aristoteles’ten muhafazakarlığa: balık neden baştan kokmuyor?

“[Tiran] bir kere genel iyiliği düşünecektir; halkın kızgınlığını uyandıracak şekilde sağa sola büyük ihsanlarda bulunmayacaktır: Tiranın metreslerine, yabancılara ve kendisine hizmet eden zanaatkarlara bol bulamaç dağıttığı armağanlar, halkın emek ve çalışmasının ürünüdür… Bu, onun sanki tiran değilmiş de, bir mülkiyet yöneticisiymiş gibi görünmesine yardım eder… Sonra, vergi topladığı ya da hizmet ettiği zaman bunların ülkenin ekonomik iyiliği için, belirli bir durumdaki askerlik gereksinimleri için istiyormuş gibi görünmeli ve kendisini genel olarak, kendi kişisel kaynaklarının değil, ulusunkilerin koruyucusu ve işleyicisi gibi göstermelidir.

İlişkilerinde, her zaman zalim değil, vakur davranmalı, kendisini görmeye gelenlerde korku değil, saygı uyandıran türden bir kimse olduğu izlenimini vermelidir. Bu kolay değildir; bir tiran normal olarak tiksinme ve aşağılama duyguları uyandırır… [Bu yüzden]bir tiran tipik diye saydığımız şeylerin karşıtlarını yapmalı; şehrin inşasında ve bezenmesinde, tirandan çok, işlerin güvenilip kendisine bırakıldığı biri olmalı. Dinde her zaman başka herkesten daha inançlı görünmelidir – ama, beyinsizin biri izlenimini verecek biçimde değil. İnsanlar, dindar ve yüreğinde tanrı kokusu olan bir adam sandıkları egemenlerin kendilerini ezme olasılığının daha az olduğuna inanırlar; tanrıların onu tuttuğuna inanırlarsa, ona karşı ayaklanma olasılıkları da az olur.

Tiran, düşüncesiz tutumların bütün biçimlerinden ve özellikle şu ikisinden geri durmalıdır: kişilere kötü davranmaktan ve gençlere sarkıntılıktan. Özellikle, onurlarına düşkün kimseler karşısında bu kurala uymalı; çünkü parasını seven kimselerin , en çok mülkiyetlerine dokunan kötü tutumlara canları sıkılmasına karşılık, onurlarına düşkün ve saygıdeğer kimseler; toplum içindeki yerlerine ve şereflerine saldırılmasına kızarlar. Bundan ötürü, bir tiran bu gibi adamlara ya hiçbir şey yapmamalı ya da ceza verecekse, bile isteye alçaltır gibi değil de, babaca görünmeli… Tiran, uyruklarının gözünde bir tiran gibi değil de, bir kral ve evin koruyucusu gibi; kendi kazancına bakan biri gibi değil, başkalarının işlerini yapması için kendisine güvenilmiş biri, yaşama ilişkin olan her şeyde aşırılığı değil ılımlılığı amaçlayan, üstelik ileri gelen yurttaşlarla dostluk eden, ama aynı zamanda halkın da önderi olan bir kimse gibi görünmeli.” [1]

Siyaset, yukarıdaki bu cümlelerden daha realist, daha pragmatist, daha konformist ve daha muhafazakar tanımlanamaz herhalde… Muhafazakarlık hem siyaset sahnesinde hem de ahlakta Aristoteles’e çok şey borçlu. [2] Onun Platon’un tüm kuramını gökyüzünden indirip ‘reel’ olana adapte etme çalışması, [3] yalnızca klasik düşünceyi değil, günümüz siyasetini bile derinden etkilemişe benziyor.

Baksanıza, üstteki satırlar bize ne kadar da tanıdık geliyor…

Tanıdık olmasına öyle de, acaba bu satırlardan günümüz muhafazakar realizmine doğru yaşanan geçişin aracıları (muhafazakarlığın aydınları), Aristoteles’ten veya buna bağlantılı olarak siyasi literatürden, gerçekte ne kadar faydalanabiliyor? Yöneten ile yönetilen arasında bağ kurması amacıyla öne sürdükleri muhafazakar ideolojiler, kadim eserlerin tecrübesinden, zamanın eleğinden geçmiş ‘akıl’dan gerçekte ne kadar yaralanabiliyor? İdeolojiler kendi içlerinde bir tutarlılığa sahip olmalıyken, ideolojinin henüz kuruluş aşamasında devreye giren realist pragmatizm, acaba gerçek muhafazakar entelektüellerin elenmesine mi neden oluyor? Tüm bunların şemsiyesi altında, muhafazakar ‘akıl’ o hep korumak istediğini iddia ettiği geçmişten, kadimlikten, kültürden ve zekadan ne kadar ders çıkartabiliyor?

Bugün – Avrupa Parlamentosu seçimleri de gösterdi ki [4] – siyaset sahnesi, muhafazakar realizmin zaferini kutluyor. Aristoteles’in satırlarına hiç olmazsa bir göz gezdirmiş demagogların partileri, yalnızca Orta Doğu ülkelerini değil, Avrupa ve hatta gelişmiş Asya ülkelerini (örn. Japonya) bile kasıp kavuruyor. Demokrasi ‘denemesi’nin sorunları üzerinden popülerlik kazanan, yabancı düşmanlığını, İslamofobiyi, din/ulus merkezli siyaseti neredeyse ırkçı boyutlarda kullanan muhafazakarlar, daha uzunca bir süre manşetlerden inmeyecek gibi görünüyor.

Bu sırada bizde ne oluyor? Tüm bu ülkelerden önce, belki de en keskin biçimde – hem de uluslararası sermaye tarafından da desteklenerek – başa gelen Türkiye’nin muhafazakarları, Aristoteles’i etraflıca okumuş ideologlarını geçtiğimiz yıllar içinde kaybetmiş gibi görünüyorlar. Aristoteles’in tiranları ‘bile’ hakkında uyardığı, tek bireyin önderliğinde olabildiğince güç kullanımına bağlı siyaset, Türkiye’nin son bir senesine damga vurdu ve şiddeti de her geçen gün artarak devam ediyor. Bugün sözlü siyaset bile şiddet ekseninde yücel(til)iyor; sokaklar meydan savaşlarını andıran görüntülere sahne oluyor. Muhafazakarlığın kalbinde yer alan ‘-mış gibi yapma’ düsturu, gitgide yerini ‘her canının istediğini yapma’ nobranlığına doğru ilerletiyor. Böylelikle, ortaya yalnızca bir şiddet gerçeği değil, aynı zamanda ironik olarak sürekli gözden kaybolan bir muhafazakarlık biçimi de çıkartmış oluyor. Türkiye’de muhafazakarlık, artık muhafaza edilmesi neden gerekli olduğu anlaşılamayan yeni bir ekonomi politiğe, yeni bir sınıf savaşına ve yeni bir şiddet dalgasına dönüşüyor.

Ancak ‘muhafazakar akıldan uzaklaşmış’ siyasetçiler, Aristoteles’in her türlü devrimi engellemenin, her türlü ayaklanmayı bastırmanın en kötü rejimler için bile geçerli ve meşru olduğu savunusunu yaparken dahi hayatın akışkan olduğu, hareketliliği ve ne pahasına olursa olsun ‘iyiye doğru’ yöneldiği önermesini unutmuşa benziyorlar. Tarih gösteriyor ki devrimler, evrimlerden doğuyor. Hayat, içine saklanıp her türlü dış darbeden korunabilecek bir kavanozda akmıyor. İlerlemenin ve hareketin doğası, her türlü karşı tepkiye daha büyük bir etki ile yanıt vermek istiyor. Üzerindeki şiddet arttıkça, doğanın tepki kuvveti de büyüyor. Şiddet, şiddeti; hareket, hareketi doğuruyor. Muhafazakarlar, zamanın durdurulabileceği iddiasını Aristoteles’e ait sanıyor ve de fena halde yanılıyorlar. Tiranlık, Aristoteles’te ‘bile’ en kötü rejim türüne denk geliyor – rejimin bu kötülüğü ise tüm hareketler karşısındaki kırılgan doğasından kaynaklanıyor.

Tecrübelerimiz bize gösteriyor ki, doğa bundan sonrasını çok daha kırılgan hesaplıyor.

Ölen ölüyor belki ama toprağa girdiği gibi, oradan çıkmasını da gayet iyi biliyor.

Mesele; daha kaç kişinin ölmesi gerekiyor?

 

[1] Aristoteles, “Kitap V – Bölüm 11,” Politika, M. Tunçay (çev.), İstanbul: Remzi, İ. Ö. 335-323/2010, ss. 172-174.

[2] 25-26 Mayıs tarihlerinde birdenbire akıllara geliveren Necip Fazıl Kısakürek’in Aristoteles’e borcunu ödediği şu satırlar nasıl unutulabilir örneğin? “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.”

[3] Bu konuda, hacmiyle ters orantılı yeni bir çalışma için, bknz. Veysel Atayman, Felsefeye Davet I – Antik Felsefe, İstanbul: Ayrıntı, 2014, ss. 117-138.

[4] “AB Aşırı Sağın Zaferini Tartışıyor,” Euronews, 26 Mayıs 2014.

Comments Off on aristoteles’ten muhafazakarlığa: balık neden baştan kokmuyor?

Filed under Siyaset, Teori

Comments are closed.