İbn Haldun 1406 yılında öldü. On beşinci yüzyıla yetişmiş olsa da, onun getireceği küresel değişiklikleri (Amerikaların keşfi, İstanbul’un fethi, vb.) ‘tecrübe etme’ şansını bulamadı. Halbuki amacı, hayatın sonsuz oluş ve yok-oluşları arasında toplumsal, ekonomik, siyasi dönüşümlere dair örüntüleri, değişimlerin düzenliliğini kavramaktı. Buna “umran ilmi” diyordu ve o güne dek böyle bir ilimle uğraşan olmamıştı. Bugün İktisat, Sosyoloji, Tarih Felsefesi olarak anılan bilim dallarının ilk örneği olan kitabını (giriş bölümü Mukaddime ile ünlenen Kitab’ul İber‘i) Tunus hükümdarına sundu.
Kitabın içinde coğrafyadan iklime, bilimsel yöntemden eleştiriye, kehanetten rasyonel akla, dinden evrime kadar her şey vardı.[1] Hükümdarı gerçekler, eskiler, olasılıklar ve yapılması gerekenler konularında uyarıyordu İbn Haldun. Temel varsayımı hayattaki her şeyin, insanın, kurumların ve kavramların bir ömrü olduğuydu. Her şey doğuyor, büyüyor ve ölüyordu. Hükümdar, aklında kaderi bulundurarak hareket etmeliydi. Nasıl kendisinin bir ömrü varsa, sahip olduklarının da bir ömrü olacaktı.
Tabi devletinin de…
“Devlet, insanoğlu için doğal bir yükselme aşamasıdır,” diyordu, çünkü “insanların yaşamları ve varlıklarını sürdürmeleri, ancak yiyecek ve öteki zorunlu gereksinmelerini de elde edebilmeleri için bir arada yaşamaları ve yardımlaşmalarıyla olasıdır.”[2] Ama insanı birbirine mecbur bırakan bu yardımlaşma, (ironik biçimde) içindeki kötülük ve açgözlülük yüzünden insanlar-arası çatışmaları da artırıyordu. Devlet, basitçe, bu çatışmaları önlemek için gereken, zorunlu bir uygarlık ürünüydü. Ne zaman ki insanlar kırsal yaşantıdan kentsel yaşantıya geçip bir arada kalma kararını verecekler, o zaman devleti de icat etmek zorunda kalacaklardı.
İbn Haldun, bundan altı yüzyıl önce, devletin kutsal değil, doğal bir icat olduğunu yazıyordu. Ve kutsal olmayan diğer her şey gibi, doğacak, büyüyecek, gelişecek ve ölecekti. Diyordu ki:
“Bilesin ki, devlet çeşitli aşamalardan ve yeni yeni durumlardan geçer. Her aşamada, o aşamanın kendine özgü durumlarından dolayı, devleti ayakta tutanlar huy ve yaşam biçimini değiştirir. Öylesine ki, bu huy ve yaşam biçimlerinin benzerleri, bir başka aşamada bulunmaz; çünkü, huy ve yaşam biçimi, doğal olarak, içinde bulunulan durumun yapısına, ortamına ve devletin yeni durumlarına bağlıdır.
Devlet aşamaları, çoğunlukla 5 aşamayı geçmez:
Birinci aşama, ‘coşkuyla amaca ulaşma,’ karşı koyacaklara ve kendilerini savunacaklara üstün gelme, ‘mülk’ü ve devleti ele geçirme yani egemenlik kimlerin elindeyse, onlardan çekip alma aşamasıdır. Bu aşamada, topluma örnek nitelikteki devlet ileri gelenleri, ululuk kazanmada, devlet için mal biriktirmede, devlete ait olan şeyleri koruyup gözetmede, tutumlarıyla örnek olan egemenler, toplumlarından, hiçbir şekilde kendilerini ayrı tutmazlar. Neden ki, bunun böyle olması, yengiyi, başarıyı elde ettiren asabiyetin [toplumu bir arada tutan, toplumsal bağın/gücün] gereğidir. Asabiyetse, egemenliğin elde edilişiyle ortadan kalkmış değildir.
İkinci aşama, topluma karşı bağımsızlık sağlama ve ‘tek adam olma’ aşamasıdır. Toplumun öteki bireylerinin dışında egemen olma, öteki bireylerin egemenliği paylaşmaya ve egemenlikte ortak olmaya yönelik çabalarını önleme aşaması. Bu aşama, devletin egemeni, kendine yardımcı adamlar edinmekle, köle kökenli yardımcılar, yapay akrabalar sağlamakla ve bunların sayısını çoğaltmakla, egemenliği paylaşmak isteyen kabile ve aşiret üyelerinin saldırılarını bastırma yoluna gider. Kendisi gibi egemenlikte – devlete geçen hizmetleri oranında – payları olduğunu ileri sürüp egemenlik için çekişenlerin saldırılarını… Devletin egemeni, bunları yetkiden uzaklaştırır, her yönden bunların önüne geçer ve bunları, başardıkları noktadan, izlerinin üzerine geri döndürür. Tüm yetki, kendi amacına uygun kalsın ve kurduğu ululukta, kendi ailesi, tek ve bağımsız bir duruma gelsin diye… Kendisinden öncekiler, devleti kurmak için uğraşırlarken, ne tür sıkıntılar çekmişlerse, devletin bu aşamasındaki egemen de, kendisiyle çekişenlerle uğraşırken o tür ya da daha çok sıkıntılarla karşılaşır. Onlara karşı koymak ve onları yenmek için… Çünkü kendinden önceki devlet egemenleri, yabancılara karşı koymuşlardı, bu nedenle de savunmalarında tüm kabile üyelerini yanlarında yardımcı olarak bulmuşlardı ama bu aşamadaki devlet egemeni, yakınlarına karşı koyuyor. O yüzden, çok az yardımcı buluyor kendine. O da, yakınlık bağı olmayanlardan, yabancılardan… Onun için, iş, daha da güçleşiyor.
Üçüncü aşama, sıkıntılı iş ve uğraşılardan boşalma ve egemenliğin, insanın doğal olarak can attığı meyvelerini toplayarak rahatlama aşaması. Mal ve servet edinme, kalıcı izler bırakma, uzaklarda ve geleceklerde güzel anılarla anılmayı sağlama gibi meyveler toplayarak… Bu nedenle, egemen, bu aşamada vergi, araç toplamaya, girdileri çıktıları hesaplamaya, bütçe yapıp ekonomiyi düzenlemeye, kalabalık nüfusların yaşayabileceği binalar yaptırmaya, büyük yapıtlar, geniş kentler ve yüksek yüksek heykeller oluşturmaya koyulur. Ulusların ileri gelenlerinden ve çeşitli kabilelerden gelen elçilere, beratlar, armağanlar verir. Ve uygun olan nimetleri, kendi ailesinin önüne de serer. Bununla birlikte, yardımcılarını, çevresini genişletmeye çabalar. Mal vererek, ün ve önem kazandırarak, çevresindekilerin durumlarıyla ilgilenir. Askerlerini önünde toplar ve onların yiyeceklerini, her aybaşında alacakları ücretleri adalet içinde dağıtıp bu işleri yönetir. O denli ki, gösterdiği ilginin izleri, onların üzerinde, tören günlerindeki giyim kuşamlarında, güzel biçim ve görünümlerinde açıkça belli olur. Egemen, bu durumla, barış yaptığı devletlere karşı övünür, savaşacak devletlere de korku salar.
Bu aşama, devlet egemenlerinin bağımsız davranabildikleri aşamaların sonuncusudur; çünkü anlatılan aşamaların tümünde, devlet egemenleri, kendi düşünceleriyle bağımsız olarak davranırlar, üstünlüklerini kurarlar ve kendilerinden sonrakilere gerekli yolları açarlar.
Dördüncü aşama, yetinme ve barış aşamasıdır. Bu aşamada, devletin egemeni, kendinden öncekilerin meydana getirdikleriyle yetinip hoşnut olur. Kendi gibi devlet egemenleriyle hiç dövüşmeksizin barış içinde bulunur. Kendinden öncekileri izler o kadar. Onların izlerine adım adım uyar. Boyun eğip uyma biçimlerinin en güzeliyle, onların yolundan gider ve onlara uymamış olsa, işinin bozulacağını düşünür. Egemenliğin ululuğunu kurdukları için, her şeyi onların daha iyi görüp gösterdiklerine inanır.
Beşinci aşama, saçıp savurma aşamasıdır. Devletin egemeni, bu aşamada kendinden öncekilerin toplayıp biriktirdiklerini, şehvetler, zevkler ve dostlarına, toplantılarında bulunanlara gösterdiği cömertlikler uğruna tüketici durumundadır. Ve kötü dostlar edinmesi, ‘süprüntü yerlerindeki yeşillik’ niteliğindeki güzel ama kötü kadınlarla düşüp kalkması, bunlara, kendi başlarına üstesinden gelemeyecekleri ve neyi yapmaları, neyi yapmamaları gerektiğini bilemeyecekleri önemli devlet işlerini bırakması, dostlarına ve ehil olmayanlara devletin işlerini bırakırken, bunun, kavim kabileden büyük dostlarını ve atalarının yardımcılarını incitir olması nedeniyle gücünü tüketir. Bundan dolayı, o eski yardımcılar içerlerler ve artık yardım etmeyip egemeni kendi durumuyla baş başa, yalnız bırakırlar. Sonra, askerlerine verilmek üzere ayrılanları, kendi özel istekleri alanında çarçur etmesi, araya perde koyup onlarla yüz yüze gelmekten kaçınması ve bağlantıyı koparması da olur bu arada. Bu tutuma, kendinden öncekilerin kurduklarını yıkıcı, onların oluşturduklarını altüst edici olur.
Bu aşamada, devlette, doğal olarak yaşlılık başlar. Süreğen hastalık, gövdeyi sarar. Artık, hasta, kolay kolay kurtulamaz bundan. Hastalığın iyileşmesi söz konusu olmaz. Ve devlet yıkılıncaya dek, bu durum sürer gider…”[3]
Devletin yıkılması fikri, tarihin her döneminde onun başındakiler için korkutucu bir distopyayı, çok gerçekçi bir korku filmini, kötü bir kabusu çağrıştırıyordu. Devletin kaderini kendi kaderi ile eşitleme hatasına düşen ve İbn Haldun’un yıkıcı gelecek-projeksiyonundan ürken II. Abdülhamid, Mukaddime‘yi yasaklatmıştı örneğin: “1902 yılında, [II. Abdülhamid’in kurdurduğu sansür komitesinin] emri üzerine kitap dolu elliden fazla çuval yakılır. 1901-1902 arasında 34 kitap yasaklanır, 104 kitabın bazı sayfaları yok edilir ve 179’unda değişiklikler yapılır. Yasaklanan eserler arasında, her devletin kaçınılmaz sonunu öngören, İbn Haldun’un ünlü Mukaddime‘si de yer alır. Sultan II. Abdülhamid, gerçekten de, 14. yüzyılın Mağripli düşünürünün karamsarlığını paylaşmaz, çünkü ‘her imparatorluk iyileşecektir’ görüşüne inanır. Onun ardından, vezirlerinden birinin oğlu olan Kamil Bey, Oryantalistler Kongresi’nde bir tebliğ sunarak, ‘ulu hükümdarımız’a övgüler yağdırmayı bitiremez ve şunu ekler: ‘Devlet doğar, güçlenir, bir rüzgar esip [onu] hasta eder, doktor gelir, tedavi eder, iyileşir'”.[4] Gelin görün ki, Mukaddime‘nin basılmasından, okunmasından, anlaşılmasından, aktarılmasından korkan sansürcü ve ‘iyimser’ padişah, onun kötücül kehanetinden kaçamaz. Kamil Bey’in bu sözleri söylemesinden on iki yıl sonra II. Abdülhamid tahtından olur; devleti ise bir on yıl daha dayanacak olsa da, aradığı ‘doktor’u bulamayacak, tarih sayfalarında yerini alacaktır.
Bugün devlet büyüklerimiz, çok şükür, İbn Haldun’a büyük değer veriyorlar. Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) kendi inisiyatifiyle İstanbul’da İbn Haldun Üniversitesi’nin kurulmasına ön ayak oldu ve 1 Nisan 2015 tarihinde geçirilen yasa ile bu inisiyatif yasalaştı.[5] İbn Haldun Üniversitesi’nin kurucularının, bu bilim insanına ve onun görüşlerine ne kadar değer verdikleri, bu ismi seçmelerinden ve kimi konuşmalarında kendisine atıfta bulunmalarından belli oluyor.
İnsan eskilerden etkileyici bir şeyler okuyunca, okuduğu deha aklını bulandırıyor, karar verme melekelerini zayıflatıyor. Bu satırları okuduktan sonra bana da aynı şeyler oldu. Bir yanıt bulamadım ve herkese sormak istedim:
Acaba İbn Haldun’a hak ettiği değeri veren bizim devletimiz, şu anda İbn Haldun’un saydığı devlet aşamalarından hangisinde bulunuyor?
[1] İbn Haldun hakkında daha önce yazdıklarım için bknz.: “İbn Haldun Günlükleri.”
[2] İbni Haldun, Mukaddime II, (çev.) T. Dursun, 1372-1402/2015, İstanbul: Kaynak Yayınları, ss. 47.
[3] A.g.e., ss. 25-27.
[4] Hamit Bozarslan, İmparatorluktan Günümüze: Türkiye Tarihi, (çev.) I. Ergüden, 2013/2015, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 158-159.
[5] “Üniversitesi Yasalaştı,” Hürriyet, 2 Nisan 2015.