vekâleten soma

“Gözüm televizyonda,

Trajedi heyecanlandırıyor beni zira

Her şey uyar bana

Mesela…

“Kocası tarafından öldürülmüş,

Okyanusta boğulmuş,

Kendi oğlu tarafından vurulmuş,

Önce iyi geceler öpücüğü kondurmuş, sonra çayına zehir koymuş.”

Tam benlik hikâyeler bunlar

Eğlencesi yok birileri ölene kadar…

Bana canavarmışım gibi bakmayın

Bir yandan kaşlarınızı çatıp, diğer yandan

Televizyona dikmişsiniz gözlerinizi birer zombi gibi…

Bir anne çocuğunu tutarken; ölmesini izlerken onun,

Ellerini göğe kaldırmış “neden, neden?” diye yakarırken…

Zira ben bir şeylerin ölmesini izlemeliyim güvenilir bir uzaklıktan

Vekâleten,

İzlemeliyim tüm dünyanın ölmesini

Siz de izlemelisiniz işte, söylemeyin yalan…” [1]

 

Televizyonu açmaya korkuyorum; internet sitelerinde gezinmeye. Yeni bir haber duymaktan, yeni bir açıklama dinlemekten, yeni bir isim duymaktan, yeni bir cansız beden görmekten ödüm patlıyor. Işıkları kapatamıyorum evde birkaç gündür. Yalnızlık korkutuyor beni. Sessizlik…

Ne empati ne başka bir şey… MR’a bile giremem ki ben korkmadan. Nasıl dururum yerin altında, metrelerce altında, nefessiz, sessiz, ışıksız. Yanımda tanımadığım insanlar, etrafımı, tüm bedenimi sarmış bir kömür kokusu. Karbonmonoksit. CO.

“Karbonmonoksit, solunduktan sonra akciğerler aracılığıyla kana geçer. Karbonmonoksit gazı kırmızı kan hücrelerinin içerisinde bulunan ve dokulara oksijen taşıyan hemoglobine oksijenden ortalama 200 kat daha hızlı bağlanır. Karbonmonoksidin hemoglobinle birleşmesi sonucu karboksihemoglobin (COHb) oluşur. Vücudumuzda yer alan oksijen azalarak karbonmonoksit ile yer değiştirir. Kan dokulara yeterince oksijen taşıyamaz. Kalp, beyin ve diğer organlarımız çalışamaz hale gelir. Bu da hastalıklara ve en kötüsü ölümlere neden olur.” [2]

Dayanılmayacak bir baş ağrısı. Ense kökünüzden belinize kadar inen şiddetli bir çekilme hissi. Sürekli hızlanan kalp atışları. Bacak ve kol kaslarınızda güçsüzlük hissi. Ellerinizde titreme. Devamlı kusma ihtiyacı. Ayakta durmanıza engel olacak bir baş dönmesi. Solmuş bir cilt. Konsantrasyon zorluğu. Kontrol edilemez bir üşüme, titreme…

Sonrası?

Ya dışarısı?

Hadi bir sigara…

Geçmek bilmeyen dakikalar, saatler üstünüze üstünüze geliyor. Birileri çıkıyor ‘içeriden’. Yerin altından geliyorlar. Başka birilerince taşınan, ayakları yerlere sürünen, üstleri başları simsiyah olmuş insanlar… Başlarında kaskları var hala. “Güvenlik illüzyonu”. Milat gibi madenler. Sıfıra yakınlaştıkça artıyor mesafeler, dakikalar, saatler. Bir bant çekmiş yetkililer etrafa. Sizi onun dışında tutarak ‘güvenliğinizi’ sağlıyorlar. İçeriden çıkıp hala nefes alıp verebilenler umudunuzu; siyahın arkasında kalmış morlukları belirgin, şişmiş, ifadesiz, ışıksız, soğuk yüzler ise gözyaşlarınızı arttırıyor. Ellerinizi açmış dua ediyorsunuz başlarda ama sonra o da rutinleşiyor. Dakikalar, saatler geçtikçe dualar sıradanlaşıyor, yok oluyor, anlamlarını yitiriyor. Ve yavaş yavaş bir geçide gözleriniz takılıyor.

Ölü madenciler geçidi.

Birincisi, ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü,…, iki yüz doksan altıncısı, iki yüz doksan yedincisi, iki yüz doksan sekizincisi… üç yüzüncüsü… üç yüz birincisi…

Teşhis etmenizi istiyorlar sizden, içeriden çıkan bedenlerin sevdiğiniz birine ait olup olmadığı hemen o anda, hemen orada alelacele belirtmenizi talep ediyorlar. Ölüler rutine, ölümler olağana dönüşüyor nezdinizde. ‘Sizinki’nin gelmesini mi gelmemesini mi istiyorsunuz, bulanıklaşıyor, kayboluyor, anlamını yitiriyor. Kötü bir moda defilesi gibi. Yalnız bu kez teşhir edilenler kıyafetler değil, bedenler oluyor. Kıyafetleri-aynı-insanların yüzlerine bakılıyor. Tek tek cımbızla seçmeniz bekleniyor sevdiğinizin bir özelliğini.

‘Onun sakalı yoktu’ diyor birisi.

‘Alnı kırışık değildi.’

‘Sarı değildi saçları.’

‘Dudağının kenarında bir yara izi vardı.’

‘Sol yanağının tam ortasında bir beni olması gerekiyordu.’

‘Çilleri vardı onun.’

‘Tam boynunda bir dövmesi…’

Cümleler tamamlanamıyor. Geçit bitmiyor. Zaman geçmiyor. Havayı kömür ve gaz kokusu sarmış, ölü bedenlerden yükselen kokuyu bastırıyor. Ya da belki sizin burnunuz alışıyor. Yeni çıkartılacak cesedin ‘o’ olup olmadığı soruları içerisinde, gözleriniz artık hiç kapanmıyor.

Bir sigara daha.

Beklemek, her yerde her zaman umudu barındırıyordu ya… Soma’da beklediğinize değmiyor. Beklemenin sonunda, şanslıysanız sevdiğinizin ölüsü çıkıyor. Karbonmonoksitle şişmiş, havasızlıkla morlaşmış, gözlerinin beyazı çıkmış, bedeni hareket etmiyor. ‘Bu o’ diyorsunuz ya… Aslında o, artık ‘o’ olmuyor.

Siz?

[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=eG9svkMjkwc[/embedyt]

Çemberi genişletelim.

Madenden çıktık.

Dışarıya baktık, en yakına.

Bir adım ileride hayat-lar devam ediyor.

“Ya içindesin çemberin ya dışında…”

İçindeysen, umut ediyorsun hala – ruhun, aklın umudunda kalıyor. Yok, eğer dışındaysan, devreye Elisabeth Kübler-Ross giriyor, sana, dışarıdakilere, Soma’yı çoktan unutmaya başlamışlara “yasın beş aşamasını” [3] hatırlatıyor.

  1. Aşama: İnkâr
  2. Aşama: Öfke
  3. Aşama: Pazarlık
  4. Aşama: Depresyon
  5. Aşama: Kabullenme

Önce inkâr başlıyor. ‘O kadar da büyütülecek bir şey’ olmadığı iddia ediliyor. On yedi ölü. Her şeyin kaldığı yerden devamına uğraşılıyor. Hayatın akışı illüzyonu kendini iyice belli ediyor. Ama bir şeyler içten içe rahatsız ediyor sizi. Kabuğu soyulmamış bir yara gibi. Derken, öfke başlıyor. Ölülerin farkına varıldıkça, ölümlerin sebebi sorgulanır oluyor. Birileri çıksın, bir şeyler anlatsın isteniyor. Beklenilen açıklamalar gelmeyince, potansiyel-suçluların hala inkâr aşamasında takılıp kaldıkları gözlendikçe, öfke daha da büyüyor. Katlanıyor.

Bu sırada, tüm bu facianın tam ortasında, etraflarında beden-koruyucuları (bodyguardlar) ile kol kola dolaşan kalabalıklar ister istemez göze batıyor. Onlar kendi bedenlerini ikilemiş, üçlemiş, yüzlemişken; birilerinin cansız bedenlerini bekleyen insanların hala var olduğunu bilmek öfkeyi daha da arttırıyor. Orayı denetlemeye gelip de Armani takımlarını kirletmemek için madenden çıkan işçilerle arasına bir metre mesafe koymuş ‘denetleyicinin’ fotoğrafı insanı çileden çıkartıyor. Anlamsız oldukları zaten bilenen güvenlik söylemleri, artık birer palavraya dönüşüyor.

Öfke hala tüm canlılığı ile sürerken, ortaya Büyük Pazarlıkçı çıkıveriyor. Pazarlıkçı, öfke aşamasında kalanlara, aslında bu olayın (‘her ölüm’ gibi) ne kadar ‘normal’ olduğunu anlatıyor. ‘Fıtrat’tan, ‘kader’den, ‘kaçınılmazdan’, ‘öteki dünyadan’, ‘şehitlikten’ dem vuruyor. Burada kaybedilenlerin, ‘orada’ kazanılacağı konusunda bize güvence veriyor. Üstelik yalnız olmadığımızı, daha henüz yüz elli yıl önce İngiltere’de, Fransa’da, ABD’de, Çin’de, Japonya’da benzer ölümlerin olduğu ‘bilgisini’ aktarıyor. Artık öfkelenmememizi, bir Fatiha da bizim okumamızı salık veriyor. Onun bizlere verdiği ‘öfkelenme saati’ni geçtiğimiz ve bundan sonrasında olacakların ‘tahammül sınırlarını’ aşacağı konusuna açıklık getiriyor. Hemen ardından da bunun uygulamalı kanıtları gözler önüne seriliyor.

Yere yatırılan vatandaşa tekme…

Yuhalayan vatandaşa önce tokat, sonra sille tokat…

Basın toplantısında gezetecilere ayar…

Protestoculara bol tazyik…

Zaten ‘gerçek’ten ödü patlayan medyaya kafa kol…

Bundan sonrakiler hakkında suç duyurusu ve/veya ötesi…

… layık ve uygun görülüyor.

Sonra, Büyük Pazarlıkçı’nın elindeki şiddet araçlarının gücü, kuvveti ve çokluğu, dışarıdaki öfkeli kalabalığın pazarlık masasına dahi oturmadan depresyona girmesine sebep oluyor. Depresyondaki kalabalık artık basit bir matematik hesabı bile yapmaktan aciz hale geliyor. Ölülerini sayamıyor. Dirilerini sayamıyor. Bedenlerin çoktan birer rakama, birer istatistik malzemesine dönüştüğü gerçeğini göz ardı ediyor.

İstatistik. ‘State-istics’. ‘The science of the state.’ Yani devlet-bilimi [4].

O saatte madende olan bedenler eksi şimdiye kadar ulaşılan bedenler eşittir henüz ulaşılamamış bedenler formülü anlamını yitiriyor. Eldeki tek ‘gerçek’, Büyük Pazarlıkçı’nın ‘açıkladığı rakamlar’ oluyor. Bedenler unutuluyor. Facia unutuluyor. Cinayet unutuluyor. Sorumlular unutuluyor.Yaşamla ölüm eşitleniyor. Canlı ile cansız bedenler bir oluyor.

Soma kabulleniliyor.

1980’lerin başından beri dünya, neoliberalizm adı verilen yeni bir ekonomi-politik model etrafında yeniden kuruluyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sözde-kurtarıcı liberal kurumları, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası yapılanmalar, bu yeni model çerçevesinde yeniden ele alınarak (Washington Consensus), dünyanın yalnızca gelişmiş ülkelerinde değil, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerinde de neoliberalizmin uygulanmasını garanti altına almaya uğraşıyor. İngiltere’de Margaret Thatcher [5], ABD’de ise Ronald Reagan bu yeni modelin ilk ‘pazarlamacıları’ olarak öne çıkıyorlar.

Başlarda zaten Thatcherizm ve Reaganizm gibi tuhaf terimlerle anılan bu neoliberal dönüşüm, esasında oldukça basit bir formüle dayanıyor. Amaç, sermayenin biriktirebildiği kadar çok mal ve artı-değer biriktirdiğinden emin olmak, ulaşabildiği kadar çok sayıda tüketiciye ulaşmak ve sermaye sahibi isimlere ve şirketlere (holdinglere) doğru para ve artı-değer akışının devamlılığını sağlamak olarak belirleniyor. Kültür endüstrisi, reklamlar, Hollywood, diziler, markalar, medya, pop kültürü gibi bir sürü farklı ‘alan,’ sermayenin mutlak denetimine giriyor. Formülü en son tamamlayan ise bu yeni modele dışarıdan gelebilecek en ufak bir itiraza, karşı sese, muhalefete, hatta tehdit ihtimaline karşı durabilecek, liberal görünümlü ama zor araçlarını ve şiddeti öngörülen limitlerin bile üstünde kullanmaktan çekinmeyen, zamanla otoriterleşmesi kaçınılmaz olan, popülist ve muhafazakâr hükümetler/devlet aygıtları oluyor. [6]

Şimdi başa saralım.

Soma Holding basın toplantısı düzenliyor. “Yangının nedenini biz de merak ediyoruz” diyor. “Hızlı olan bir yangınla insanlar gidemedi” diyor. “Bu olayda hiçbir ihmalimiz yok” diyor [7].

Holding’in ‘halkla ilişkiler’ uzmanı, gazetecileri azarlıyor, onlara hakaretler yağdırıyor [8].

Bir kişi dahi çıkıp ‘özür’ dilemiyor.

Yüzlerce ölümden, yüzlerce yaralıdan, binlerce insanın yakınlarının kaybından, ulusal yastan söz ediliyor ama bunların sorumlusu bulunmuyor, bir kişi dahi ‘hata’yı kabullenmiyor, bir kişi bile ‘suçlu’ gösterilmiyor, suçunu ‘itiraf’ etmiyor.

Bu absürdlüğü protesto edenler dışında tek bir Allah’ın kulu bile sorgulanmıyor, tutuklanmıyor, savcı karşısına çıkartılmıyor.

Büyük Pazarlıkçı’nın – hadi adını verelim artık: devletin – temsilcileri ise tam da neoliberal mantığın onlara dikte ettiği şekilde bu olan biteni ‘normalleştirme’ çabalarında çığır açıyorlar. Liberal ülkelerin tarihinden örnekler veriliyor. Fıtrata, kazaya, kadere göndermeler yapılıyor, hutbeler okunuyor. Burada değil, ‘orada’ hesap sorulacağı güvencesi veriliyor. Kolluk kuvvetleri, öfkeli insanlara karşı her türlü şiddeti kullanabilme hakkı ile donatılırken, devletin her türlü yetkilisi ve hatta Soma Holding yöneticileri bile kolluk kuvvetlerince koruma altına alınıyor. Onlar yetmezse, herkes eline geçirdiği herkese – fiziksel ve sözlü – şiddet uygulayabiliyor. Çoktan depresyona girmiş halk, artık bu sahneler karşısında bile kılını kıpırdatacak gücü kendinde bulamıyor.

İşte bu yüzden Keenan doğru söylüyor.

Acıları, haksızlıkları, ölümleri, şiddeti vekâleten yaşayan biz televizyon zombileri, gerçek acıları yaşayanların suratına yine televizyon ekranlarından bakıyor, acımızı Facebook ve Twitter üzerinden iletiyor, kendimizi sanal dünyamızda rahatlatıyoruz. Üzüntümüz ve duamız vekâleten yükseliyor. Çamurlu ayakkabılarımızla sedyeye vekâleten çıkıyoruz. Biber gazlarını, tazyikli suları vekâleten yediğimiz gibi, tekmeleri ve tokatları da vekâleten yiyoruz. Gözümüzden vekâleten yaş akıtıyoruz.

Bizler ölümü bilmiyoruz.

Soma’daki havayı solumuyoruz.

Madenden çıkartılan bir tek ölü bedene bile bakmadık.

Buğulanmış ekranlarımızdaki kırmızılık ne kadar kan kokuyorsa, acıya o kadar yakınız.

Biz vekâleten yaşıyoruz.

Biz vekâleten yaşatılıyoruz.

 

Kömür kokusu içinde, kafanızda bir baretle, zifiri karanlıkta, tüm sevdiklerinizden uzakta, yerin metrelerce altında, çığlıklar, feryatlar ve size az sonraki halinizi gösterecek ölüler arasında son nefesinizi verebileceğiniz geldi mi hiç aklınıza?

 

Hadi şimdi bir sigara daha…

 

[1] Maynard James Keenan, “Vicarious”, 10,000 Days – Tool, 2006, Volcano Entertainment.

[2] “Karbonmonoksit Zehirlenmesi Nasıl Olur?”, Bilkent Üniversitesi Sağlık Merkezi.

[3] Elisabeth Kübler-Ross, On Death and Dying, Londra: Routledge, 1969.

[4] Michel Foucault, Essential Works: Power, 1954-1984, J. D. Faubion (der.), R. Hurley vd. (çev.), New York: The New Press, 2000, s. 212.

[5] İronik bir not: Thatcher’ın ‘demir leydi’ karizmasını en çok çizip, onun sarsılmaz gözüken iktidarına ket vuranlar İngiliz maden işçileri olmuştur; bknz. Ergin Yıldızoğlu, “Thatcher Mitolojileri”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2013.

[6] Bu konuda yazılmış en iyi kaynaklardan biri için, bknz. David Harvey, A Brief History of Neoliberalism, Oxford: Oxford University Press, 2005.

[7] “İlk Kez Kameraların Karşısına Geçti”, Hürriyet, 16 Mayıs 2014.

[8] “Gazetecileri Azarlayan Kadın Bakın Kim Çıktı”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2014.

Comments Off on vekâleten soma

Filed under Güncel

Comments are closed.