“Antik Çağ’da Yunanlılar[] toplumsal alanların bölünmesini kurumsallaştırmıştı. Buna göre, oikos, sıkı biçimde, özel şeyleri simgeliyordu; agora, yurttaşların birbirleriyle özgürce karşılaştıkları hem özel hem de kamusal bir alanı ifade ediyor ancak politika alanının da dışında kalıyordu; ekklesia ise yurttaşların kendi fikirlerini ve kamusal meselelerini herkesin gözü önünde, temelde sözlü iletişim aracılığıyla müzakere ettikleri ve bazılarının retorik tekniklerden hareketle diyaloğa dayalı olarak sınıflandırılmış olduğu, kamu alanıydı tam olarak. Özel bir alana sahip olmayan köleler gibi bireyleri tümüyle dışarıda tutan ilk iki toplumsal alan, hemen hemen tüm toplum biçimlerinde mevcuttur. Ancak üçüncü tartışma ve politik seçim alanı olmaksızın demokratik toplum yoktur.” [1]
Demokrasi, bugün gereğinden fazla idealize edilmiş bir kavram olsa bile, Aydınlanma’nın temel şartlarından özgürlük ve eşitlikle birlikte anılmayı hak eden bir teknolojiyi işaret eder. Seçme eyleminin bizzat insanın kendisi tarafından yapılması ideali, hiç şüphesiz Aydınlanma’nın rasyonel ve hümanist ruhuyla uyum içindedir. Buradaki kilit nokta, John Stuart Mill’in elitizmine ya da türlü örnekleriyle faşizme kaymadan, bir toplumda yaşayan – istisnasız – herkesin hiç bir ölçekte dışlanmadan, söz konusu seçim hakkından yararlanabilmesidir.
Ancak modern toplumların demokrasiye dair sıklıkla gözden kaçırdığı konu, demokratik seçimlerin dört/beş yılda yapılan bir ‘siyasal seçme işlemi’ olmadığı, aksine içerisinde bir ‘kamu’nun var olduğu her yerde ve her zaman (dolayısıyla da gündelik olarak) gerçekleşmek zorunda olduğudur. İnsanlar nasıl seçim dönemlerinde birbirlerinin farklı partilere/adaylara oy verme özgürlüklerine saygı gösteriyorlarsa, gündelik yaşam içerisindeki farklı tercihlere de saygı göstermek zorundadır. Kamusal alanın yaratımı, iletişim kanallarının tüm insanlara açık olması ön koşuluyla gerçek bir işlerlik kazanır ve dahası yaratılan bu alan “demokratik” olma sıfatını ancak iletişimin sağlamlığıyla elde eder. Oluşturulan kamusal alandan dışlanan herkes birer köle, kamusal alandan birilerini dışlamak isteyen herkes de birer diktatördür aslında.
Noel Baba’nın önce sünnet edilip sonra yumruklanması [2], hindi yemenin bir (‘doğru olan’) peygamberi unutup diğerini (‘yanlış olanı’) yüceltmekle eş tutulması [3], Batı’nın ahlakı ile Doğu’nunkinin karşılaştırılması [4], Gezi Parkı’nda kesilen ağaçların yılbaşı için kesilen çam ağaçlarından daha değersiz kabul edilmesi [5], #içmesen hashtag’i gibi başkalarına ‘ahlaki’ ve ‘doğru’ eylem dayatma girişimleri ve sayılabilecek bin türlü farklı kamusal hezeyanın yerini doğru ve sağlıklı iletişime bıraktığı, kimsenin iletişimden dışlanmadığı, “niyetlerin iyi olduğu” yeni bir yıl dilerim.
Mutlu yıllar.
[1] Bernard Floris, “Kamusal Alan ve Ekonomik Alan”, Kamusal Alan içinde, E. Dacheux (der.), çev. H. Köse, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008/2012, s. 66 (65-74).
[2] “Noel Baba’ya Sünnet!”, Vatan, 26 Aralık 2013.
[3] “Yılbaşında Çerez Bile Yemeyin”, OdaTV, 30 Aralık 2013.
[4] “Batı Emperyalizminin Kültür Ayağı Yine Devrede”, Habervaktim, 14 Aralık 2013.
[5] “Ağaç Kesme, Fidan Dik Kampanyası”, Habervaktim, 30 Aralık 2013.