İbn Haldun.
Belki de dünya bilim-felsefe tarihinin en öngörülü, en anakronik, en şaşırtıcı isimlerinden biri. Hangi yıl nerede doğduğu, öldüğü bile çok az kestirilebilen; Arap kökenli mi yoksa Berberi kökenli mi olduğu hala tartışılan; tarihçi mi, filozof mu, tarih filozofu mu, politik iktisatçı mı, yoksa sosyolog mu olduğu konusunda mutabakata varılamamış, Marx’a mı, Durkheim’a mı, Braudel’e mi öncülük ettiği akademik münazaralara konu edilmiş; ortaya koyduğu bilimin adı (tarih, uygarlık, toplum, umran?) ne olsun diye kafa patlatılmış bir bilim insanı. Evrensel dünya tarihini anlatmak istediği eserine başlamak amacıyla yazdığı Mukaddime’sine (ki Önsöz demektir bir anlamıyla) besmele ile başlayan, argümanlarını “ötesini her eksiklikten uzak olan Allah bilir” cümlesi ile tamamlayan, Kur’an ayetlerinden ve hadislerden alıntılar yaptığı mısralara (Darwin’den beş yüz yıl önce) “maymun ve şebek gibi bazı hayvanlar anlayış ve duyguları itibariyle insan derecesine yükselmiş ise de, fikir ve düşüncede insan derecesine varamamışlardır” [1] cümlesini sıkıştıran bir âlim.
Cemil Meriç’e göre “Mukaddime yazarı yepyeni bir ilim kurduğunun farkındadır; konusu ‘beşeri umran’ olan bir ilim. Tarihi, ‘insan ilimlerinin ilmi’ yapan bir ihtilal. Umranla asabiyet, yeni ilmin iki anahtarı. Umran, geniş manasıyla medeniyet, yani: bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlar. Umranın iki merhalesi: bedevilikle haderilik [yerleşik / uygar hayat]. İki merhalesi veya iki tezahürü. Bedevilik, badiye hayatı. Badiye ne çöl, ne köy, ne kır. Belki bunların hepsi, bedevilerin oturduğu ve dolaştığı her bölge. Badiyenin başka dillerde karşılığı yok. Haderiyet de kademe kademe. Her toplumun kaderi, bedeviyetten haderiyete geçmek. Bu inkişafın muharrik kuvveti: Asabiyet.” [2]
Émile Durkheim’ın Toplumsal İşbölümü’nden [3] yüzlerce yıl önce, toplumsal olguları anlamanın yolunun bireyden topluma geçişle değil, toplumdan bireye doğru bir anlayışla – toplum-merkezcilikle – elde edilebileceğini söylemiş İbn Haldun: “Allah’ın, insanı diğer hayvanlardan ayırt ettiği hususiyetlerinden biri de insanlara cemiyetler halinde yaşayarak yeryüzünü imar ve içtimai hayat yolunu göstermesidir. Bu da bir arada birlikte şehirlerde oturmak veyahut aşiretler halinde yaşamaya alışmak üzere beraberce sahralarda bir yere konmaktır.” [4]
Bir başka deyişe, bedevilik veya haderilik, insan olmanın bir sonucudur. Toplumsal yaşam, insanın kaçamayacağı bir olgudur. Bu olguyu mercek altına alan ve tarihsel bir çerçevede inceleyen bilimin adına da umran denir.
Unutulmamalı ki, İbn Haldun’da – diğer tüm bilim insanlarında olduğu gibi – metodoloji önemlidir. Bazıları ona, tarihi, bir organizma gibi ele aldığı için ‘organizmacı’ dese de bu gerçeğin sadece bir bölümüdür. Oswald Spengler gibi organizmacıların aksine “İbn Haldun, ‘madde’yi ve ‘ekonomi’yi temel alır. ‘Kültür’ü ve ‘kültürel değişmeleri’ ‘öz’de görmez, ‘geçim’ ve ‘besin’e yönelik çabaların ‘arızi’ ve bu alandaki toplumsal yaşama, umrana, göre değişen yansımalar olarak görür. İbn Haldun, bağımsız, eşsiz kültürler tanımaz. Ve İbn Haldun’un gerek toplum ve gerek devlet yaşamını insan yaşamına benzetmesi, ‘doğma, erginleşme, yaşlanma ve ölme’ gibi dönemlere ayırması gene Spengler ve benzeri organizmacılardan farklıdır. Çünkü İbn Haldun’a göre, yalnızca ‘yaşlanma’ döneminde değil, ‘her an’ oluş ve çözülüş vardır.” [5]
Asabiyet kavramı bu noktada devreye girer. İnsanları bir arada tutan, onları toplumsal birer varlık halinde yaşamaya (kolektif eyleme) iten ve en nihayetinde bedevilikten haderiyete doğru geçişlerini sürükleyen temel sosyo-psikolojik güçtür asabiyet. Bir toplumdaki insanların arasındaki tutkal gibidir adeta. Bazen kan bağı olur bu tutkal, bazen din, bazen milliyet, bazen sıradan bir ortak amaç… “İçtimai tesanüdün (asabiyet) kaynağı akrabalıktır, küçük toplumları o bağlar birbirine. Ama aynı çevrede, aynı hayatı yaşayan insanlar için bu bağın hiçbir önemi yoktur. Bir arada yaşayış, akrabalık kadar kuvvetli bir tesanüt yaratabilir.” [6] Her ne olursa olsun, toplumları ‘bir’ yapan şeydir asabiyet. Ama tıpkı bir tutkal hava ile temas ettiğinde nasıl bir müddet sonra kurursa, asabiyetin de ömrü sayılıdır. Bedevi topluluklardan şehirli toplumlara geçiş, asabiyetin gücünü zayıflatır ve işte bu nedenle topluma ait olan, toplumsal olan, umranla açıklanabilen, her ne varsa, hepsinin ölümlü olduğu anlaşılır. Toplumsal olan, hayat-evrelerini tamamlayıp ölmeye, yok olmaya mahkûmdur.
Her toplumun ve toplumsal olan her şeyin, içinden geçmeye zorunlu olduğu dönemler, hayat-evreleri, ‘tavırlar’ vardır İbn Haldun’a göre. Cemil Meriç, devleti ele alır, örneğin: “… devlet de, diğer içtimai müesseseler gibi değişme ve gerileme kanunlarına tabidir. Başlangıçta birlik ve dostluk duygularına (asabiyet) dayanır. Halk, yönetime katılır ve yöneticilerle bölüşür iktidarı. Bir zaman sonra, yerleşiklerin ve lüks hayatın çözücü tesirleri yüzünden, yöneticiler iktidarlarını mutlaklaştırmaya çalışır. Hükümdar, bu amaca ulaşmak için şahsına bağlı bir kurena [7] zümresi teşkil eder, eski silah arkadaşlarının ve müşavirlerin yerini paralı askerler alır. Metbu ile teba arasındaki mesafe günden güne büyür. Bu devrenin ayırıcı vasıfları, ihtişam ve sefahat, asabiyetin zayıflaması… İsraf arttıkça mali sıkıntılar çoğalır. Vergiler ağırlaşır, maaşlar gecikir. Devlet, efendi değiştirmeye hazırdır artık. Talipler de hiç eksik olmadığından, iç ve dış müdahaleler başlar.” [8]
Şüphe yok ki, toplumsal yaşamın tek ‘icadı’, yönetim aygıtı, devlet değildir. Aile, gelenekler, kültür, iletişim araçları, din, dil, ahlak ve en nihayetinde siyaset gibi her türlü toplumsal olgu (‘içtimai mesele’), bu değişime ve gerileme kanunlarına tabidir. Bugün hiç yok olmayacakmış gibi sandığımız her şey, gözlerimizin önünde yok oluverir. Herkes ve her şey, büyüyüp genişledikçe, içsel bağlantılarının zayıflamasına şahit olur. Herkes ve her şey, gücünü ve kurenasını ‘sarsılmaz’ görme illüzyonuna sahiptir. Herkes ve her şey, ihtişama, şana-şöhrete, sefahate, güce ve kibre yenilir. Herkes ve her şey, yozlaşır, arsızlaşır, çürür, yolsuzlaşır. Herkes ve her şey, efendi değiştirir. Herkes ve her şey, içten ve dıştan, her türlü müdahaleye açık hale gelir.
Tüm bunların altında yatan, bir toplumu bir arada tutma görevini yapan ana aktör, adalettir. İnsanlar bir kez içinde yaşadıkları toplumda adaletin olmadığı kuşkusunu hissederlerse, o noktadan itibaren bir daha geri dönüş olmaz. Olamaz. Asabiyet her neye dayanırsa dayansın, birbirine karşı adil olma şartını unutmuş, atlamış bir grup, bundan böyle bir toplum olamaz. Adaletin çürümesi her nereden (ister yönetilen çoğunluktan isterse de yöneten azınlıktan) başlarsa başlasın, bireyleri birbirine bağlayan maya bir daha aynı kıvamı tutturamaz. Yönetenlerin, liderlerin çürük adaleti, yönetebilme meşruiyetini bir kez daha sağlamalarına asla izin vermez.
İbn Haldun, bugüne dek şahit olduğumuz her ne varsa, sarsılmaz sandığımız, inandığımız, varlığına ve dürüstlüğüne güvendiğimiz, uğruna canımızı, davamızı adadığımız her ne varsa, onları ebedi saymamamız gerektiği konusunda bizleri uyardığından beri altı yüz yıldan uzun bir süre geçti. Gözlerini açtığında şahit olduğu manzara hiç değişmemişlerin şaşkın gözleri, fikir ile bilginin, ideoloji ile bilimin arasındaki uçurumun sonsuz boşluğuna hayretle bakadursun…
“Her şey olur, her şey büyür; her şey geçer, hayat kalır.” [9]
[1] İbn Haldun, Mukaddime – Cilt I, (çev.) Z. K. Ugan, 1379(?)/1990, İstanbul: MEB Yayınları, s. 231.
[2] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, (haz.) M. A. Meriç, 1974/2013, İstanbul: İletişim, s. 147.
[3] Émile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, (çev.) Ö. Ozankaya, 1893/2006, İstanbul, Cem.
[4] İbn Haldun, a.g.e., s. 97-98.
[5] Turan Dursun ve Ümit Hassan, İbn Haldun’da Uygarlıkların Yükselişi ve Çöküşü, 2008/2012, İstanbul: Kaynak, s. 38.
[6] Cemil Meriç, a.g.e., s. 152-153.
[7] “Kurena” kelimesi, padişahların yakınındakiler anlamında kullanılan bir kavram olsa da – Meriç’in metninin devamında da takip edilebileceği gibi – bilhassa Sultan II. Abdülhamit’in yakınındakiler için kullanılmaktadır.
[8] A.g.e., s. 153-154.
[9] Artur Lundkvist / Bülent Ortaçgil, “Yağmur”, Benimle Oynar Mısın?, 1974, İstanbul: 1 Numara.