covid-19, kültür endüstrisi, biyopolitika ve virütik aydınlanma

“Kimse açlık çekmeyecek ve üşümeyecek. Aksini yaşayan herkes toplama kampına gider.” [1]

Modern devlet ile vatandaşı arasındaki metcezirli ilişkiyi Nazi Dönemi Almanya’sında anlatılan bu kısa fıkra kadar iyi özetleyen bir anekdot daha var mıdır, bilmiyorum. Bizim aldığımız kararları uygulamaları için seçtiğimiz söylenen siyasal görevlilerin, kendi kararlarına bizi ikna ettikleri bir tuhaf ilişkiyi ifade eden güncel siyaset, tüm dünyada absürtlüğün içinden geçen, panikletici bir sınav veriyor bu günlerde. Hangi duyu organınızı hangi tarafa çevirseniz aynı yarı-gerçek yarı-mitik canlı ile karşı karşıyayız tüm dünyada: CoronaVirüs #19 (COVID-19).

Doğrudan öldürdüğü, öldürmeyip süründürdüğü, pek hafif atlatıldığı, sadece yaşlıları etkilediği, hâlihazırda hasta olanlara kast ettiği, mevsimlik olduğu, dönemsel olmadığı, tedavisinin eli kulağında olduğu, daha uzun süreler bizimle kalacağı gibi hem birbiriyle çelişen hem de birbirini mükemmel bir uyumla tamamlayan ifadelerin kusursuz bir kolajını sunan bu virüs, bir müddettir zaten çok ciddi ekonomik [2], ekolojik [3] ve siyasal [4] krizler serisi içinde olan neoliberal hayata takla attırmakla meşgul bu sıralar ve o taklaların devamının geleceğine dair sinyaller de her yanımızı sarmış vaziyette…

Ölümü, acı çekmeyi, hastalıkları ve yalnızlığı günlük dilin sık geçişlerine dâhil eden bu virütik günler, modern bireyin devletinden beklentilerinin ne olması gerektiği kadar ne olmaması gerektiği üzerine de kafa yormasını sağlama potansiyeli taşıyor. Kamu hizmetleri de dâhil olmak üzere, toplumsal olana dair her şeyin finansallaştırılması ve üzerinden kâr elde edilebilecek birer metaya dönüştürülmesi anlamına gelen neoliberal politik-ekonominin kaçınılmaz bir sonucu olan popülist heyulaların hamasetine susamış çoğunluklar, esas mesele kendi bedenleri ve sağlıkları olmaya başladıkça, onlara su diye verilenlerin içinde zehir değil, plasebo olduğunun ayırdına varmaya belki de ilk kez bu kadar yaklaşıyorlar… COVID-19’un yukarıdaki fıkranın açıkça gösterdiği gibi, isteklerin ve ihtiyaçların arz-talep dengesini değiştiren bir siyasetin sonunu müjdelemesi de, bu dengesizliği sonsuza kadar kabullendirmesi de denk olasılık dâhilinde ama en azından ilkinin yüzdesi, belki de iki yüz yıldır ilk defa bu kadar yükseklerde geziyor.

Modern devlet aygıtı, on sekizinci yüzyıldan beri, kendisini önceleyen kurumlara göre hem biçim hem de işlev değiştirdiği süreçlerden geçiyor. Her şeyden evvel, tek hedefi kendi sınırlarını genişletmek ve olabildiğince fazla savaştan olabildiğince çok ganimet ile ayrılmak olan on sekizinci yüzyıl öncesinin imparatorlukları, yerlerini, ana amacı belirli bir toprak bütünlüğünü korumak ve o toprakların üzerinde kalan hammaddelerden ve insanlardan maksimum verimi elde etmek olan modern (ulus-)devletlere bırakıyor [5]. Hedeflerini sınırsız birikim olarak belirlemiş olan sermaye sahipleri, imparatorlukların başındaki hanedanların yerlerini alıyor ve sınırları belirli toprak parçalarını birer üretim yerine dönüştürüp, sermaye birikimini sonsuza götürmek için ortaya çıkan yeni teknolojilerin peşinde koşuyor.

Nasıl bir fabrika sahibi, üretim bandından çıkan her üründen maksimum kâr elde etme amacıyla en optimal işi görecek aletleri, yöneticileri ve işçileri satın alıyorsa; aynı toprağın üzerinde kalan sermaye sahipleri de en optimal hammaddeyi, en optimal yöneticiye, en optimal işçiyi bulması amacıyla teslim ediyor. Bir başka deyişle, gerçekte devlet adı verilen muazzam büyüklükteki mekanizma, teknik olarak sınırları belli bir ülkenin sermayedarları adına çalışan CEO’sundan başka bir işlev üstlenmiyor.

İmparatorluklar, fabrikatör ile CEO’nun aynı kişi olduğu ve emri altındaki işçileri ölesiye çalıştıran ceberut bir insanımsıyı anımsatırken; modern devletler, sermaye sahibinin, çalıştırdığı işçiler ile birebir ilişki kurma görevinden kaçındığı, bunun yerine o ilişkiyi CEO’luğunu yapan devlet aracılığıyla yürüttüğü, daha mesafeli ve dolaylı bir ilişki biçimi üzerine kuruluyor. Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau gibi “toplumsal sözleşme” geleneğini inşa edenlerin ustalıkla görmezden geldiği ve getirdiği bu hikâyede, işçinin (yani, vatandaşın) aslında herhangi bir sözleşmeye imza atması söz konusu olmuyor: Aksine sözleşme, sermaye sahipleri ile devlet yöneticileri arasında, vatandaşların gıyabında imzalanıyor. İmparator ile tebaasının doğrudan ilişkisinin, modern devlet aygıtı aracılığıyla dolaylı hale getirilmesinin sonucunda, “ceberut imparatorun” keyfince götürdüğü kellelerin yerini, devlet aygıtının siyaseten-ve-hukuken kendine bağlayıcı kıldığı vatandaşı ile arasındaki gölge-ilişki alıyor [6].

Tıpkı Alexis de Tocqueville’in söylediği gibi, modern devlet aygıtında “tiranlık, bedeni özgür bırakıyor ve saldırısını dosdoğru ruha yöneltiyor. Hükümdar artık şöyle demiyor: Ya benim gibi düşün ya da öl. Şöyle diyor: Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün, her şeyin senin olarak kalacak, ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın.” [7]

Bu yeni ve dolaylı ilişkide egemen olanların, egemenliklerine devam etmek için feda ettikleri şey, egemen olmayanlara vaat ettikleri şey, özel mülkiyet hakkı oluyor. İmparatorluk döneminde her şeyin sahibi olan imparator ve hanedan modern devlet aygıtında ortadan kalktığı için, artık vatandaşların da bir şeylere sahip olmalarının önündeki siyasal-ve-hukuki engel ortadan kaldırılmış gibi gösteriliyor. Ta ki… vatandaş, devletinin çizdiği kurallar çemberinin dışına çıkana kadar!

Michel Foucault tam da bu noktada, o çemberi ve kurallarını ifade etmek için artık egemenlik (sovereignty) kelimesinden başka bir kelimeye ihtiyacımız olduğunu ve bunun da yönetim zihniyeti (governmentality) terimi ile ifade edilebileceğini öne sürüyor [8]. Modern devletin yönetim zihniyeti, başta belirtildiği gibi, üzerindeki hammaddeden ve onu işleyen vatandaştan optimum verimi almak üzerine kurulu… Petrol zengini bir ülkede petrol çıkartmayı ve işlemeyi bilen bireylere ihtiyaç olması; tarım olanaklarına sahip bir ülkede çiftçinin eğitiminin önem kazanması; hammaddeden yana zayıf bir memlekette vatandaşların hizmet sektörüne yöneltilmesi gibi önleyici-ve-belirleyici-politikalar, Foucault’nun işaret ettiği yönetim zihniyetinin ürünleri aslında… Artık yol, imparator neyi ne zaman isterse öyle yapmaktan değil; uzun vadeli bir plan çerçevesinde neyin ne zaman yapılacağını bireylere öğretmekten ve benimsetmekten geçiyor. Bu anlamda, modern devlet, astığı astık kestiği kestik bir kraldan daha çok, şirket yöneticisi (administrator) bir yuppie’yi andırıyor.

Bu öğretme, benimsetme, düzenleme ve yönetme işlevleri, modern devletin son teknoloji aygıtları ve teknikleri (techne) aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Ulusal eğitim sistemi, meslek eğitimleri, teknik üniversiteler, açıktan öğretim fakülteleri, askerlik eğitimi, beden eğitimi dersleri, vb. yeni-teknolojiler, devlet aygıtlarının ücretsiz görünümde sağladığı – oysa maliyetini yine vatandaşların vergilerinden çıkarttığı – yönlendirici programların yalnızca birkaç örneğini oluşturuyor. Bilinçli olarak ya da bilinçdışında kesintisiz toplu-eğitimlerine devam eden vatandaşlar, bir yandan da, bu süreçlerin yorgunluğunu, Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın kültür endüstrisi [9] adını verdiği devasa makinenin sunmakta olduğu tüketim ürünleri ile atma alışkanlığı kazanıyor. Kültür endüstrisinin çarkları, yirminci yüzyıldan itibaren gitgide artan bir hızda dönerken, önce sinema ve radyo, ardından kültür-sanatın birer eğlence aracına indirgendiği tiyatro ve müzik gibi mazide-kalmış-sanatlar, daha sonra televizyon, son otuz yıldır da internet ve sosyal medya araçları gibi devasa kapasitelere ve yayılım menziline sahip yeni ürünleri ortaya saçıyor. Kültür endüstrisinin ürünleri birbirinden ne kadar farklı gösterilirse gösterilsin, temelde hep aynı şeyi vaat ediyor: haz. Modern devletin sürreal büyüklükteki üretiminden kendilerine düşen parçaları, özel mülkiyetin kutsal sınırları çerçevesinde kabul eden sıradan vatandaşlar, ellerine düşen bu minicik parçaları da kültür endüstrisinin göz kamaştırıcı ürünlerine yatırarak, devlet ile aralarındaki dolayımlanmış ama hala en az imparatorluklardaki kadar zalim ilişkinin gerçek etkilerini de anlık hazlarla bertaraf etme ve bastırma peşine düşüyorlar.

Her biri farklı birer haz üretimini vaat eden kültür endüstrisi ürünleri, gerçekte bu hazları sadece koklatıp hiçbir zaman cismen insanlara sunamayacak olsalar da, yarattıkları yan-sanayilerle, bu haz vaadinin hiçbir zaman sonunun gelmeyeceği hissiyatını da üretmekte ustalaşıyorlar. Farklı spor branşlarının yarattığı dev endüstrilerden, Twitter, Facebook, Instagram gibi gösterinin hiç bitmediği [10] sanal-sosyal mecralara kadar dev bir karnavalın içindeki birey, izlediği-her-şeye sahip olma güdüsüyle, sözde-mülkiyetini de elden çıkarma hevesini, altına girdiği tüketici kredileri ile sahneye koymuş oluyor.   

Kendi istediklerini değil, sermaye sahiplerinin üzerinden para kazandığı şeyleri üretmekte olduğunu, tersine çevrilmiş arz-talep ilişkisinin gösteri kodlarında unutan, artık sadece hâlihazırda arz edileni talep eden sıradan birey, devleti ile olan ilişkisini de aynı kodlarla yeniden-öğreniyor. Siyaseti ve ekonomiyi kendisinin belirleyeceği sözüyle (demokratik seçimlerle, sivil toplum kuruluşlarıyla, sosyal hareketlerle) ehlileştirilmiş modern vatandaş, gerçekte sadece küçük bir azınlık grubu olan sermaye sahiplerinin küresel rekabetinde, küresel kültür endüstrisinin amansız bir tüketicisi konumuna indirgeniyor.

Kendisinden bekleneni üreten ve kendisinden beklenenin bile fazlasını tüketmeye hazır hale getirilen yirmi birinci yüzyıl bireyi, modern yönetim zihniyetinin en son ve belki de en önemlisi tornasını, bir beden halinde yeniden-kurulurken deneyimliyor. Giorgio Agamben’in çıplak hayat (bare life) adını verdiği ve insanın doğuştan getirdiği vücudundan [11] farklı olarak, her bir beden, neoliberal üretim şemaları içinde, üretim-tüketim kompleksinin kendisinden beklediği vücut formuna doğru evriliyor. Bu evrim, pek tabi ki evrensel evrim gibi doğal yollardan değil, devlet aygıtının teknolojilerinin şekil verdiği düzeneklerden geçerken gerçekleşiyor.

Foucault bu tornadan-çıkmış-vücut-formu serüvenini, modern devletin en büyük yönetim zihniyeti ve yönetim teknolojisi olarak açıklarken, ona, bir toplumdaki nüfusla ve her bir bireyin vücuduyla ilgili yaptırımların siyasi organlarca düzenlendiği, “yaşamın siyaseti,” anlamında biyopolitika (biopolitics) adını veriyor [12].

“Foucault’ya göre hayat, politikanın ne temeli ne de nesnesidir. Bunun yerine hayat politikanın sınırını gösterir; bu, hem saygı duyulması hem de aşılması gereken bir sınırdır. Verili ve doğal gibi görünen bu sınır, yapay ve dönüştürülebilirdir… Biyopolitikanın nesneler, tekil insanların varlıkları değildir; ancak onların nüfus düzeyinde ölçülen ve gruplandırılabilen biyolojik özellikleridir. Söz konusu [ölçüm], belli normları, yerleşik standartları ve ortalama değerleri belirlemeyi olanaklı hale getirir. Sonuç olarak ‘hayat,’ bağımsız, nesnel ve ölçülebilir bir etmen haline gelir.” [13]

Ülkeleri fabrikalarla, devletleri de fabrikaların CEO’ları ile eşleştiren analojide, biyopolitika, fabrikada işçi sağlığı ile ilgili alınan tüm kararları ifade ediyor. Amaç, bir fabrikanın üretim bandının optimal ve kâr-maksimizasyonu sağlayacak biçimde çalışması ise, biyopolitikada da ülke-çapındaki üretimin optimal hale getirilmesi için gereken işçi verimliliğini sağlayacak her türlü siyasi hamle, biyopolitika şemsiyesi altında değerlendirilebiliyor. Doğum kontrol yöntemlerinden sezaryen gibi doğum seçeneklerine, kürtaj hakkından bir aile için istenilen/izin verilen çocuk sayısına, eşcinselliğe dair uygulamalardan kadın/erkek çalışma haklarına, genel sağlık sigortalarından reçeteli/reçetesiz ilaçların belirlenmesine, sağlık hizmetlerinin ücretlerinden aile hekimliğine, obezite sınırlarından sigara-alkol yasaklarına ve elbette salgın durumlarına karşı alınacak önlemler ya da politikaları da içeren çok sayıdaki nüfusa-yaşama-bedene dair söylemler ve uygulamalar, biyopolitika kapsamına giriyor. Her bir ülkede ve her bir devlette, vatandaş sağlığını ilgilendirebilecek her türlü konu, en küçük ayrıntısına kadar düzenleniyor/yönetiliyor.

Modern devlet, biyopolitik uygulamaları ile her şeyden önce sağlıklı üretici-tüketici (ve zaman zaman da asker) bedenlerini mümkün kılarken, kültür endüstrisi ve ürünleri ile de onun bu biyopolitik plana sadık kalmasını ve/ya ona başkaldırmamasını sağlıyor. Aslında çoğu zaman, bu iki unsur (biyopolitik uygulamalar ile kültür endüstrisinin yaydığı haz) arasında ciddi çatlaklar, çekişmeler ve hatta uyumsuzluklar görülebiliyor. Örneğin, kültür endüstrisi ürünlerinden diziler, filmler ve reklamlar, gerçek hazza ulaştırma vaadi sunan yiyecek maddeleri ile dolup taşarken, biyopolitika aracı olan kamu spotlarında sağlıklı bir vücut için atılması gereken günlük adım miktarları, moda billboardlarında ise sıfır beden manken fotoğrafları gösteriliyor. Ancak, bir bütün halinde bakıldığında, hazza ulaşmanın acıdan geçtiği mesajı ile “çok yemesine rağmen fit kalan insanın” kıskanılacak metabolizması veya dilediği şeyleri yemekten vazgeçen, modern-asetik, spor salonu insanları pohpohlanıyor. Tarım Bakanlığı’nın onayından geçen zayıflatıcı çaylar, Sağlık Bakanlığı’nca yasaklılar listesine alınıyor. Kafası karışmış birey, devleti ve kültür endüstrisi ile olan ilişkisini, bu karmaşık sinyallerden işine geleni, işine geldiği zaman seçme düsturu üzerinden kuruyor. Gündelik hayatın akışı, bu çetrefilli ilişkinin üzerine yerleştirilmiş bir sinüs eğrisi gibi, bir aşağı bir yukarı devam ediyor.

İşte son bir ayda hayatlarımıza derin bir giriş yapan COVID-19, tam olarak da bu zigzaglı ama bir şekilde de sürüp giden akışı bozduğu, hatta o akışa artık izin vermeyecek gibi gözüktüğü için, bilinen modern birey-devlet ilişkisinin köküne de kibrit suyu döküyor.

Şimdilik farklı ülkelerde farklı uygulamalar gözüküyor olsa bile, COVID-19 kapsamında alınan tedbirler, haftalık çalışma ve eğitim pratiklerini yeniden kuruyor. Tüm bu süreci en dramatik biçimde geçiren İtalya’da insanların evlerinden dışarı çıkmaları “çok geçerli bir nedeni” belge ile ispatlamalarına bağlandığı için, marketler, eczaneler ve hastaneler [14] dışında, tüm işyerleri kapatılıyor. Yurtdışına çıkışlar, seyahatler yasaklanıyor – bir şekilde yolu “dışarıya” düşmüş “turistik hacılar” karantina altında bekletiliyor. Birçok ülkede restoranlar ve barlar gibi toplu birlikteliklerin olabileceği hizmet alanları kapanıyor. Alışveriş merkezlerinin yalnızca market reyonları, genellikle de bazı izin verilen saatler arasında, açık tutuluyor. Tüm dünyada, dünya savaşları sırasında bile devam ettirilmiş olan geleneksel spor etkinlikleri erteleniyor, karşılaşmalar seyircisiz oynanıyor veya bu sezon herhangi bir müsabaka yapılmaması yönünde kararlar alınıyor. Konserler, tiyatro oyunları, izleyicilere açık sanatsal faaliyetler ya da eğlencelik gösteriler iptal ediliyor. Sinema salonları birer vebalı hücresi gibi görülmeye devam ediyor… 

Önceden bireyi ve onun bedenini hedef alan “büyük kapatılma,” [15] COVID-19 nedeniyle bugün, kültür endüstrisi ürünlerinin üzerine çökmüş görünüyor. Vatandaşı devlete bağlayan ve ona bu bağlanmanın sonucunda bedensel hazzı müjdeleyen kültür endüstrisi, spor karşılaşmaları, filmler, oyunlar, gösteriler, konserler, vb. yan-sanayi ürünlerinin devamı konusunda büyük bir sıkıntıya girmişe benziyor. Netflix, Amazon, AppleTV gibi online platformlar, şimdilik, yakın dönemde tamamlanmış prodüksiyonlarını bunları satın alabilen görece azınlıktaki bireylere pazarlayabilecek olsa da, çok sayıda insanı içeren yeni film/belgesel çekimlerinde zorluğa girdikçe, nostaljiyi, eskiden iyi olanı yeniden-pazarlamak dışında hangi dala tutunabileceğini kestiremiyor. Eski filmlerin, eski yapımların ne kadar güzel olduklarına dair söylemin çok yakında sosyal platformları doldurup taşırması olasılığı oldukça yüksek gözüküyor. Aynı nostalji hilesini, 1552 yılında Roma’yı saran veba salgınından “kenti kurtaran” dönemin papasının yürüdüğü yollardan geçip “boş kenti kutsayarak,” kendi inayetini virüse siper ettiğini gösteren Papa Francis bile kullanmaya çalışıyor! [16] Kültür endüstrisi, gösteri arzındaki azalışı öyle bir hissediyor ki, daha şimdiden evlerine kapatılmış – belki de ölümlerini bekleyen – insanların balkonlardan birbirlerine söyledikleri şarkıları “yeni sanat eserleriymiş” ya da “sanatın gücü hiç bitmemiş” gibi ucuz-pazarlama taktikleri ile kakıştırmaya çabalıyor. Bir balkondan diğerine gönderilen futbol topları, futbolun gerçekte bir “endüstri” değil de hayatı güzelleştiren bir aktivite, adeta bir “yaşam pınarı” olduğunun sembolleriymişçesine sunuluyor. Gösterinin hiç bitmediği, “kültür endüstrisi[nin] durmaksızın vaat ettiği şeylerle tüketicisini durmaksızın aldat[tığı]” [17] bu bütünlük, COVID-19’un açtığı deliklerden fena halde su alıyor.

Kültür endüstrisine yapıştırılmış genç-tüketiciler, şimdilik sosyal medya araçları ve online platformlar ile eğlence mastürbasyonlarına devam edebilirken, kültür endüstrisinin haz vaadini yiyecek ve giyecek alış-verişinden hortumlamakla yetinen daha yaşlı-tüketiciler için durum daha da vahim bir seyir gösteriyor. Yağmalanan süpermarketler, eritilen makarna/kuru bakliyat stokları, istiflenen tuvalet kâğıtları, bir başkasının elinden son anda kapılan kolonya/dezenfektan şişeleri, vb. örneklerin her biri, asla bitmeyeceği sözü verilen kültür endüstrisi ürünlerine dair “ya biterse” endişesi yaşayan sıradan vatandaşın, kendisi gibi olanlarla vahşi bir rekabete girdiği jungleları anımsatıyor. Sigmund Freud’un tarifiyle “endişe, tehlikeli bir duruma tepki olarak ortaya çıkmakta ve durumun her tekrarlanışında düzenli olarak yeniden kendini göstermektedir.” [18] COVID-19’un yaratmakta olduğu “ölüme yakınlaşma” hissi ve tüketime bu kadar alışmış bireyin ondan mahrum kalma korkusu, günlük/haftalık pratiklerle tekrarlanan alışveriş gibi basit bir eylemin bile, endişe şemsiyesi altında bir kör dövüşe dönüşmesine neden oluyor. Bir endişenin neticesinde ortaya çıkan stoklama arzusu, paradoksal biçimde, “acaba daha fazla stoklamam gerekir miydi?” endişesini yeniden tetikledikçe, mutfak rafları gerçekte hiç ihtiyaç duyulmayan ve son kullanma tarihleri geçmeden tüketilmeleri mümkün olamayacak sayıda ürün ile dolmaya devam ediyor. Endişe, endişeyi besliyor. Önceleri bu endişeden, kültür endüstrisinin vaat ettiği hazlarla sıyrılan birey ise o hazdan da mahrum kaldığı için, önceleri yaşamadığı yeni bir endişeyi de görmeye başlıyor: Hayatın sonunun yaklaşması.

Biyopolitik yönetim zihniyetinin kurguladığı bedenler, içinde yaşadıkları ülkelerin ölüm yaşı ve oranı beklentilerini “normal” kabul eder. Ortalama ölüm yaşı yetmiş olan bir ülkede, bu sayının altında bir yaştaki ölüme “daha fazla üzülünmesi;” üstüne çıkan yaştaki ölümleri ise “tebessümle yâd etmesi” bundandır. Foucault bu nedenle istatistik bilimini, “devlet bilimi” (= state-istics) olarak adlandırır ve modern devletin en önemli işlevlerinden birinin, normal olanın sınırlarını istatistiksel-sayısal olarak ifade ederek belirlemesi olduğunu hatırlatır. [19] COVID-19, “biyopolitik normal” ile oynayarak, ölümü tekinsiz bölgelere yaklaştırdığı için “anormaldir.” Anormallik tehlikeyi, tehlike ise endişeyi doğurmaktadır.

Süpermarkete yapılan her ziyaret, bilinçdışında da olsa, bireye hem ölümü hem de devletin önceden var olmadığını düşündüğü “yanılabilirliğini” hatırlattığı için daha da endişe verici olmaktadır. Diğer market arabaları adeta birer ölüm arabası, biyolojik birer silah gibi etrafta dolanmakta; öteki alışverişçiler, her an virüs bulaştırabilme potansiyeli taşıdıkları ölçüde paniğe neden olmaktadır. Kasalar ne kadar yavaş çalışırsa endişe o kadar artmakta, kişi o denli sıkıntıya girmektedir. Bugüne dek bedenini ve sağlığını düzenlemiş olan devletten, “bu kasalara bir düzen getirmesini” bekleyen birey, bu beklentisine karşılık bulamadıkça daha çok endişeye ve daha fazla güvensizliğe sürüklenecektir. 15 Mart 2020 tarihinde Makarna Üreticileri Sanayicileri Derneği tarafından yapılan “kimse panik yapmasın, Türkiye’yi makarnaya boğarız” [20] açıklamasının endişe-azaltıcı söyleminin hemen yanına yapıştırılmış yarı-erotik alt-metin, kültür endüstrisi tarafından alıştırılan, haz ile endişeyi dengeleme pratiğinin bilinçdışı bir dışavurumunu, belki de bu nedenle, anımsatmaktadır.

Tüm bunlara rağmen, neoliberal politik-ekonomi, kültür endüstrisi ve biyopolitika arasındaki kusursuz görünen dengenin, gözle görünmeyen bir virüs etkisi altında yerle bir olmasının modern bireyi, devleti ile arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirmeye sürükleyeceğini öne sürmek, hâlihazırda fazlaca iddialı ve biraz da safdil bir çıkarım olacaktır. En az yüz yıldır, en yüksek teknolojik aygıtlar aracılığıyla vatandaş ile ulus-devlet arasında kurulmaya çalışılan ve son kırk yıldır da küresel düzeyde hem maddi hem de sanal olarak inşa edilen bu köprüler, COVID-19’un beklenmedik, afallatıcı, zarar verici ve yıkıcı etkilerine karşı, ellerindeki tüm kozları muhakkak ki oynamaya devam edecektir. Mevcut yapının inci gibi işlenmiş kodlarını küçümseyerek bir felaket aracılığıyla aydınlığa çıkışı beklemek, olsa olsa distopik bir geleceğin ütopyaya evrildiği kötü Hollywood yapımlarında geçer akçe olabilir.

Yine de, eğer – kelimenin tam anlamıyla – öldürmeden bize veda ederse, COVID-19’un daha küçük ölçüde de olsa insanlara hatırlatabileceği şeyler hala var. İlk olarak, hamaseti ve içi-boş retoriği şiar edinmiş, gerçekte modern devletin sıradan teknokratları olsalar da onun kudretinin cisimleşmiş yansımaları gibi davranarak güçlenmiş popülist hareketlerin, COVID-19 karşısındaki suskun, şaşkın ve aciz tutumları, bu hareketlere yüklenen “karizma” kodlarının rutinleşmesini [21] ve birey-devlet ilişkisinin daha rasyonel temellere indirgenmesini sağlayabilir. İkinci olarak ise her ne kadar COVID-19 insanları birbirlerinden fiziksel olarak ayrılmaya mecbur bıraksa da, her türlü felaketin üstünden sadece “karşılıklı yardımlaşarak” gelinebildiği, stoklama ve yağmalama gibi eylemlerin “gerçek ihtiyaçları” değil “sahte ihtiyaçları” [22] tatmin etmekten öteye gitmediği söylemleri üzerinden bir yeniden-toplumsallaşma yolu açılabilir. Bireyin tek başınalığının kırılması ve kamusal alanın karşılıklı-rekabetin değil, karşılıklı-anlamanın mekânı olduğunun farkına varılması bile, bir lavabo deliğinden aşağı hızla sürüklenen dünyanın gidişatına aklıselim engeller koyabilir.

Bir virüse sosyal sorumluluk yüklemek ve ondan tüm neoliberal yapıyı alaşağı etmesini beklemek yerine, bu konudaki bireysel potansiyelimizin ne olduğu üzerine kafa yormak için yeterince boş zamanımız ve belki de ilk defa kültür endüstrisi ürünlerince görece daha az uyuşturulma şansımız var. Tarih, bekleyerek ve izleyerek değil; bizzat bir parçası olarak canlı hale getirilen ve yönü belirlenebilen toplumsal bir inşadır. Bu nedenle de tefekkür (contemplation) ile değil, eylem (action) ile anlaşılabilir. Antonio Gramsci’nin söylediği gibi “ne tarih bir meşe ağacıdır ne de insanlar meşe palamudu.” [23] COVID-19 bize sadece bu hatırlatmayı yapmasıyla bile önemli bir potansiyeli içerisinde barındırmakta.

Sizi öldürmeyen virüsün, güçlendirmesini beklemeyin.

COVID-19 ile birlikte ve ona karşı güçlenin.

Virütik Aydınlanmaya hazır mıyız?

[1] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 199.

[2] Sungur Savran, “2020 Borsa Çöküşü: Üçüncü Büyük Depresyonun Dördüncü Evresi,” Gerçek, 13 Mart 2020.

[3] Laura Paddison, “The 5 Environmental Stories That Could Define 2020,” Huffington Post, 3 Ocak 2020.

[4] Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşmeden Devlet Kapitalizmine,” Cumhuriyet, 23 Ocak 2020.

[5] Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu: 990-1992, K. Emiroğlu (çev.), Ankara: İmge, 1992/2001, ss.169-218.

[6] Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlette Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Ş. Ünsaldı (çev.), Ankara: Epos, 1968/2014, ss. 137-161.

[7] Tocqueville’den aktaran: Adorno ve Horkheimer, a.g.e., s. 178.

[8] Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collége de France, 1978-1979, G. Burchell (çev.), New York: Palgrave Macmillan,2004,ss. 75-100.

[9] Adorno ve Horkheimer, a.g.e., ss. 162-222.

[10] Guy Debord, Gösteri Toplumu ve Yorumlar, A. Ekmekçi ve O. Taşkent (çev.), İstanbul: Ayrıntı, 1977/2006.

[11] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İ. Türkmen (çev.), İstanbul: Ayrıntı, 1995/2013, ss. 9-22.

Agamben’in, COVID-19’un tüm toplumda bir panik havası yaratılarak, İtalya’da bir istisna haline kapıyı açmak amacıyla kullanılmakta olduğu argümanını içeren çok tartışmalı yazısı için ayrıca bknz., Giorgio Agamben, “The State of Exception Provoked By An Unmotivated Emergency,” Positions, 26 Şubat 2020.

[12] Foucault, a.g.e., s. 317.

[13] Thomas Lemke, Biyopolitika, U. Özmakas (çev.), İstanbul: İletişim, 2010/2013, ss. 20.

[14] Hatta bu konudaki haberleri biraz daha dikkatle okursanız, bundan birkaç ay önce, yalnızca “bir diğer özel sektör” muamelesi gören hastanelere “açık olan sektörlerden biri” muamelesi de yapılmadığı, onların adeta böylesi bir durumda hizmet vermesi zorunlu birer “kamu kurumu” düzeyinde algılandığını görmeniz mümkün. Zira çoğu haber sitesi, İtalya’da yalnızca “marketlerin ve eczanelerin” açık olduğunu belirtiyor ama bugüne dek “kâr etmesi gereken bir işyeri gibi lanse edilmekte olan” hastanelerin açık oluşunu, bir haber metninin nesnesi dahi yapmayı düşünmüyor!

[15] Michel Foucault, Büyük Kapatılma – Seçme Yazılar 3, I. Ergüden ve F. Keskin (çev.), İstanbul: Ayrıntı, 1994/2011, ss. 103-115.  

[16] “İtalya Karantina Altında, Papa Boş Sokaklarda: Salgın Duası İçin Vatikan’dan Ayrıldı,” SputnikNews, 16 Mart 2020. Binlerce bilim insanı kendi hayatlarını tehlikeye atarak, virüslü insanlarla yakın temas halinde bir tedavi-çözüm aramaktayken; bomboş sokaklarda onlarca koruma görevlisi ile “tur atan” Papa’nın, olası bir “kurtuluşun” birincil sahiplenicisi olacak olması da en az yaptığı kadar nostaljik bir hikâye herhalde…

[17] Adorno ve Horkheimer, a.g.e., s. 186.

[18] Sigmund Freud, Endişe, L. Özcengiz (çev.), İstanbul: Dergah, 1926/1992, s. 60.

[19] Michel Foucault, Essential Works: Power, 1954-84, J.D. Faubion (der.), R. Hurley vd. (çev.), New York: The New Press, 2002, s. 212.

[20] “Makarna Üreticileri: Kimse Panik Yapmasın, Türkiye’yi Makarnaya Boğarız,” SputnikNews, 15 Mart 2020.

[21] Max Weber, Bürokrasi ve Otorite, H. B. Akın (çev.), İstanbul: Adres, 1922/2014, ss. 98-110.

[22] Herbert Marcuse, Tek-Boyutlu İnsan: İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine İncelemeler, A. Yardımlı (çev.), İstanbul: İdea, 1964/2010, ss. 19-32.

[23] Antonio Gramsci, Seçme Yazılar, 1916-1935, D. Forgacs (der.), İ. Yıldız (çev.), Ankara: Dipnot, 2010, s. 61.

Comments Off on covid-19, kültür endüstrisi, biyopolitika ve virütik aydınlanma

Filed under Uncategorized

Comments are closed.