“Kendimizi gerçek olarak yaşamak gerçek içinde konumlanmış bir varlık olarak duyumsamaktır, dolayısıyla, sonluluğumuzu, sınırlarla yüz yüze gelişimizi duyumsamaktır… Ruh ve akıl dünyasına ait şeyler, metinler, hayaletler açık ve net sınırlardan yoksun, her kılığa girebilirken, fiziksel şeyler mekan ve zaman içinde sonludur… Dolayısıyla, inanılmaz boyutta insan enerjisi ölüm gerçekliğini reddetmeye, ölümden sonra hayat vaadine, çıplak bedenler olarak statülerimizi inkara, ve kendimizi manevi dünyalardan, ruhlardan ve metinlerden ibaret kılmaya harcanmaktadır. Yani, gerçekliği reddetmek için harcanan enerji önce benliğimizin gerçekliği üzerinde denenir.” [1]
Çocuklara masallar anlatılmasının altında yatan mantığı hayatım boyunca anlayamadım.
Çocuk dediğin kendisini hapsetmiş olan ebeveynlerinin küçük dünyasından, televizyonda gösterilenlerden, görmesine izin verilenlerden ibaret bir dünyayı ‘gerçek’ belleyen, duyumsama yeteneği ne kadar gelişmiş olursa olsun, her daim edilgen vaziyette öğrenmeye mahkum bir canlı değil midir, zaten? Onun dünyasının sınırları ile gerçek dünyanın sınırları arasındaki fark bir uçurum değil midir halihazırda ki, onu gerçeklerin-ötesinde hikayelere, masallara ihtiyaç duyar halde bıraksın? Pamuk Prenses’in gerçekliği ile komşu Ayşe Teyze’nin gerçekliği arasında hangi çocuğun sezebileceği kadar bir fark vardır ‘gerçekten’? Neden masallarda geçen altınlar ihtişamı anlatır da, çamur ‘bildiğimiz’ çamurdur işte? Hangi çocuk birileri ona ‘anlatmadan’ önce bilebilir ki altın ile çamurun farkını? Köpek yavruları ile yılanın? Güzel ile çirkinin? Beyaz ile siyahın? İyi ile kötünün? Cennet ile cehennemin? Gerçek ile hayalin? Edep ile edepsizliğin? Doğru ile yanlışın?…
Anlatmak masum bir eylem değildir işte tam da bu yüzden. Birileri değerini biçer kelimelerin, simgelerin, yazılanların, çizilenlerin…. Doğruluklarını dikte eder birilerine, inandırır onları olumlu ile olumsuzun ‘aslında’ hiç de ‘gerçek’ olmayan kategorilerine.
Ben bu yüzden hep korktum masal anlatanlardan.
Vaaz verenlerden.
Neyi yapıp neyi yapmamam gerektiğini söyleyenlerden.
Fantezilerden de hep korktum ben. Beni ‘uyaran’ şeyin, bana bugüne dek anlatılmış, renkleri ile gözümü boyamış, istikbali ile hayallerimi süslemiş, olasılığı ile beni heyecanlandırmış, elime almaya çalıştığımda ise uçup gitmiş bir toz bulutu olabileceğinden korktum ben. Sürekli mantığım ile hareket etmek, kendimi mekanize etmeye çalışmak beni mutlu etti sanmayın lütfen. Elimden kayan o toz bulutunun bende yaratacağı hayalkırıklığı fazla geldi bana, hepsi bu. Bana anlatılan masallardan hemen sonra uyumam istendiği geldi hatıralarıma, hepsi bu. Ve o günden bu yana hiçbir zaman mutlu dalamadım uykuya, bu uyandı zihnimde, hepsi bu.
Politikanın bir masal anlatımı olduğuna inandım hep ben. Yalnızca çok iyilerden ve çok kötülerden, çok güzellerden ve çok çirkinlerden, çok ahlaklılardan ve çok ahlaksızlardan, çok doğrulardan ve çok yanlışlardan ibaret bir dünya sunuyordu bana politika. Grinin hiçbir tonunun olmadığı, siyah ve beyaz bir dünyaydı karşımdaki ve ben – evet yalnızca ben, bana masallar anlatanlardan bağımsız olarak ben -, hemen şimdi, işte bu anda, bir daha geri dönüş olmadan bir seçim yapmalıydım politik dünyada. Ya onu seçmeliydim ya bunu. Ya prens olmalıydım ya cadı. Ya ona oy vermeliydim ya buna. Hadi bir an önce. Hemen burada. Şimdi şu anda.
Ertelemek yok.
Sonra yok.
Üstelik beni – e elbette yine ‘bir anda’ – ‘biz’ yapıveriyordu politika. Birilerinden oluyordum ben. Birileri gibi oluyordum. Aynı amacı paylaşıyorduk. Aynı ideallerimiz vardı. Biz kuruyorduk geleceği. Bizim oluyordu bütün dünya. Bizim gibi olmayanları biz gibi yapmaktı esas olan ama olmazsa da kalıyordu ‘onlar’ orada, karşıda, uzakta, başka bir dünyada… Ben prensesi kurtarmaya çalışırken, cadıyı öldürüyordum hepi topu; kötüler kalkıyordu dünya üzerinden. Bir bir. Sırayla.
Hiç bakmamıştım ben daha önce cadıya.
Bir araya gelmemiştik.
Biz olmamıştık.
Ben ve o.
Birileri söylemişti bana. Birileri anlatmıştı cadının kötülüğünü, yaptıklarını. Birileri anlatmıştı onu ‘yakmak’ gerektiğini. Bugüne dek duyduğum masallarda geçen bütün kötülükleri hatırlatıyordu cadı artık bana. Hepsi gelmiş, onun vücudunda, ah o yok olası aklında birleşivermişti adeta. Masum prensesimi öldürmüştü cadı. Cadı-lar. Evet evet, bir tane değildi onlar. Çoktular. Hep bizden çoktular. Hep çoğaldılar. Etrafımızı sardılar. Bize çok kötü davrandılar. Bizi korkuttular. Bizi biz olmaktan alıkoydular. Silah çektiler bize. Kılıçlarını kuşandılar. Nefes alacak yer bırakmadılar. Değerlerimizle oynadılar. Kutsalımızı ayakları altına aldılar. İyiliğimizi hayattan silmeye kararlıydılar. Düşünebileceğimiz, hayal edebileceğimiz her şeyi ve belki de – yok hayır, kesinlikle -bunların ötesini bile yapacaktılar. ‘Pis’, ‘iğrenç’, ‘insanlık dışı’, ‘ahlak dışı’, ‘mide bulandırıcı’, ‘sapıkça’, ‘şeytanca’, ‘adice’, iyiye dair ne varsa onun dışında olacaktı yapacakları. Sessizce boğulup gidecektik bir şeyler yapmazsak. Önce en masumlarımızı, sonra en savunmasızlarımızı ‘kirleteceklerdi’ pislikleriyle. Bir arada olmazsak. Bizi unutursak. Hayallerimizi çalacaklardı, korkarsak. Biz de silahımıza davranmazsak. Önlem almazsak.
Çektik tetiği.
Bozduk oyunlarını.
Kurtulduk.
Artık bizi bulamazlar, değil mi?
Ben cadıyı gördüm sonra. Çok sonra… Yüzündeki örtüyü kaldırdım. Kapalıydı gözleri. Hiçbir şey anlatmıyordu bana. Anlatamıyordu. Masal anlatıcılar hiç susmazken, o konuşamıyordu. İşte tam orada, karşımda duruyordu. Belki de ömrü hayatımda gördüğüm tek ‘gerçek’ şeydi o. Ölümdü gerçek olan. Ne tuhaf, değil mi?
“Gerçeklik pervasızdır, aman vermez ve kaçış yolu bırakmaz. Ama gerçeklik bir acı, bazen dayanılmaz bir acı kaynağıdır… Öte yandan, gerçeğin olumlanması inanılmaz güçtür. Gerçeğin neyse o olmasına rıza göstermek, bizim için ondan sakınmaktan, onu inkar etmekten, yok etmekten, yeniden yaratmaktan çok daha zordur. Her birimiz için, düzeltmeyi, gözden geçirmeyi, silmeyi isteyeceğimiz olaylar, insanlar ve kurumlar vardır. Ancak olumlamada umut vardır çünkü gerçeklik, nihayetinde, gerçektir.” [2]
Politika bize yalan söylemez.
Politika bize masallar, fanteziler anlatır. Bizi gerçeklikten ayırır. Kötüyü en kötüye, iyiyi en iyiye çekiştirir. Bizi ya oraya ya buraya fırlatır. Bizi ya ait kılar ya dışlar. Ya inandırır ya soyutlar. Korkutur bizi. O masaldaki rolümüzün, yerimizin kötüler arasında olması ihtimalinden korkutur. O fanteziyi gerçeğe dönüştüremeyeceğimizden, dönüşmesine engel olacağımızdan korkutur. Kötülüğün veya ulaşılamazlığın müsebbibi olma ihtimali ile bizi dondurur. Hareketlerimize değil, hareketliliğimize şerh koyar. Düşüncemizi değil, düşünebilmemizi yasaklar.
O yüzden inandırır bizi masallarına/fantezilerine ve o yüzden onların bir parçası yapar.
O yüzden insanlığa olan, insanın iyiliğine olan, ortak bir iyiye olan, ahlakın ve aklın varlığına olan tüm inancımızı sarssa bile, şüpheye düşeriz anlattığı hikayelerin ‘gerçek olabilmesi’ ihtimaliyle. O yüzden inanırız anlatılanlara. Gözümüzle görsek bile, kameralarda izlesek bile, aklımız/vicdanımız aksini almasa bile – evet hala – inanırız onlara. Müstehcenlikleri ile edepsizlikleri ile sarmışlardır aklımızı, duygularımızı, insanlığımızı. Bizden çıkana duyduğumuz iğrenti kadar bizdendir onlar. O yüzden hep bize saldırırlar.
Masallardan hep korktum ben.
Fantezilerden hep korktum ben.
Utanmazlığımın sınırlarının başkaları tarafından çizilmesinden hep korktum ben.
[1] Crispin Sartwell, Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik, A. Yılmaz (çev.), 1996/1999, İstanbul: Ayrıntı, ss. 162-163.
[2] A.g.e., s. 16.