avrupa – II,” Cumhuriyet, 4 Şubat 2015; hocanın vardığı sonuç bana fazlaca iyimser geldiyse de, Korkut Boratav’ın Hürriyet’te yayımlanan röportajını da bu çerçeveye dahil etmek gerekir: Cansu Çamlıbel, “Korkut Boratav: ‘SYRIZA Dalgası Yayılabilir,'” Hürriyet, 2 Şubat 2015.

[4] Bu muhafazakar söylemin derhal filizlenmiş savunmacı örneklerinden biri için bknz., Mustafa Yürekli, “Damarlarımızda İslam Kanı Mı Akıyor, Komünizm Kanı Mı?,” Haber7, 3 Şubat 2015.

[5] Ruth A. Wallace ve Alison Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları: Klasik Geleneğin Genişletilmesi, (çev.) L. Elburuz ve M. R. Ayas, 2002/2012, Ankara: Doğu-Batı, s. 50.

[6] Émile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, (çev.) Ö. Ozankaya, 1893/2006, İstanbul: Cem, s. 23. Burada mutlaka belirtilmeli ki, Durkheim gerçekte anomiye bir çözüm modeli olarak sosyalist/komünist alternatifleri değil; Hegel’i anımsatan şekilde, öncelikle lonca-vari meslek örgütlerinin ve “müzakere meclislerinin” (hadi buna parlamenter demokrasi diyelim) kurulmasını, ancak esasında genel bir düzenleyici olarak Devletin müdahalesini işaret eden muhafazakar demokrat, yarı-tutucu ve statükocu bir düşünürdür. (Karşı bir argüman için bknz. Albert Pierce, “Durkheim and Functionalism,” Émile Durkheim, 1858-1917: A Collection of Essays, with Translations and A Bibliography içinde, K. Wolff (der.), 1960, Ohio: OSUP, ss. 154-169.)

[7] Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde: Ben ve Id, (çev.) A. Babaoğlu, 1923/2009, İstanbul: Metis.

[8] Slavoj Žižek, Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş, 1992/2010, İstanbul: Metis, ss. 15-9.

[9] Émile Durkheim, İntihar: Bir Toplumbilim İncelemesi, (çev.) Z. İlkgelen, 1897/2013, İstanbul: Pozitif, ss. 307-39.

[10] “Demirtaş’tan Tsipras’a Tebrik,” Radikal, 25 Ocak 2015.

[11] Sigmund Freud, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, (çev.) A. Yardımlı, 1927/2000, İstanbul: İdea.

Comments Off on syriza, anomi ve türkiye

Filed under Güncel, Teori

Comments are closed.