Category Archives: Genel

neyi muhafaza ettiğini bilmeyen muhafazakarlar

Türkiye’de ‘tümüyle fason’ Sağ-Sol ayrımının sokak çatışmaları aracılığıyla ‘gerçek’e dönüşmesinin üzerinden elli yıla yakın bir zaman geçti. Ama gelin görün ki, bu elli yılın ehlileştirdiği – fakat yok edemediği – bu ayrımın yerini son on beş yılda Muhafazakar-Ulusalcı ayrımı aldı. Her iki kelimenin ontolojik boşluğunu tartışmaya niyetim hiç yok. İnsan dediğimiz, kendine “oynayacak kulüp” arıyor ve “ait olma ihtiyacı” onu toplumun kurguladığı bir deliğe sokup öbüründen çıkarıyor.

Lafımız yok, buyursunlar deliklerden delik beğensin insanlar…

Benim ilgimi asıl çeken şey, kendini bu tuhaf ikili ayrımlara yerleştirmeye çalışan insanların, kendileriyle beraber – zaten şunun şurasında bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki – ‘gerçek aydınları’ da o deliklere sokmaya fazlaca hevesli olmaları durumu. Bu insanların, düşünme yetilerini sürüye devretme kararları mesele değil de, o sürüye lider olarak seçtikleri aydın figürlerinin ‘sahipleri’ haline gelmeleri beni zıvanadan çıkartıyor.

Bu furyanın son kurbanı, muhafazakar kesimin sahiplenmeye çalıştığı Cemil Meriç. [1]

Meriç’i uzun uzadıya anlatmanın veya onu hiç istemeyeceği bir şekilde bir başka ‘ikili karşıtlık kutbu’ yapmanın bir alemi yok. Burada yapmak istediğim, muhafazakar arkadaşları o çok övdükleri Meriç konusunda bir anlamda uyarmak aslında. Meriç’in Jurnal‘inden bazı bölümleri bu blog’a almak istedim. Kendi değerleri olduğunu iddia ettikleri şeyleri muhafaza etmek isteyenler, eğer Meriç’in adını ‘birileri’yle veya ‘bir şeyler’le aynı cümlede geçirmek istiyorlarsa, bunu bir daha düşünmeleri kendi faydalarına olacaktır sanırım…

 

“Kalabalık her yerde ırzını teslim edecek bir kahraman arıyor. Çobansız rahat edemeyen kaz sürüsü. Vatikan veya Kremlin. Kendi yaptığı puta tapsa iyi, putu yapmaktan da aciz o. İki ayak üzerinde dikleştiğine pişman, secdeye kapanıyor, sürünmek, dört ayaklaşmak istiyor. Ya köpek gibi çizme yalamak ya yılan gibi ısırmak. Zavallı kalabalık! İnsanlık hep o mağara adamı; hunhar, habis, yılışık ve sarsak. Mussolini’yi bacağından asanlar yıllarca taşaklarını yalayanlardır. Kamçını unuttuğun gün canavar boğazına sıçrayacaktır, hep tekmeleyeceksin bu kaz sürüsünü, yalanla doyuracaksın, sofra artıklarını domuzlara atacaksın. O hakaretle, zilletle doyurur kendini, tasalanma. Her diktatör bir vahşi hayvan mürebbisi ama kendisi de hayvanların en vahşisi. Çoban kazdan daha az sevimli.” [2]

“[Dünyada] kolektif bir psikopati bahis konusu. Çağımızda fazla kalabalık ve totaliter temayüllü bütün insan topluluklarını tehdit eden bir felaket bu. Fert böyle bir topluluğun kucağında nefsini koruma insiyakını kaybederek selameti başkalarında arıyor. Herhangi bir ‘-izm’ uğruna feda ediyor hürriyetini. Eski Tanrıların yerini ideolojiler aldı, hepsi birbirinin kafiyesi olan ideolojiler. İnsan, sosyal lehine, reeli kaybetti gözden, her şeyi devletten bekliyor. Psikolojik manada bir kişi değil artık, esaretinin bile farkında değil. Grup, farkında olmadan en korkunç gaddarlıkları irtikap edebilir. Almanya’nın katastrofu hepimizin. Hiroşima’ya atılan bomba insanlığın vicdanında ‘crématoire’ fırınlarından veya Auschwitz’in gaz odalarından daha az akisler uyandırıyor.” [3]

“Goril yıldızları merak etmese ‘ptekantropus erektus’ hil’atını giyemezdi. Amip, olanla yetinir. İnsan fetihtir, isyandır. Goril başını kaldırdığı için insan oldu. Dört ayaklıyı kainatın efendisi yapan bu dikiliş. Hazır oyuncaktan hoşlanmaz bu çocuk. Cinlerini de, Tanrılarını da kendisi yaratır.” [4]

“Bugün daha az yobazım. Zıt kutupların birbirini tamamlayan iki bütün olduğuna inanıyorum. Bir zamanlar Promete’nin bütün Tanrılara düşmanım sözünü benimsemiştim, şimdi bütün Tanrılara inanıyorum. Yani Tanrı biziz. Istırap çeken insanlar. İnsanla ilgili her ümit, her teselli, her hayal kutsal.” [5]

“Tanrı’nın alkışa ihtiyacı olmasa insanı yaratmazdı. Tanrılar da, insanlar da alkışa susuz, sevgiye susuz. Alkışta musikileşen: sevgi.” [6]

“Düyun-u Umumiye memurları! Batı kapitalizminin kavasları. Genelevde garsonluk, lağımcılık, yankesicilik çok daha şerefli iş.” [7]

“Mustafa Kemal yüz elli sırtlan kovdu memleketten. Tek kusuru ameliyatı yarıda bırakması.” [8]

“‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza atmış bir milletin üniversitesinde iktisat okutacak adam Sosyalizm gibi masum bir kitapçığı yayımlamaktan çekinirse doçent değil, kapıcı olmaya layık değildir. Din şehit ister, asuman kurban. Haklar birer birer fethedilir. Bu efendiler konuşmak için mi doçent olacaklar, meşaleyi dolaba saklamak için mi? İnsanın keneden farkı bir dava uğrunda fedakarlığı göze alabilmesidir.” [9]

“Sağ adı verilen bu bedbaht topluluk, solun kusuntuları ile yaşar. Misafir gittikten sonra sofra döküntülerini yalamaya gelen bedbaht bir sokak kedisi. Kendine mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu intibaksızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar… Bu sağa ancak merhamet duyulur, muhabbet değil. Korkak, pısırık, kıskanç, sembollere ve sloganlara mahpus. Kendinden kat’iyen emin değil.” [10]

“Ne acılar kelimete aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş altında söylenmeyen ne kaldı? Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillalı Thérése için, Kitab-ı Mukaddes. İkisi de inandıkları için savaştılar. Sainte Thérése, Kilise’nin masallarına aşıktı. Don Kişot, çevresindeki masallara. İslamiyet de Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları.” [11]

“Osmanlı, yakın akrabalarla evlenen aşiret çocukları gibi, hep kendi irfanı ile izdivaç ettiğinden hayatiyetini kaybetmiş, dumura uğramış, yozlaşmış, dünyaya açılmamış.” [12] [13]

“Bir yandan Humeyni’ye kaside okuyan bir gençlik, Humeyni’ye yani yobazlığa, layuhtiliğe, şuuru isyan ettiren bütün Orta Çağ değerlerine mutlak bir teslimiyet.” [14]

“Tarihi tesadüfler Osmanlının işini kolaylaştırmıştır. Yalnız, Osmanlı, karşısına çıkan bu tesadüflerden layıkı ile faydalanamamıştır. İstanbul hem Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan bir ticaret merkeziydi, hem de eski Yunan medeniyetinin hazinelerini saklayan bir irfan merkezi. Fatih, Konstantiniyyenin bu iki hususiyetini de istismar edemedi. Patrikaneye büyük imtiyazlar verdi. Böylece devlet içinde devlet kurulmasına zemin hazırladı. İktisadi hayatla meşgul olacağına, lüzumsuz fetih maceralarına atıldı. Alimleri ülkeden uzaklaştırdı. Bir kelimeyle Yunan’ın mirasını zorla Avrupa’ya kazandırdı. Etrafındakiler cahil, izansız ve idraksız kimselerdi, dünya ahvalinden tamamen habersizdiler. Bir kelime ile İstanbul’un fethi Türk tarihi bakımından hayırlı bir iş olmamıştır. Ulema, Bizansın taklidine girişmiş ve İslamda Rum kilisesini hatırlatan bir rahipler zümresi türemiştir. Kanuni devri, cehaletin hükümferma olduğu bir devir.” [15]

 

[1] Muhafazakar gelenek ve sahiplen(eme)diği aydınlar ilişkisi hakkında daha önce de bir şeyler yazmaya çalışmıştım, bknz. “Aristoteles’ten Muhafazakarlığa: Balık Neden Baştan Kokmuyor?”

[2] Cemil Meriç, “Çobansız Rahat Edemeyen Kaz Sürüsü,” Jurnal – Cilt I: 1955-65, İstanbul:İletişim, 1963/2013, s. 189.

[3] Meriç, “Jung’a Göre Kurtuluş,” a.g.e., s. 201.

[4] Meriç, “Goril ve İnsan,” a.g.e., s. 310.

[5] Meriç, “Lanza, Gandi ve Marx,” a.g.e., s. 263.

[6] Meriç, “Reveu des Deux Mondes’lar,” a.g.e., s. 207.

[7] Meriç, “Rousseau ve Ben, Nasuhi’nin Ölümü,” a.g.e., s. 282.

[8] Meriç, “Lüzumsuz Bir Hiciv,” a.g.e., s. 277.

[9] Meriç, “Sosyalizm ve Ali Bey’in Doçentliği,” a.g.e., s. 304.

[10] Cemil Meriç, “Sağ, Sol, Münzevi Aydın, ” Jurnal – Cilt II: 1966-83, İstanbul: İletişim, 1974/2013, ss. 199-200.

[11] Meriç, “Ezeli Bir Şifadır Aldanmak,” a.g.e., s. 240.

[12] Meriç, “Osmanlıda Fikri Faaliyet,” a.g.e., s. 249.

[13] Yeri gelmişken okuduğum en iyi Osmanlı toplumsal ve yönetimsel eleştirisi, her ikisini bir cümlede toplayarak bunu yapan – bir başka muhafazakar – Namık Kemal’e aittir: “Bir kavmin siyasi ahlakı bozulursa içinden XIV. Louis çıkar ve ‘devlet benim’ diyerek her istediğini yapmaya kalkar.” Aktaran: Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 1966/2013, s. 129.

[14] Meriç, “Bilgiye, Tefekküre, Tarihe Tahammül,” Jurnal – Cilt II: 1966-83, İstanbul: İletişim, 1974/2013, s. 296.

[15] Meriç, “Tarihi Tesadüfler,” a.g.e., s. 301.

Comments Off on neyi muhafaza ettiğini bilmeyen muhafazakarlar

Filed under Genel, Teori

ölüm kontrol hapı

Gündüz Vassaf’tı sanırım… ‘Ölümün tersi yaşam değil, doğumdur’ diyordu. Yaşam, doğumu ve ölümü içeren ama onlardan fazla olan bir şeydi.  Modern dönemde pek kıymeti bilinmeyen, buna rağmen parlatıldıkça parlatılan, süslü paketlere sarılan, ucuza-pahalıya ama illa ki satılan bir şeydi. Yaşamak için yapmamız gerekenleri listeleyen gazete yazılarıyla, dergi haberleriyle, sosyal paylaşımlarla tüketiyorduk onu. Bir alışveriş listesine dönüşmüştü yaşam. Ölmeden önce görülmesi gereken 100 yere gidiyor, 100 filmi izliyor, 100 kitabı okuyorduk artık. Neye yaşam denilip neye denilmeyeceğini bize söylüyordu birileri ve biz de güzel güzel uyguluyorduk o ‘tavsiyeleri’.

Oscar Wilde’dı sanırım… ‘Bazıları yaşamazlar, yalnızca vardırlar’ diyordu. Susamışlığın kanla giderildiği dönemlerde, ölümün gözden kaçırılması üzerine nutuklar atanlar, aslında yaşamın kendisini kaybediyordu. Bu dünyada bir yer işgal etmekten başka işi olmayanlar toprağı çalıp kaçarken, ruhunu satıyordu nefes almak isteyenler şeytanlarına. Tanrı bile vazgeçmiş olmalıydı böylesi bir hayattan. Zira iyiler hep kaybediyordu.

Leonard Cohen’di sanırım… ‘Senin gözlerinde, kendimi olmak istediğim gibi gösteren bir şeyler var’ diyordu. Oysa ben senin gözlerine bakamıyorum şimdi. Umudu saklayan gözlerin kapanalı çok oldu. Ama göz göze gelemememiz, seninkilerin kapalı olmasından değil kardeşim. Benim senin gözlerine bakacak yüzümün olmamasından. Gözlerimi kapadığımda aklımda beliren gülüşün, katline verilen fermanı hatırlatıyor bana. Mürekkep yerine hınç kullanmış nutukların yıktığı hayallerin geliyor aklıma. Kötülüğe dair ne varsa içlerinde, derinlerinde toplamışların haksız bedelini ödettiler sana. Sen ‘adam’ gibi ödedin yine de, ben yardım edemedim sana.

Yalnızca ‘var’ olmak sana az geldiği için, kendi ölümünü de doğumunu da özel kılabilen, satılamayan bir hayatı yaşamış azınlıktan olduğun için, gözlerinde yaşamı taşıdığın için, korkmadığın için, sadece ‘sen’ olduğun için teşekkürler kardeşim.

Eğer bugün ölümden korkmuyorsam, eğer gerçekten ‘yaşamaya’ çalışıyorsam, sebebi sensin kardeşim.

Sen bile oradaysan, orası ne kadar kötü olabilir ki kardeşim?

Comments Off on ölüm kontrol hapı

Filed under Genel

yamalı zamanlar

Slavoj Zizek’in Ahir Zamanlarda Yaşarken isimli kitabı çevre sorunları, kapitalizmin yapısal krizleri, biyo-genetik gelişmeler ve mikro-toplumsal bölünmeler nedeniyle kıyametin yaklaştığını, modern insan için bilinen hayatın sonuna gelindiğini öne sürüyordu [1]. Kitabı okurken, Zizek’in ebedi karamsarlığının bana göre bugüne dek kaleme aldığı en kolay okunur metnin içinde fazla sırıttığını düşünmüş, aslında genel tespitlerine katılmama rağmen, Zizek amcanın “abartılı bir zaman” portresi çizerek popülaritesini katlamak amacı güttüğüne inanmıştım.

Hala da böyle düşünüyorum.

Tıpkı her birimizde var olan “kendini özel hissetme” duygusu gibi, tarihin tüm toplumları da kendilerini bir şekilde “özel” hissetmiş, kendi zamanlarına aşırı değer biçerek, bir kıyamet senaryosu oynatmıştır. Uzaylı istilasından kaçanlar, Mayaların 2012 geyiği, Y2K, İsa Peygamber’in gelişini bekleyen güruh, hatta Fukuyamacı liberaller, bu kadim senaryonun en son örnekleri sayılabilir. Akıbetleri ortada olduğundan, üzerlerine yorum yapmamayı tercih ediyorum.

Zira ben bildiğimiz anlamda zamanın bir sonu olduğuna inanmıyorum. Aksine, içinde bizleri birer ‘ayrıntı’ bırakacak derecede dümdüz ilerleyen ama Marksist de olmayan bir zaman anlayışı bana daha tutarlı geliyor sanki. Marx’ın tahminin aksine zaman bence bir diyalektik içerisinde bütünleşmiyor; kırılıp sonsuz sayıda parçaya ayrılıyor ama bu parçalar da birbirleriyle sürekli bir ilişki içerisinde kalarak antagonist, amorf ve anlam-yüklü-olmayan bir zamanı meydana getiriyor. Kim bilir belki bunu Türkiye’de yaşadığım için, kendi maruz kaldığım zamandan ve mekandan aşırı derecede etkilendiğim için böyle yorumluyorum. Belki de başka bir sebep beni bu sonuna götürüyor. Çözemiyorum.

Ama Allah aşkına söyler misiniz, şu tabloyu görüp de başka bir kanıya varmak nasıl mümkün olabilir? [3] Bu tuhaf olayları yaşayıp nasıl başka bir fikre sahip olabilirim?

Bugün…

… ayakkabı kutularından milyon dolarlar çıkıyor…

… bakan çocukları tutuklanıyor…

… bakan çocuklarını tutuklayan ve sorgulayan polisleri aynı bakanlar görevden alıyor…

… yolsuzluklar yerine yolsuzlukların yeri, zamanı, biçimi konuşuluyor…

… devlet yetkilileri ex-terörist ile resmi görüşme yapıyor…

… ex-terörist Çorum’da yeniden terörist, Diyarbakır’da ise sayın oluyor…

… siyasi yasaklı şarkıcılar devlet protokolüyle şarkı söylüyor…

… cemaatçiler Facebook’ta, Twitter’da ulusalcı yazılar paylaşıyor…

… siyasal İslamcılar “cemaat orduya kumpas kurdu” [2] diye yazılar yayımlıyor…

… ordu mensupları cemaat videolarının altına destekleyici yorumlar yazıyor…

… ana-akım televizyon kanalları Ahmet Kaya’ya methiyeler düzüyor…

… bilindik ‘sağ’cılar bilindik ‘sol’ partilerden aday gösteriliyor…

… hoşgörü, empati, mazlum diyenler beddualarla gündeme geliyor…

… mağdurlar dikleniyor…

… diklenenler mağdur oluyor…

… komünist particiler Atatürk posterleriyle sokaklarda dolaşıyor…

… topuklu kızlar halk devrimine katılıyor…

… çok feyzli bir abi noel babaya yumruk atıyor…

… dünyanın en az gazete okuyan ülkesinde gündem gazeteciler tarafından belirleniyor…

… Zaman Gazetesi’nde Uludere kampanyası başlatılıyor…

… Zizek maaşallah her gün Türkiye’de takılıyor…

… liberaller, onlar zaten hep aynı şeyi yapıyor…

… ve Süleyman Demirel hala yaşıyor.

Sanırım Demirel ile ilgili olanı hariç, beş yıl önce yukarıda yazılanların tümünün tersi geçerliydi. Beş yıl sonra da yine oraya dönmeyeceğimize kimse inandıramaz beni.

Yamalı zamanlar yaşıyoruz fesuphanallah.

Moda gibi siyasetimiz var maşallah.

Hiç başımızdan eksik olmasın inşallah.

 

[1] Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, (çev.) E. Ünal, 2010/2011, İstanbul: Metis.

[2] Yalçın Akdoğan, “Ellerinde Nur Mu Var, Topuz Mu?”Star, 24 Aralık 2013

[3] Bu sorumun yanıtını sağ olsun Ergin Yıldızoğlu vermiş. Bu posttan bir gün sonra yayımlanan, hem de Ergin Hoca gibi değerli bir bilim insanı tarafından kaleme alınan, bir yazıda benzer argümanları görmek beni oldukça memnun etti açıkçası. Ergin Yıldızoğlu, “Hükümet – Gezi – Devlet”Cumhuriyet, 25 Aralık 2013

Comments Off on yamalı zamanlar

Filed under Genel

yeni kapitalizm, muhafazakarlık ve biraz da gezi

Bugün ben yazmayacağım. Yazamayacağım. Zira oturup düşünmem lazım.

Üzerine düşüneceğim ve sizlere de bunu yapmanızı naçizane tavsiye edeceğim ‘şey,’ Slavoj Zizek’in bugün Hürriyet Gazetesi‘nde yayımlanan röportajı.

http://www.hurriyet.com.tr/pazar/25359810.asp

Çınar Oskay’ın son derece yerinde ve entelektüellikteki soruları, bir süredir kendisinden soğumaya başladığım – kendi ifadesiyle – ‘liberal’ Zizek’i yeniden fena halde çekici bir hale getirmiş. Onu adeta sürekli aynı şarkıyı tekrar eden rockçı illüzyonundan bir süreliğine de olsa kurtarmış. Batı’da doğan kapitalizmden çok daha farklı, çok daha robotik, çok daha muhafazakar ve çok daha korkutucu yeni-kapitalizm ile ilgili söyledikleri başta olmak üzere, sınıf ayrımlarının derinleşmesi, insanların yalnız, aşkssız ve sözde-bağımsız yaşamaları, İslami köktenciliğin farklılıkları ve anlaşılan o ki sonuçları itibariyle Zizek’i (şaşırtmamış ama) hayal kırıklığına uğratmış Gezi Olayları hakkında söyledikleri gerçekten hem zihin açıcı hem de eğlendirici olmuş.

Üzerine biraz daha düşünüp yakın bir zamanda ben de iki kelamla Zizek’in muhabbetine dalmak niyetindeyim.

Şimdilik biraz müsaade.

Comments Off on yeni kapitalizm, muhafazakarlık ve biraz da gezi

Filed under Genel

papa’ya “hacı dayı” diye seslenmek

Søren Kierkegaard, insanın yaşadığı hayatın anlamını öğrenmeye yönelik arzusu ile bunu yapabilecek kapasiteden yoksun oluşu arasındaki acımasız diyalektiği “absürt” kavramıyla açıklamaya çalışıyordu. [1] Hayatın anlamını öğrenmeye çalışmak [2], zannedildiği veya idealize edildiği kadar yüce bir amaç olarak kabul edilse bile, imkansızlığının içinde doğduğu boşluktan başka bir şey ifade etmiyordu. Üstelik – ironik biçimde – insan, tüm diğer canlılar içerisinde yalnızca insan, yaşadığı hayatı anlamaya çalışan tek varlık olarak, belki de tüm varoluşunu bu çabasına borçluydu. İnsanın, onu ‘insan’ yapan değere ulaşmaya bu kadar uzak oluşu, onun varoluşu ile ilgili hem en ciddi hem de en eğlenceli sorunuydu. Ölüm varken yaşamak, hiçbir cevaba ulaşamayacakken düşünmeye/tefekküre dalmak, seni sevmeyen birine aşık olmak, hayatın boyunca yapmak istemediğin bir işe emeğini koymak, yeni bir güne uyanmaya çalışmak… hepsi absürdün, bu kötü şakanın, bu trajik acının, bu klişeleşmiş yenilik oksimoronunun bir parçasıydı.

Kierkegaard, belki de sırf gıcıklık olsun diye, hayatta önemi olan tek şeyin absürt olduğunu iddia ederken, onu aramaya devam ediyordu. Absürt onu bir yandan hayran bırakırken, aynı anda dehşete düşürüyordu. Belki de bir ‘kahkahanın’ [3] derinlerinde, hayatın anlamının olasılığı yatıyordu. Gerçi, hayatın gerçek bir anlamı olsa bile, onu öğrenmeye ne kadar gönüllü olunurdu?

İşin özü, gülmeye devam etmekti.

Roboski’den Dobrovski’ye [4] kadar gülüyorum ben.

Kendini ciddiye alan insanlara gülüyorum ben.

Kendisiyle dalga geçmeyen herkese gülüyorum ben.

Başıma gelenleri çok ciddiye aldığım zamanlara gülüyorum ben.

Hayata absürtlük yapmadan buradan göçüp giden insanlara gülüyorum ben.

Ve bunların hepsinden aynı derecede korkuyorum ben.

 

[1] Søren Kierkegaard, Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler, (çev.) İbrahim Kapaklıkaya, 1834/2005, İstanbul: Anka Yayınları.

[2] Hayatın anlamına ulaşma çabası üzerine yazılmış en iyi kurgu eser için, bknz. Douglas Adams, Otostopçunun Galaksi Rehberi (Beş Cilt), (çev.) Nil Alt, 1979/2005, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

[3] Søren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, Roger Poole ve Henrik Stangerup (der.), (çev.) Nedim Çatlı, 1989/2013, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[4]”Ensarioğlu Roboski’ Yerine Dobrovski’nin Hesabını Soracağız Dedi”, Radikal, 6 Aralık 2013, http://www.radikal.com.tr/politika/ensarioglu_roboski_yerine_dobroskinin_hesabini_soracagiz_dedi-1164810

Comments Off on papa’ya “hacı dayı” diye seslenmek

Filed under Genel

aynılaştırı(lı)rken ayrılaşmak

Yine tuhaf zamanlardan geçiyoruz.

İç siyasette ne olup bittiğini anlayan birileri var mı gerçekten? [1] Bu olan bitenleri gerçek bir önem sırasına koyabilen? Dün gerçekten neye canının sıkıldığını ya da gerçekten neyi çok beğendiğini hatırlayan insanlar var mı? 

Ne çok şeyle uğraşıyoruz milletçe? Kızlar, erkekler, partiler, cemaatler, okullar, dershaneler, rutin tutuklamalar, genel aflar, redhackler, gizli dosyalar, PKK’lar, Barzani’ler, yeni adaylar, eski adaylar…

Siyaset ile entropi arasındaki kadim çelişki geliyor yine aklıma. Birisi düzeltmeye uğraşırken, diğeri ‘doğal olarak’ bozuyor işleri. İstenilen ve görülen o ki, amaç herkesi eşitlemek, birörnekleştirmek, aynılaştırmak, aynalaştırmak… Aslında herkes kardeş, herkes aynı yolun yolcusu. Herkes birbirinin iyiliğini istiyor. Amaç memleketi kalkındırmak. Öndeki taksiyi kovalayan taksiyi kovalayan taksiyi kovalayan taksi kadar haklı herkes. Öndekinin ‘yamuğu’ olmasaydı, hiçbir şey bozulmayacaktı, bundan emin herkes.

Böyle durumlarda kitaplara vermek istiyorum kendimi. Gözlerimi ve beynimi bir anlığına kapatıp ‘düşünen’ birilerine kulak vermek… Bir dakika sonra alarmın çalacağını bile bile kafayı yastığa gömmeye benziyor, dünyaya benimle aynı açıdan bakmayan birine sığınmak. Bu açıdan hem hiçbir şey gibi hem de her şey gibi oluyor. Yaşamaya benziyor. Ölmekle sonuçlanıyor. İnsan düşünmeden edemiyor.

Edemiyor da… niye herkes kendini bu kadar önemsiyor? Neden herkes herkesi kendine benzetme arzusu ile yanıp tutuşuyor?

“Günümüzde herkesin boyun eğdiği bir okuma ve ayrımlama sistemi oluşturabilmek amacıyla tamamen toplumsallaştırılan ve nesneleştirilen değer göstergelerinin hepsi, kendiliklerinden denilebilecek bir şekilde gerçek bir ‘demokratikleştirme’ sürecine yol açmamaktadırlar. Tek bir referansa boyun eğme zorunluluğunun sanılanın tersine ayrımlama arzusunu kamçıladığı görülmektedir. Başka bir deyişle, herkesin birbirine benzemeye çalıştığı bu sistemde giderek yaygınlaşan yepyeni bir hiyerarşi ve ayrımlama saplantısıyla karşılaşılmaktadır. Bir takım engelleyici toplumsal ahlak kuralları, etiketler ve dilyetileri saf dışı edilirken; nesneler dünyasında bunların yerini yepyeni engeller, yani yadsıması olanaksız maddi bir sınıf ya da kast ahlakının aldığı görülmektedir. ‘Yaşam düzeyi’ denilen temel kural günümüzde herkesin kolaylıkla anlayabileceği türden evrensel bir anlam ve algılama düzeni oluşturup hiyerarşik listede yer alan tüm toplumsal grup ve düşünce biçimlerinin birbirleriyle hiç zorlanmadan ilişki kurmalarını sağlasa bile saydam bir kurala benzediği söylenemez. Yalancı bir saydamlıkla, yalancı bir insan ilişkileri tablosu sunan bu temel kuralın gerisinde yer alan gerçek üretim düzenine ait yapılarla, açıklaması zor toplumsal ilişkilerin yer aldıkları görülmektedir.” [2]

Baudrillard, bizi kırk beş sene önceden uyarıyor…  Aynılaşmanın, içi öfke dolu bir ayrılaşmaya evrilmesinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. ABD’nin Irak’a demokrasi ‘getirmesini’ istemeyen herkes, önce anne-babasını, sonra arkadaşlarını, sonra karısını/kocasını, sonra çocuklarını, sonra… tanıdığı herkesi ‘kendisine dönüştürmeye’ uğraşıyor.

Hiç aynı olmadan, hepimiz ayrı kalsak, gerçekten, kıyamet mi kopuyor?

[1] Dış politikaya hiç girmiyorum, söylemi bile başımı döndürmeye yetiyor. Son birkaç haftanın kısa ama kapsayıcı bir özeti için sizi ŞÖYLE alalım.

[2] Jean Baudrillard, Nesneler Sistemi, (çev.) Oğuz Adanır ve Aslı Karamollaoğlu, 1968/2011, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Kitabevi, s. 238.

Comments Off on aynılaştırı(lı)rken ayrılaşmak

Filed under Genel

çocuklar ve ‘velileri’ üzerine

“Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizlerin değildirler,
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını çalabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü Hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatlarınızın birer canlı ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef edinmiştir ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün.
Çünkü oku atan o güç, uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.” [1]

[1] Halil Cibran, Ermiş, (çev.) Aytunç Altındal, 1923/2000, İstanbul: Anahtar Kitabevi, ss. 30-33

 

Comments Off on çocuklar ve ‘velileri’ üzerine

Filed under Genel

bakış vs. görüş

“Bana hiçbir zaman benim seni gördüğüm yerden bakamazsın.” [1]

Bakışlarınızın kesişmesi dileğiyle…

Hoş geldiniz.

 

[1] Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis (The Seminar of Jacques Lacan , Book 11), 1973/1978, Norton, s. 104

Comments Off on bakış vs. görüş

Filed under Genel