an addiction addict

House MD‘nin bir bölümde House, yardımcısı Taub’u “ilk yardım bağımlısı” olmakla itham ederken, Taub’un ona yanıtı belki de tüm diziyi özetler nitelikte oluyordu: “Sen ise bağımlılık bağımlısısın.” [1]

Hangimiz değiliz ki?

Devlet ile birey arasındaki ilişkinin niteliğinin kamuoyunda sıkça sorgulandığı bugünlerde, modern iktidar ilişkilerinin, bireyi kapitalist devlet aygıtına ‘bağımlı’ hale getirdiği gerçeği genelde es geçiliyor. Bunda hiç şüphe yok ki, devlet denen ‘şey’in varlığını, günlük hayatın ‘normallerinden biri’ olarak kabul etme alışkanlığının büyük bir payı var. Ergin Yıldızoğlu’nun söylediği şekilde, gündelik hayatta biz insanlar/bireyler/vatandaşlar “devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait olduğunu hayal ederiz, hissederiz, ama bütünü ‘kavrayamayız’. Bu da bizde devlete karşı korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.” [2]

Yıldızoğlu’nun “yüce bir nesne” (a sublime object) olarak tanımladığı devlet, – imparatorluk geleneğinden gelen diğer toplumlarda olduğu gibi – bizim tarihimizde genellikle bir şahsiyet veya aile ile özdeşleştiriliyor. O şahsa/aileye yukarıda sayıldığı gibi bir hayranlık, hürmet ve korku besleniyor. Boynumuzun kıldan ince kaldığı ‘şey’, devleti temsilen kabul ettiğimiz bir ‘baba’ya dönüşüyor. Zor durumumuzda bizi kucaklıyor, koruyor, üzerimizi örtüyor ve güvende kalmamıza yardımcı oluyor. O varken, kendi adımlarımızı atmıyor, onun adımlarını takip etmenin verdiği güvenliğe teslim ediyoruz kendimizi. İz bırakan babamız; o izlerin üstüne basarak ilerleyen, kendi varlığımızdan ve iz bırakma potansiyelimizden vazgeçen ise bizler oluyoruz çoğu zaman. Devlet “vekaleten babalık” (vicarious fatherhood) görevini başarıyla yerine getirirken, bizler onun kırık dökük yansımalarında kendimizi arıyoruz. Bu arayış çoğunlukla boşa çıksa bile, süreç sonunda, önce o arayışa, sonra da babamıza bağlanıp kalıyoruz. Onun olmadığı geleceği, onun olmadığı anı tahayyül edememeye, aramızda çıkacak olası sürtüşmelerin üstünü ustaca örtmeye başlıyoruz, adeta buna programlanıyoruz. Atamadığımız her adımda, onun bir başka adımını cesaretlendirmiş, iktidarını sağlamlaştırmış oluyoruz. Bu sayde gitgide büyüyen iktidar, artık onu baştan var eden hayranlığı da, hürmeti de, korkuyu da artıracak, yeni ‘çocuklarını’ daha büyük hedefler ve daha geniş kontrol etme teknolojileriyle kendine bağımlı hale getirmeye başlayacak gücü kendinde bulabiliyor. Sonu gelmeyen çemberin daralması, her bir turda daha da zor hale geliyor, çemberin genişliği – ta ki kırılma noktasına kadar – artıyor ve artıyor.

Oysa biliyoruz ki, total olan bireyselden doğar. Bireyler, kendi içlerindeki total olma güdüsüne – Michel Foucault buna bireyin içinde hep varolan ‘içsel faşizm’ diyor – ket vur(a)madıkça, bireysel faşizm çoğalır, toplumsallaşır, daha tehlikelisi kurumsallaşır. Devlete her baktığımızda, içimizdeki büyüme güdüsünü görürüz. Hayran olduğumuz şey, devletin kendisi değil, bizim içimizdeki hayallerin kanlı canlı yansımasıdır aslında. “Ah bir büyüsek…”, “ah bir elimize geçirsek…”, “ah bir kazansak…” yapacağımız her şeydir devlet. Elimize bir silah ve istediğimiz kişiyi öldürme hakkı verildiğinde dönüşeceğimiz Anton Chigurh’tur devlet. Yapabileceğimiz tüm delilikler, tüm çılgınlıklar, tüm aşırılıklardır devlet. Ve şüphe yok ki, yasaklamak istediğimiz, hoş görmediğimiz, kökünü kurutmak istediğimiz her şey ve herkestir devlet.

Şimdi neden kızıyoruz ki bu kadar devlete, babamıza, ona?

Ağzımızdan çıkan her kuraldır devlet.

Bizi tanımlayan, bizi mutlu eden her arzu nesnesidir devlet.

Aşkımız ve takıntımızdır devlet.

Aynada gördüklerimizdir devlet.

 

[1] House MD, 6. sezon, 8. bölüm, ‘Teamwork’

[2] Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalist Devlet Üzerine Kısa Notlar”SolPortal, 12 Ocak 2012

Comments Off on an addiction addict

Filed under Teori

Comments are closed.