iki bin yirmi üç

Bu yazının siyasetle bir ilgisi olmamasını dilerdim.

Gelin görün ki, siyaset ile ilgisi olmayan hiçbir şeyin olmadığını öğreneli çok oluyor.

Hele siyaset denen ‘şey’ bu ülkede olduğu gibi, hayatın en mikro alanlarına bile duhul etmeye bu kadar meraklı, bu kadar hevesli ve bu kadar dumanaltıyken, işler iyice zorlaşıyor.

Bu yazı, toplumsal ilerleme yolunda ‘ilham’ın önemi hakkında olmalı. İlhamın, zamanı doğru anlamanın, cesaretin ve kalıpların dışına çıkmak için gereken orijinalliğin önemi hakkında… Bu yazı, pek tabi ki, sanat hakkında olmalı…

Barış Manço’nun hayat hikâyesi, 1950’lere çocukluğunu sığdırmış pek çok insanınkinin aksine, pek de ‘hazin’ başlamıyor [1]. Dönemin şartlarında üst-orta sınıfa mensup bir ailenin, ‘iyi’ okullarda (Galatasaray Lisesi, Şişli Terakki Lisesi vb.) eğitim alma şansına sahip oğlu olarak hem aile içinde hem de okul gruplarında çağdaş müzikle haşır neşir olabilme şansına sahip olduğu hareketli bir gençlik geçiriyor. Kim bilir, belki kendi tercihleri belki de o sıralar Türkiye sokaklarını meşgul eden ekstrem siyasi hareketler, onu yüksek öğrenimi için Avrupa’ya yönlendiriyor. Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya, İsveç derken, Avrupa’yı, o dönemin yükselen müzikal trendlerini yakından izleme ve hatta kendi kurduğu gruplarla o müziklerin bir parçası olma fırsatını buluyor.

1960’ların sonu ve 1970’lerin başı, Manço için Avrupa ile Türkiye arasında, İngilizce ile Türkçe arasında ve o sıralar Batı dünyasını etkisi altına almaya başlayan psychedelic rock (The Beatles, Jefferson Airplane, Jimi Hendrix, The Doors, Cream, Pink Floyd vd.) ile Türkiye’de birçok grup ve müzisyenin (Moğollar, Dervişan, Cem Karaca, Erkin Koray, Apaşlar, Kardaşlar, Kaygısızlar, Bunalımlar vd.) adeta kolektif bir icraatla üzerinde çalıştıkları Anadolu rock arasında gidip gelmelerle geçiyor. O da çareyi diyalektikte buluyor. Harmanlama, sentez, füzyon…. Hem ‘buralı’ hem ‘oralı’ olmak için çaba sarfediyor. Bu öyle bir ideal haline geliyor ki onun için, 1970 Kasım’ında Antalya’daki bir konser sonrasında ‘yabancı müzisyen çalıştırmak suçundan’ (!) tutuklansa bile, sentezin ‘ora’ ile ‘bura’ arasında doğması gerektiği inancından vazgeçmiyor. II. Dünya Savaşı’nın sonrasında ortaya çıkan ve evrensel olanı yerel olana dönüştürmek için çekici reçeteler sunan post-modern kültüre, yereli evrenselle harmanlayarak yanıt vermeyi tercih ediyor. Aksi takdirde, alelade bir ürüne dönüşerek, tüketimin hızlı-öğütücü dişlileri arasında kaybolup gideceğini çok iyi biliyor.

Manço’nun müzikal harmanının içinde her zaman ‘yeni’ bir şeyler oluyor; başta, yeni fikirler ve yeni insanlar… 1971-72 yıllarında kadrosunu sağlamlaştırmaya çalışan ve Manço’nun ölümünden sonra bile hala ayakta duran Kurtalan Ekspres’ten dönemin en iyi müzisyenleri gelip geçiyor: Murat Ses, Engin Yörükoğlu, Özkan Uğur, Ohannes Kemer, Mithat Danışan, Kılıç Danışman, Ahmet Güvenç [2], Bahadır Akkuzu, Celal Güven ve niceleri… Türkiye’de yapılan müzikte kalitenin ve rekabetin doruğa ulaştığı o günlerde, dayanışma da en az diğer faktörler kadar ön planda duruyor. Yalnızca konser ortaklıkları değil, müzikal ortaklıklar da bugün hepsi birer efsane olarak adlandırılan isimler arasında sıkça yaşanıyor: Barış Manço, Moğollar, Cem Karaca, Ersen ve Dadaşlar, Erkin Koray, hatta Orhan Gencebay, sözleri, müzikleri veya enstrümantal katkıları ile birbirlerinin albümlerinde yer almaktan çekinmiyorlar.

Yıl 1975’e geldiğinde, askerden yeni dönen Barış Manço, Kurtalan Ekspres elemanları ile birlikte kaydettiği ve ilk uzunçaları olma özelliğini taşıyan albümü 2023’ü piyasaya sürüyor. Albüm psychedelic rock ile Anadolu motiflerinin sentezini, dünya çapında bir müzisyenlikle birleştirmeyi başarıyor. ‘Dere Boyu Kavaklar,’ ‘Uzun İnce Bir Yoldayım’ gibi türküler, dönemin – Woodstock – ruhuna uygun düzenlemeleriyle boyut değiştirirken; ‘Baykoca Destanı’ ve ‘2023’ isimli şarkılar aynı dönemin yükselen yıldızı progresif rock için bile hayal etmesi zor elektronik etkileşimlerle harmanlanıyor. ‘2023’ isimli enstrümantal şarkıyı açan ‘Kayaların Oğlu’ şiiri, Cumhuriyetin yüzüncü yılına atfedilen bir saygı-duruşu niteliğiyle öne çıkıyor. Bir başka deyişle, 2023’ten tam kırk sekiz yıl önce Barış Manço, ‘muasır medeniyet’e muasırlığın bile ötesinde bir müzik ve yerel özgünlüklerle çok şık bir selam çakmayı başarıyor.

Dört yıl sonra, Manço diskografisinin yıldız albümlerinden Yeni Bir Gün piyasaya çıkıyor. 70’ler müziğini tümüyle değiştiren ve etkileri bugün dahi devam eden Pink Floyd, Camel, Eloy, Rush, King Crimson, Led Zeppelin gibi grupların ortaya koyduğu kadar derinlikli pasajlar, sert rock gitarların arkasından gelen yumuşak Fender Rhodes dokunuşları, caz kalıpları, aksak davul ritmleri ve hiç şüphesiz Anadolu’dan çıkan müziğin çekici melodileri, Manço’nun teatral vokalleri ile birleşerek tüm zamanların en iyi progresif rock albümlerinden birini oluşturuyor. Albümün tam ortasında yer alan ‘2024’ ve ‘İkinci Yolculuk’ isimli enstrümantal şarkılar, ‘2023’ün kaldığı yerden, efsaneyi devam ettiriyorlar. Kendi içerisinde dört ayrı bölümden oluşan ‘2024’ün ilk ayağında Kılıç Danışman’ın, son ayağında ise Ahmet Güvenç’in müzisyenlikleri herkese parmak ısırtıyor.

‘2023’ efsanesini sonlandıran şarkı, 1981 yılında piyasaya sürülen ve Barış Manço’nun popülaritesini ülkenin dört bir köşesine yayan Sözüm Meclisten Dışarı’da yer alıyor: ‘2025’. Şarkı, Manço ve Kurtalan Ekspres’in, Kraftwerk-vari elektronik denemeler eşliğinde, zamanının çok ötesinde bir iş çıkartarak efsaneyi tamamlamaya karar verdikleri izlenimini veriyor. ‘2023’-‘2024’-‘2025’ üçlemesi, çekici bir melodinin üzerinde evrilerek, her adımda bir diğerinin üzerine koyarak ve sonuçta zamanının ruhunu kökünden yakalayıp onu bir başka boyuta ulaştırma hevesiyle hareket eden gerçek bir sanat eseri meydana getirerek, adeta yerel-evrensel sentezinin gövde gösterisine dönüşüyor.

Belki Barış Manço, söz konusu albümlerden sonra çizgisini değiştirip daha piyasa odaklı, kimilerince Anadolu pop olarak adlandırılan, çoğunluk tarafından anlaşılması daha ‘kolay’ albümler ve şarkılar yapmaya başlıyor – hiç şüphesiz televizyon programları da onun bu popülaritesini arttırmaya yardımcı oluyor – ama bugünkü saygın ‘Manço’ imajının altında, aslında hep 2023’ün mirası yatıyor.

1944 yıllarında yayımladıkları Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Theodor Adorno ve Max Horkheimer, modern sanatın tekrarlardan ve kopyalardan ibaret olduğunu ve bunun her şeyden önce insanın yaratıcılığının önünü tıkayıp insanı kendisine yabancılaştırdığını tüm dünyaya ilan etmişti [3]. Onlara göre, bugünün ‘satılan iyidir’ düsturu içerisinde, artık sanatın kalitesini değil, kaç kişiye hitap ettiğini hesaplamak gerekiyordu. Buradaki sorun ise hâkim kültürün hem kitle iletişim araçları hem de sahip olduğu iktidar ağları sebebiyle, yerel olana ve öznel olana karşı yerinden oynatılması çok güç üstünlüğü oluyor; tüm bu olan biten, gerçek sanatla vedalaşmayı gerektiriyordu.

Adorno ve Horkheimer’ın bu pesimist yorumu, 1944 yılından bu yana defaatle cisimleşti, MTV ile doruğa ulaştı, Internet’in yayılması ile de süreklilik kazandı. Ama bu tabloda bile bazı istisnalar, bazı ayrılıklar, bazı umut kıvılcımları doğdu. Doğmalıydı da… Barış Manço’nun müziği hiç şüphesiz bu istisnalardan biri olma sıfatını hakkıyla elinde tutuyor. Yalnızca ‘2023’-‘2024’-‘2025’ üçlemesindeki ve bu şarkıların içlerinde yer aldıkları albümlerdeki müzikle de değil üstelik, kıyafetleri, duruşu, orijinalliği ve sentez becerisiyle, döneminin ve kendisinden sonra gelenlerin arasından sıyrılabiliyor.

1979 yılında canlı kaydedilen ‘Dere Boyu Kavaklar’ videosu bile bu özellikleri göstermeye yetiyor. Bugün ‘kolbastı’ adı altında deşarj olma vasıtası gören ‘meta,’ Manço ve arkadaşlarının müzikal dehasında progresif ve psychedelic bir şahesere dönüşüyor. Müziğin yanında Manço, bugün bile marjinal sayılabilecek uzun saçları, mesaj-kaygısız bıyıkları, parlak gömleği, abartılı yüzükleri, motiflerle işlenmiş kıyafetleri ile arz-ı endam ederken; yanında çalan arkadaşları, küpeleri, fırfırlı gömlekleri, fularları ve hatta topuklu çizmeleri ile ‘gözle görülen’i de en az ‘kulakla duyulan’ kadar ekstrem hale getirmekten çekinmiyorlar. O dönem 20’li-30’lu yaşlarında olan bu adamlar, diğerlerine benzememenin/orijinal olmanın yolunun yalnızca kendileri gibi olmaktan geçtiğini; kültürlerini ‘muhafaza’ edebilmenin ise yalnızca o kültürlerin zamanın ruhuna adaptasyonu sayesinde gerçekleşebileceğini biliyorlar. Bunu da başlarına gelebilecek her türlü tehlikeyi, toplumsal baskıları (sözde-mahalle baskılarını), resmi yasakları ve sıradan olanın kötülüğünü göze alarak yapmaya cesaret ediyorlar. Bugün üzerlerinde hala övgüyle konuşulabiliyor olmasının altını zaten bu cesaretleri dolduruyor.

Bugün Cumhuriyetin yüzüncü yılına gireceği 2023 yılı siyasi ve toplumsal bir hedef olarak konuluyorsa, bunun altını kültür ve sanatla doldurabilmek gerekiyor. Toplumsal veya siyasal ilerlemeyi yaşayacak bir toplumun, küresel hâkim kültürden birebir kopyalanan, aynı soundlu kötü şarkılardan ve o şarkılarda anlatılan cıvık aşk hikâyelerinden fazlasına ihtiyacı var. Kültürel motiflerin orijinal müziklerle yoğurulmasına, ortaya çıkan eserin ‘bir başkasına’ değil, aslında yalnızca ‘kendisine’ benzemesine ihtiyacı var. Yeni ‘2023’lere, ‘2024’lere, ‘2025’lere ihtiyacı var. Binlerce yıllık hikâyelerin çarpık versiyonlarını anlatıp kitap kapaklarında kılıktan kılığa girmek zorunda kalan edebiyatçılardan fazlasına ihtiyacı var. Osmanlıca dersini zorunlu kılmaya değil, Osmanlıca’dan Türkçe’ye geçişte yapılan bir hata varsa, onu düzeltebilecek – belki bir kez daha toplumun tümünü işin içine katmayacak – mekanizmaları günümüze adapte edebilmeye ihtiyacı var. Gelecekten bir yıl seçip onu idealize etmek adı altında restore etmeye çalışmaya değil, geçmiş fantezilerinin ve nostaljinin yerine ilerici aklı koymaya ihtiyacı var. Son otuz yıldır suya sabuna dokunmamak için ellerini kirletmeyen sözde-sanatçıların yerine cesaretli sanatçı-adaylarına ihtiyacı var. Var olan sorunlara objektif olarak yaklaşabilmeye, eleştirebilmeye ve eleştirinin özgürlüğü getireceğine yönelik, metafizikten ve örümcek ağlarına yapışmış yöntemlerden arındırılmış yeni bir Aydınlanma’ya ihtiyacı var. Bunun için de hoşgörüye, kendisi gibi olmayanı anlama cesaretine, empatiye ihtiyacı var.

 

[1] Bu yazıda aktarılan Manço’nun hayat hikayesine dair bilgiler, çeşitli internet kaynaklarından derlenmiştir; bknz. Wikipedia, Barış Manço Evi, Barış Manço Rock Derneği

[2] Tüm bu isimler kendi alanlarında yeterince ‘yaratıcı’ olsalar da, Ahmet Güvenç ve grubu Bunalımlar’ın Seattle’ın yirmi yıl öncesinde çıkarttıkları dört başı mamur grunge albümü, şahsımı en çok hayrete düşüren müzikal işlerden biri olmuştur (Bunalım isimli albümün tamamını dinlemek için: YouTube).

[3] Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, ss. 19-67.

 

Comments Off on iki bin yirmi üç

Filed under Müzik, Siyaset

Comments are closed.