1999’un yaz aylarıydı… Çalınan/iptal edilen/ertelenen üniversiteye giriş sınavları ile 17 Ağustos depremi arasında, uğursuzluğu içine çekmiş bir zamandı.
Kapağına yerleştirdiği, henüz birkaç ay önce çıkmış Artık Kısa Cümleler Kuruyorum albümünden fırlamış, mavi-mor bir arka fon önünde kırmızı saçları ile arzı endam eden Şebnem Ferah ile tezgâhtaki diğer dergilerden kendini bariz biçimde ayıran bir dergi çekmişti ilgimi. Büyük harflerle NON SERVIAM yazıyordu üzerinde ve hemen altına yerleştirilmiş bir alt-manşetle adeta o günlerin ruhunu yansıtıyordu kapak:
“On Üç: Uğursuz Sayı.”
Aşırı sert bir metalci (!) olarak, maviler morlar, şebnemler ferahlar beni ‘bozardı’ normalde ama ne olduysa elim de gitmişti kendisine işte bir kere. Evvelden, Şebek ve Enred gibi daha sert, daha ‘heavy’ konularla ilgilenen dergileri/fanzinleri görüyor ve lise öğrencisi bütçemin el verdiğince onları da almaya çalışıyordum ama doğrusu müzik, o dönemlerde benim için yalnızca “dinlenilecek” bir uğraş olmaya devam ediyordu. Hakkında bir şeyler konuşacak ne çevrem ne de Karanfil Pasajı’ndaki “Hayri Müzik”e kendimi tanıtacak bir karakterim vardı ne de olsa ve müziğin bana yeni bir dünya yaratması için sosyalleşmeye ihtiyaç duymuyor olması, beni belki de kendisine en çok çeken yanıydı gerçekte…
Ama NON SERVIAM farklıydı işte!
Her müzik dalının kendine has “ukalalığı,” rock-metal müzik özelinde tam ayyuka yükselirken, NON SERVIAM yazarları, bilenle bilmeyenin ayrışmasının belki de gerekli olduğu bu müzik türü hakkında bir yanda ukalalığa devam ederken diğer yanda “ama unutma, sen de eğer yeterli emek harcarsan, en az benim kadar bilebilirsin bir gün” umudunu yansıtıyordu yazılarında. “Mesafeli samimiyet” diyordum ben buna. Sosyal hayatta zaten içine kapalı olan tiplerin, ortak bir çabayla daha çok müziğe, daha kaliteli müziğe ulaşabileceklerine dair bir umuttu bu. İzole kalmak isteyenin de kabuğunu kırmaya çalışanın da ağzına birer parmak bal çalıyordu ve daha önemlisi üstten değil, yandan konuşuyordu okuyucuyla. Omzuna kolunu atmıyor, elini tutmaya çalışmıyor ama gelme cesareti gösterene de kapıları sonuna kadar açıyordu işte.
NON SERVIAM, kendisiyle tanıştığım günden Ağustos 2000’deki son sayısına kadar elimden düşmediyse; beni kendisine hançerleyip, en dip köşelerini bile ezberleyene kadar sonraki yıllarda da kendisini yeniden ve yeniden okutmayı başardıysa, bu mesafeli samimiyetiydi tüm bunların sırrı. Bu sırrın müsebbibi ise – sonradan anlayacaktım ki – derginin başyazarı, sahibi, bedeni, ruhu, her şeyi Çağlan Tekil’di.
Elime aldığım ilk NON SERVIAM’ın başlıksız başyazısında bile anlatıyordu Çağlan aslında bunları. Orada,
“Hayat bu kadar kısayken, hatta dünyanın sonuna gelmişken, artık gelecek için plan yapamazken ve en önemlisi şu kısa hayattan maksimum zevk almaya çalışmak varken, hala küçük ayrıntılarla uğraşmak isteyenler varsa, bırakalım uğraşsınlar. Ama biz burada mutluyuz ve rahatsız edilmek istemiyoruz.” [1]
diye sitem ediyordu, NON SERVIAM’da yaşanan ‘değişimden’ hoşlanmayan çok sert müzikçi, Şebnem Ferah-sevmeyici, metal-kafalara!
Bu cümleler, standart bir isteğin ya da “davayı satan bir adamın” serzenişlerinin klişe dışavurumları değildi. Sadece bu yazısında değil, derginin aynı sayısındaki “Sizin İçin Yedim” başlıklı restoran değerlendirmesinden “Sizden” başlıklı okuyuculardan gelen mektuplara yanıt verdiği sayfalara, “Gazetecilikten Nasıl Koptum” denemelerinden yaptığı albüm kritiklerine kadar tüm yazılarında bu içtenliği hissettiriyordu Çağlan Tekil. Sevgililerinden arkadaşlarına, başarısız okul hayatından gittiği/düzenlediği/battığı konserlere, Kıbrıs’taki askerliğinden onu “batağa düşüren” albümlere… bahsettiği konu ne olursa olsun, mesafeli samimiyet kokuyordu Çağlan’ın yazıları. Hiç tanımadığım bir insanla aramda, onun ne yazacağını her ay merakla beklediğim Platonik bir bağ oluşmuştu adeta ve sadece onun hayat hikâyesini değil, önereceği albümleri ve müziğe olan yaklaşımımı değiştirecek tavsiyelerini de içeriyordu bu bağ.
Çok net biliyorum ki, aradan geçen yirmi yıldır dinlediğim ve bu müziğe dair bildiğim her şeyi Çağlan’ın mesafeli samimiyeti üzerine inşa ettim ben. Aynı grupları, albümleri ya da şarkıları sevmek falan değildi bu ilişkinin sırrı – çoğu noktada ciddi ayrışmalarımız vardı zaten. Ben, Çağlan’ın müziğe olan yaklaşımını, tutkusunu ve onu hayatının merkezine oturtmuş olmasını seviyordum en çok. Çağlan müziğimi, müziğim de beni inşa etti bu yıllarda. O olmasaydı, bu Övünç olmayacaktı, buna eminim.
İsterdim ki, bunun “iyi” mi “kötü” mü olduğunu kendisiyle de birer bira içerken konuşabileyim…
… Sadece bir defa yaklaştım bu isteğime – üstelik de galiba… 2007 yılıydı. Hayatımda ikinci defa İstanbul’a ayak basmıştım. Bir gün önce hayatımın en yoğun, en güzel dakikalarından bazılarını o efsanevi Tool konserinde ve ardından yağan sağanak yağmur altında yaşamıştım. O yoğun öforik ruh halinin hala etkisi altında, Ankara’ya dönüş trenini beklerken, Kadıköy sahilinde oturuyordum. Önümden sırt çantalı, kulağında kulaklık olan, ufak tefek, hafif kilolu bir adam geçti. Çağlan’ın fiziksel olarak neye benzediğini sadece NON SERVIAM’daki “genç fotoğraflarından” biliyordum ve o fotoğrafların sonuncusunun üzerinden de yedi yıl geçmişti. Ne yalan söyleyeyim, Çağlan’ın o anda neye benzediği hakkında hiçbir fikrim de yoktu. Niye bilmiyorum ama o adamın Çağlan olduğuna emindim. Aynı “mesafeli samimiyet” ile yürümüş, geçip gitmişti önümden. Bir hissiyatın ötesiydi bu. Çağlan’dı o adam, emindim.
Düne kadar bir daha yollarımız kesişmedi Çağlan ile… Birkaç televizyon programında ve bazı belgesellerde karşıma çıkmıştı. Konuşma-sesi tonu ile yazı-sesi tonu birbirine hiç uyuşmuyordu belki ama tam da tahmin ettiğim gibiydi bu durum. Bu kadar iyi yazan, bu kadar samimi yazan ve bu kadar güzel yazan bir adamın, yazı-dışı ifadesinde içine kapanıklığına geri dönmesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Ne cevherler gizliydi acaba güzel aklında? Bunların hepsini birkaç dakikaya sıkıştırması, kendisinden nasıl beklenebilirdi ki?
2020, Şubat itibariyle henüz üzerimize bu kadar çökmemişken, Güven Erkin Erkal’ın o meşhum tweet’inden öğrendim Çağlan’ın beyin kanaması geçirdiğini. Hastaneler hayatımızda bu derece merkezi bir yer almamışken, boş bir yatak bulabilmişti Çağlan onlardan birinde. NON SERVIAM günlerinde finansal durumunun hiç iyi olmadığından bahsederdi hep. Nasıl bir hastanede nasıl koşullarda bekletiliyordu bilmiyorum.
Şimdi işler bu kadar sarpa sarmışken, 7 Nisan günü, her zamanki naifliği ile yatağını boşalttı Çağlan. Arkasında, kendisini tanımasalar bile ona minnettar birçok insan bıraktığına – en azından kendi minnetime – eminim. O olmasaydı, bu memlekette metal ve rock müziğin hem yapılışı hem de dinlenişi eksik kalacaktı, buna da eminim.
Bir hayat, bundan daha fazla neyi kendi içine sığdırabilir, bilmiyorum. Çağlan’ın “hayatının amacı” adına atıp tutamamam belki ama geri dönüp bakabildiyse, biriktirdiği her şeyden memnun kalmış olduğuna tüm kalbimle inanıyorum.
İyi ki vardı Çağlan Tekil.
İyi ki yollarımız kesişti kendisiyle.
İyi ki gördüm veya gördüğümü sandım onu.
Son sözleri ona, onun o samimi ve mesafeli kalemine bırakmak en iyisi:
“Merhaba. Ben girişteki çocuk. Hani derginin editörü olarak, derginin yeni sayısıyla ilgili bilgiler vermekle yükümlü olan, ama aysberg misali görünen kısmı küçük, büyük bölümü su altına gömülü cümlelerle kafanızı karıştıran genç. O küçük sayfaya sığamayarak, çoğu kez asli görevini unutup – ki biz buna gaza gelmek diyoruz –, sağa sola sataşan terbiyesiz çocuk, işte o benim. Herhangi bir çerçeveyle kısıtlanmak istemeyen, ruhunda kopan fırtınaları sizlerle paylaşmak için dergi çıkartan biri de diyebilirsiniz. Nasılsa o da benim. Kimliğimi açık etmem istemem ama ben aslında sokaklarda sıkça gördüğünüz ve birçoğunuzun ‘maganda’ olarak tabir ettiği çoğunluğa dâhilim. Her pazar, sizden hiç de utanmadan sıkılmadan, tüm gazetelerin magazin eklerini okuyan, kimin kimle ne bok yediğini bilen, tüm bu güzeller içinde birinciliğe Selin Toktay’ı layık gören biri. Hiç bıkıp usanmadan ‘Bizimkiler’i seyrediyor, her zaman için Türk filmlerini yabancı olanlarına tercih ediyorum. Ama yabancı film dendi mi de, Steven Seagal, Van Damme, Sylvester Stallone ve Bruce Lee filmlerini seviyorum, hatta tapıyorum. Bu benim. Selam…” [2]
[1] Çağlan Tekil, Non Serviam, Sayı 13, Ağustos 1999, s. 5.
[2] Çağlan Tekil, Non Serviam, Sayı 19, Şubat 2000, s. 60.