“Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız,” [1] demişti Hayri İrdal.
Yanılmış.
Bazılarımız, evet, kendi masallarının kurbanı olacak kadar şanslı bu dünyada. Berkin o kadar şanslı değildi. O başkalarının masallarının kurbanı oldu. Başkalarının hayat diye önüne sunduğu şeyi bile yaşayamadan öldü, öldürüldü, Berkin. On beş yaşındaydı henüz.
On beş.
Hatırlayamıyorum bile…
Hiç kimseyle öpüşmemişti büyük ihtimalle. Kimse sevgisini karşılıksız bırakmamıştı belki. İlk aşk acısını tatmamış olabilir. Sevişmemiş. İlk birasını içmemiş. Yeterince korkmamış. Sonradan güleceği şeyler için üzülmemiş. Kimseye ‘benimle evlenir misin’ diye sormamış. Şöyle kallavi bir sofrada saatlerce süren bir muhabbete katılmamış. Nedenini bilmeden ağlamamış. Her şeyi bırakıp gitmek hiç içinden geçmemiş. Birilerine sonradan pişman olacağı bir şeyler söylememiş. Hayata bakışını değiştirecek o kitabı okumamış, o filmi izlememiş, o şarkıyı dinlememiş, o konsere gitmemiş. Kimseyi aldatmamış. Esas yalanına henüz kendini inandıramamış. Sevdiğinin karşısında çıplak kalmamış. Sarhoşken araba kullanmamış. Kötü bir yolculuktan sonra, harika bir tatile başlamamış. Sanki sonrası yokmuş gibi kendini denize atmamış. Bir şeyler içinde kalmamış…
Şimdi arkasından ‘ölümsüz’ olduğu söyleniyor.
Ölmediği, birileri adına, birilerinin savaşında, bayrağı taşımaya devam ettiği anlatılıyor.
Mekânı cennet yapılıyor.
Ona ‘iyi uykular’ dileniyor.
Öteki dünyadan, ruhlardan, ideolojilerden, kahramanlıktan, delikanlılıktan yapılan alıntılar üzerine yapıştırılıyor.
Bugünün ne kadar acı bir gün olduğundan bahsedenler, konserleri iptal ediyor, eğlencenin yeri ve zamanı olmadığını iddia ediyor.
Sanki Berkin’i ölüme götürenler ölümsüzlük masalları, cennet hikâyeleri, ideoloji maskesi altında çıkar çatışmaları, kahramanlık aldatmacası değilmiş gibi, birileri hâlihazırda onun ölü bedenine sahip çıkıp kendi eğlencesini tertip etmiyormuş gibi, sanki dünyanın bütün boku bugün kokmaya başlamış gibi zamanın uğursuzluğunu Berkin’den çıkarıyor.
Berkin öldü.
Ölümsüz falan değil o.
Öldü.
On altı yaşında ve on altı kilo olarak toprağın altına girecek. Yağmurla ıslanmış, aylardır geceleyin eksinin altına düşen hava sıcaklığından donmaya yüz tutmuş, içinde türlü canlının yaşadığı, ileride türlü canlının eşeleyeceği, bir müddet sonra kendisiyle bir olacağı toprağa gömecekler onu.
Bedeni soğumaya başladı. Saçları ve tırnakları artık son bir kez daha uzayacak. Kanı yavaş yavaş katılaşıyor. Organları iflas etti. Derisi adeta kızıl ötesi yayın yapar gibi tüm bu organ iflaslarını görünür kılmaya başladı ve oluşan morluklar da bunların eseri. Bağışlanmaya değer bir doku parçası kaldığını sanmıyorum. Gözleri açık olabilir şu anda. Eğer hijyeni şüpheli bir hastane odasında olmasaydı, başında, etrafında onun için dua edenler değil, uçuşan sinekler ve şimdiden bedenini istila etmeye başlayan ufacık, minicik canlılar olacaktı. Oysa şimdi sadece bedenine sokulmuş boruların, iğnelerin hunharca çıkarıldığını görebilirsiniz, eğer bakmaya cesaretiniz varsa. Ha bir de unutmadan, Berkin bu sabah itibariyle tam tamına yirmi bir gram daha hafifledi.
Bunların gerçekliğini değiştirecek, acısını meşru kılacak ne yapmış olabilir ki on altı yıllık ömründe Berkin? Hangi fırsatlar geçmiş olabilir ki eline, ölümünü normalleştirsin, ölümünü hazmetmeyi basitleştirsin? Hangi ‘ceset yakışıklılığından’, ‘ama iyi yaşadı bee’den, ‘iyi bilirdik’ten, rahmetten, taksirattan bahsedilebilir ki onu anarken?
On altı yıl kaldı bu dünyada Berkin.
On altı…
Modern hayatın öncesinde, diyor Giorgio Agamben [2], siyaset denilen şey, hanedanların mülkünü, maddi kaynaklarını korumak için yapılırdı; bugün ise yalnızca insanın değerini saptamak için yapılıyor. Mesela, Nazizm, Alman kanını ve onurunu korumak için genetik biliminden yararlanarak, ‘yaşamaya değer hayatı’ belirliyordu. Herkesin lanetlediği, acı hikâyelerle andığı şekilde bu uğurda Yahudileri, çingeneleri, eşcinselleri vb. ‘kurban etmekte’ sakınca görmüyordu. Agamben’e göre, Nazilerin bu uğursuz hikâyesi, maalesef, tarihte bir kırılma anına, bir ‘istisna durumu’na, bir kötü talihe falan denk gelmiyor. Aksine, içinde yaşadığımız hayat, bize fark ettirmeden ve bilhassa rızamızı da alarak, Nazizm’in tüm bu yaptıklarını gündelik yaşamlarımıza uyguluyor, meşrulaştırıyor, içinde yaşadığımız devletleri birer toplama kampı haline getiriyor. ‘Yaşamaya değer hayatları’ belirliyor, onları içine alıyor, bunun dışında kalanları ise adeta kusuyor. Her halükarda, kimin içlenir, kimin dışlanır olduğuna, modern hayatın egemenleri karar veriyor.
Agamben buna, hem başkaları tarafından kurban edilmesine izin verilmeyen hem de bizzat egemenin kendi ellerince öldürülmesi suç sayılmayan modern insana, homo sacer, “kutsal insan” [3] adını veriyor. Kutsal insan, ilahi hukukun alanına alınmaksızın, beşeri hukukun dışında bırakılan çıplak hayatı tanımlıyor. Basitçe, egemen gücün kendi elleriyle öldürebileceği ama ölümünü – başka hiç kimsenin – kutsallaştıramayacağı insanı anlatıyor. Egemen güç, böylelikle bir yandan egemenliğini bu insanlardan aldığını iddia ederken, diğer yandan o insanların ‘canını’ alma gücünü kendisinde meşru buluyor. Doğumumuzla birlikte, bedenimizin efendisi, onun değerinin belirleyicisi, “ölürse zaten hak etti, kurtulursa ben insaf ettim” deyişinin sahibi, egemenin ta kendisi oluyor.
Tıpkı Nazi kamplarında olduğu gibi, bugün farketttirmeden kamplaşmış gündelik hayatta da, her insan, elinden kendi hayatına değer biçme hakkı alınarak, kutsal insana dönüşütürülüyor; her insanın öldürülmesi hukuk ve kolluk kuvvetleri aracılığıyla, güvenlik gerekçesiyle, meşrulaşıyor [4]. Egemenin siyaseti ile adaletin arasındaki fark, ortadan kayboluyor, gittikçe silikleşiyor ve hukukun sorgulanmaması gerektiği (“boynumuzun kıldan ince olduğu”) öğretisi ile siyasal olanı da sorgulanmaz hale getiriyor. Tüm bu sürecin nesnesi ise bizim çıplak hayatlarımız oluyor.
En azından çoğumuzun – çıplak da olsa – kutsanabilecek bir hayatı oluyor.
Berkin kendi hayatına değer biçme şansı bile bulamadı.
Egemen güçler onun adına bunu yaptı.
Bugün onun ölümünü egemen güçler ile bir hesaplaşma adına bir zaruriyet veya bir fırsat olarak görenler de, ne kadar iyi niyetli olursa olsunlar, Berkin’in hayatına kendi mezheplerince bir değer biçmeye çalışıyorlar. Öteki dünyadan, ideolojilerinden, dualarından, marşlarından, siyasetlerinden, ahlaktan yaptıkları atıflarla, Berkin’in ölü bedenini kutsallaştırmaya uğraşıyorlar. Oysa bunu yapmaya uğraşırlarken, yalnızca kendi acizliklerini ortaya koyuyorlar: Egemen güçler, Berkin’in canlı bedenine hükmetmişti; bu yeni egemen adayları ise onun cesedi veya ruhu ile oynamaya çalışıyorlar.
Berkin, bedeniyle de rahat bırakılmayı hak ediyordu; bundan sonrasında da hak ediyor.
Berkin’in hiçbir zaman sahip olamadığı hayatı egemenlerce elinden alınmıştı; hiçbir zaman sahip olamayacağı ölüsünü lütfen rahat bırakın.
Egemenle bir derdiniz varsa, bu uğurda harcatmayabileceğiniz ve onun karşısına dikilebileceğiniz bir bedeniniz hala var.
Berkin ise yok artık.
O öldü.
On altı yaşındaydı.
On altı…
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 1961/2013, İstanbul: Dergah, s. 115.
[2] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İ. Türkmen (çev.), 1995/2013, İstanbul: Ayrıntı, s. 172-183.
[3] A.g.e., s. 89-93.
[4] A.g.e., s. 198-213.