Bayramdan üç gün önceydi…
Bir Cumhurbaşkanı adayı bir diğeri hakkında “Kahire’de doğmuş, 30 yaşında Türkiye’ye gelmiş. Hangi bu toprakların evladı? Kimi aldatıyorsunuz? Bu toprakların evladı biziz” [1] dedi. En az iki yüz yıllık “jus soli – jus sanguinis” [2] tartışmasında tarafını belli etmekle kalmadı, ötekinin de ‘milletini,’ ‘Türklüğünü,’ belirlemiş oldu.
Bayramdan iki gün önceydi…
Bir Cumhurbaşkanı adayının memleketinde, bir diğerinin standını devirip stant görevlisine dayak atan – daha doğrusu etrafındakileri de o standa saldırmaya teşvik eden – eylemciyi kendi mahallelileri bir ‘kahraman edası’ ile karşıladı. [3] Onlara göre bir ‘Kürt,’ bir ‘Türk’ün baş[kan]ı olamazdı.
Bayramın ilk günüydü…
Darbe yıllarından bu yana Türkiye’de ilk defa bir kitap ulusal bir tartışmaya konu oldu! Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ait otobüslerde afişleri asılmış Nevzat Laleli’nin Flört Yangını kitabı, bakire olmayan bekâr kadınlar hakkında “ısırılmış elma” [4] benzetmesi ile ‘bayramda ne konuşacağız?’ sorusuna yanıt oluverdi. [5]
Bayramın ikinci günüydü…
Bundan iki yıl önce, bir konuşmasında “vajina” kelimesini kullanan Aylin Nazlıkaya’ya hitaben “bir evli, bir bayan, çocuğun olan milletvekili kendisi ile ilgili bir organını nasıl böyle açıkça konuşabilir” [6] diye soran Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bu kez de “kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içinde kahkaha atmayacak” dedi ve ekledi, “nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız?” [7]
Bayramın son günüydü…
Arınç sözlerine açıklık getirdi ve her kadından değil, “kocasını bırakıp tatile çıkan, direk gördüğünde dayanamayıp o direğe çıkan” [8] kadınlardan bahsettiğini ve konuşmasının ‘yalnızca’ bir ‘ahlak kuralını’ hatırlatma amacını taşıdığını belirtti.
Tüm bunlar, Türkiye’de 2007’den bu yana inşa edilen “hakikat rejimi” kapsamında değerlendirilince, hiç de şaşırtıcı değil aslında. ‘Dumansız hava sahaları,’ ‘içki yasakları,’ ‘üç çocuk,’ ‘kürtaj-sezaryen,’ ‘obezite’ söylemleri, ramazan tv-starları vb. derken, geldiğimiz nokta (İhsanoğlu örneğindeki gibi) kan temelli vatandaşlığı bazen reddedip bazen (Demirtaş örneğindeki gibi) dibine kadar kana sarılan ve kesinlikle yaslandığı bir ‘temeli’ veya ‘doğrusu’ olmayan, son derece oynak ve son derece pragmatik olmasına karşın, halkın çoğunluğuna ve fanatik taraftarlarına bir o kadar ‘tutarlı’ gelen bir ‘hakikat rejimini’ işaret ediyor. Bu rejim her daim yeni bir ‘Türk insanı’ ve ‘Türk yurdu’ tasarlıyor ve bunun içini de muhafazakarlık-merkezli, liberal-demokratik söylemlerle doldurmayı başarıyor. Türkiye halkı yalnızca kendi tarihinin değil, tüm modern tarihin de en başarılı ‘pozitif iktidarlarından’ birini tecrübe ediyor.
Bakın Michel Foucault, 1976 tarihli bir söyleşisinde başarılı modern iktidarları nasıl tasvir ediyor:
“On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda… etkisini toplumsal üretim ve toplumsal hizmet yoluyla kurmaya başlayan bir iktidar biçimi doğar. Söz konusu olan artık, bireylerden somut yaşam koşullarında üretken hizmet elde etmektir. Bunun için, iktidarın gerçek ve etkili bir biçimde ‘bedenselleştirilmesi’ zorunlu olmuştur… Bu yeni iktidar teknikleri, nüfus sorunuyla uğraşmak, kısacası insan birikimi idare etmek, denetlemek ve yönlendirmek ihtiyacını duymuştur (sermaye birkimini destekleyen ekonomik sistem ile insan birikimini yöneten iktidar sistemi, on yedinci yüzyıldan itibaren birbiriyle koşut ve birbirinden ayrılmaz fenomenolojilerdir): Nitekim demografi, kamu sağlığı, konut, yaşam süresi ve doğurganlık gibi sorunlar da buradan kaynaklanmaktadır.” [8]
Bir başka deyişle, insan bedeni tarihte ilk defa on yedinci yüzyıldan itibaren siyasal iktidarların ‘gerçekten’ önemsediği – ve bu nedenle de kontrol ve disipline etmek istediği – bir olgu (araç) haline gelmiştir. Bugün inanması zor olsa da insan ile siyasal iktidar, ilk defa bu tarihte hayatın her alanında karşı karşıya gelmiş, ‘siyaset’ de günlük hayatın bir parçasına dönüşmüştür. Bu geçişin acısız olması, iktidar ile bireyin (bedenin) birbirine sorunsuz biçimde bağlaması, için entelektüeller önemli bir görev üstlenmiştir. Entelektüeller – yazarlar, gazeteciler, öğretmenler, akademisyenler, din adamları vb. – artık iktidarın politikalarını bireye ‘aktarmakla,’ onları ‘uygun bir dille anlatmakla’ ve gerekirse ‘yumuşatmakla’ görevli aracılar oluvermiştir. İktidarın ürettiği bilgiyi bireye aktararak hayatın ‘hakikati’ni yansıtmak ve en nihayetinde iktidarın manipüle ettiği “hakikat rejimini” dayatmak artık entelektüellere düşmüştür.
2007 yılından bu yana tahakkümünü sürekli arttıran (ve kesinlikle iktidar partisi/hükümet veya AK Parti anlamına gelmeyen) Türkiye’deki iktidarın en önemli başarısı, onların sırtında yükseldiği ‘entelektüelleri’ 2007 yılı itibariyle tasfiye etmeye başlayıp [9], onların yerine bizzat kendi içinden çıkan siyasetçileri oturtmasıdır. [10] Erdoğan’ın önderliğinde, danışmanları ve zaman zaman hükümette yer alan bakanlarıyla bu yeni entelektüel sınıf, “halkın dilinden” konuşabilmeleri sayesinde entelektüel boşlukları bertaraf etmeye ve entelektüellikten ‘ahlakçılığa,’ oradan da ‘ruhani liderliğe’ doğru emin adımlarla ilerlemeye yetkin görünüyor.
Bu yeni siyasal entelektüellik o kadar başarılı ve o kadar istikrarlı bir portre çiziyor ki, daha önce yazmış olduğum şekilde, [11] kendini en sert muhalefetine bile “yapıştırmayı” başarıyor; kendi zihniyetini, yönetim prensiplerini ve spesifik-muhafazakar ahlakını onlara da yansıtıyor.
Ve biz de, tam bu sırada, artık iktidar her yere bir zamk gibi yapışmış ve gündelik hayatı disiplin altına almışken; bizzat o iktidarın kendi algı araçları (medya) tarafından “Türkiye tarihinin en önemli seçimi” olarak tanımlanan bir Cumhurbaşkanlığı seçimine giriyoruz. Erdoğan, İhsanoğlu ve Demirtaş’ın girecekleri ‘demokrasi savaşı,’ kimi çevrelere ve halkın çoğunluğuna göre ülkenin geleceğini belirleyecek. İnsanlar tatilden dönecek. Oylarını verecek. Akşam karpuz, dondurma veya soğuk bir bira eşliğinde aynı algı araçlarının (televizyon kanallarının ve internet sitelerinin) karşısına geçecek. Kazanacak ve kaybedecek. Takım tutar gibi. Şampiyonlar Ligi finalinde ön sıralardan bilet almış gibi. Michael Jordan’ı son maçında izler gibi. Pink Floyd re-union’ına tanıklık ediyor gibi. Âşık atışmaları dinler gibi…
Gerçi ne zamandır öyle değil ki?
Bu ülke tarihi tamamlanmamış bir puzzle gibi. Yalnızca eksik parçaları olan veya henüz yerli yerine yerleşmemiş parçaları bulunan puzzle’lardan söz etmiyorum. Bu ülkenin geleceği hakkındaki fikirler, henüz bu toplumun aklında netleşmiş değil. Bu nedenle, hepimiz ellerimizde birer puzzle parçaları ile dolaşsak da (oylarımız), bu puzzle parçalarını oturtacak doğru yeri arayıp dursak da (oy vermemiz), kendimizi bizimkilere benzeyen puzzle parçalarının yanına atsak da (partileşmemiz, örgütlenmemiz) biz bu puzzle bittiğinde onun neye benzemesini istediğimizi bilmiyoruz ve bilmeyeceğiz. Biz, burada, hemen şimdi, hemen bu ‘topraklarda’ birbirimizle yaşamak istemiyoruz! Farklı puzzle’larımız ve farklı hayallerimiz var bizim. Tamamlanmamış. Tamamlanınca neye benzeyeceği henüz hiçbirimizin kafasında oturmamış. Hangi parçaların neyi sembolize ettiği hiç anlaşılmamış.
Rus psikolog Bluma Zeigarnik, 1927 yılında ortaya attığı Zeigarnik Etkisi teoremini şöyle açıklıyor: İnsanlar yarıda kalmış, bir şekilde kesintiye uğramış veya bir sonuca ulaşmamış işleri, (başarıyla veya başarısızlıkla) tamamlanmış işlerinden daha net hatırlar. [12] Bu yüzden sonuca ulaşmamış aşklarımızı evlilik yıldönümlerimizden, platonik sevgilerimizi bizi sevenlerden, hala üzerinde çalıştığımız işleri bitirdiklerimizden, sınavda çözemediğimiz soruları çözebildiklerimizden vb. çok daha iyi hatırlarız ve bunlar tamamlanmadan da rahata eremeyiz. Nostalji bu etkinin en iyi örneklerinden biridir belki de… Tamamlama isteği, hatırlama güdüsünü tetikler; tamamlanmamış olan şeyler de zihni sürekli canlı ve dağınık tutar.
Türkiye halkı tamamlanmamış Cumhuriyeti, tamamlanmamış uluslaşma projesi, tamamlanmamış toplumsallığı, tamamlanmamış Müslümanlığı, tamamlanmamış demokrasisi, tamamlanmamış kültürü, tamamlanmamış yasaları ile kendi problemlerini, düşmanlıklarını ve öfkesini bastıramıyor, bastıramayacak. Demokrasiyi, oy verebilme yetisini, düşmanlarla hesaplaşma ve ‘kötülerden kurtulma’ hıncından öteye taşıyamayacak. Zeigarnik Etkisi onun siyasal zihninde hep bir köşede duracak. Durdukça düşmanı büyütecek, kendini sömürecek, altında kaldığı yükün ağırlığını hep daha fazla hissedecek. Her hakikat rejimi kendi ‘unutturmadıklarına,’ ‘hatırlattıklarına’ ve ‘yarıda bıraktıklarına’ yaslanacak. Hepsi o tamamlanmamışlıktan beslenecek. Kadınlar hakkında atıp tutarken tamamlanmamış, üzerinde anlaşılmamış ‘bir cinsiyet’ten ve tamamlanmamış ‘cinsellikten’ beslenecek. Ahlaktan söz ederken ‘tamamlanmamış ahlakçılıktan’ yararlanacak. Vatandaşlıktan dem vururken tamamlanmamış, kurumsallaşamamış, zihinlerde yer edememiş, sadece yasalara kodlanmakla yetinilmiş, tanımları kullanacak. Sigarayı, içkiyi, eğitimi, disiplini, sanatı, sporu, kültürü, entelektüelliği, dili, dini… neyi anlatırsa anlatsın, onun tamamlanmamışlığından, anlaşılmamışlığından, boşluklarından faydalanacak. Oylarımız, o boşlukları dolduracak süslü püslü, renkli, hareketli ve hayali tablolarımız olacak.
Zeigarnik, iktidarın hep en yakın arkadaşı kalacak.
Körler sağırlar birbirini ağırlayacak.
Puzzle hiç tamamlanmayacak.
[1] “Erdoğan Yine Ekmeleddin İhsanoğlu’na Çattı,” Cumhuriyet, 25 Temmuz 2014.
[2] “Jus soli” terimi “vatandaşlığın doğum yeri ile belirlenmesi” veya “toprak esası” olarak tanımlanırken; “jus sanguinis” terimi “vatandaşlığın veraset yoluyla belirlenmesi” veya “kan esası” olarak tanımlanır ve bu iki terim, Amerikan-Fransız Devrimlerinden bu yana bir ulus-devletin vatandaşının nasıl belirleneceği üzerine yapılan tartışmaların merkezini oluşturur.
[3] “Rize’de Selahattin Demirtaş’ın Standına Saldırı,” Radikal, 26 Temmuz 2014.
[4] “Belediye Otobüsünde Flört Uyarısı: Daha Önce Isırılmış Elma!” Radikal, 28 Temmuz 2014.
[5] Daha sonra bizzat Laleli’ye ait “Hayırda Yarışanlar Derneği”nin kendi ‘flört bürosu’ olduğu ortaya çıktı; “Çöpçatan Bürosu Kurup, ‘Flört’ Yasağını Savunan Milli Görüşçü,” Sendika.org, 28 Temmuz 2014.
[6] “Bülent Arınç ‘Vajina’ Kelimesinden Utanmış,” Radikal, 12 Aralık 2012.
[7] “Arınç: Kadın Herkesin İçinde Kahkaha Atmayacak,” Radikal, 28 Temmuz 2014.
[8] Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi: Seçme Yaızlar I, İstanbul: Ayrıntı, 1976/2011, s. 75.
[9] 17 Aralık 2013 süreci, bu entelektüel kıyımının son (dini) ayağını oluşturması bakımından dikkate değerdir.
[10] Foucault, bu yeni entelektüel sınıfları evrenselliklerini kaybetmiş “spesifik entelektüeller” olarak adlandırır. Bknz. Foucault, a.g.e., s. 76-9.
[11] “İhsanoğlu, Tarihsel Blok ve ‘Yapışkan Statüko’,” ovuncongur.com, 17 Haziran 2014.
[12] Nigel Benson vd., The Psychology Book: Big Ideas Simply Explained, Londra: DK, 2012, s. 162.