“İdeolojilerin bir amacı da, sağduyunun artık geçerli olmayan kurallarını ikame etmektir; modern kitlelerin ideolojiye yatkınlığı, sağduyunun (bu common sense‘tir, hepimiz için müşterek olan dünyayı anlamamızı ve orada yolumuzu bulmamızı sağlayan ortak duyudur) kamusal politik dünyayı ve onun olaylarını anlamamıza artık yetmeyişi ölçüsünde büyür.” [1]
Hannah Arendt’in “sağduyu” biçiminde anlamlandırdığı common sense kavramını modern devletin toplumuyla olan ilişkisi bağlamında ilk kez ele alan yazar Antonio Gramsci olmuştu. Ona göre kitleleri bir toplum haline getiren şey, tam da Arendt’in tanımladığı şekilde, ortak bir akıl aracılığıyla dünyayı anlamlandırabilme yeteneği ve bu yeteneği kullanma isteğiydi. Gramsci, modern kapitalist devletin, rıza araçları (kültür, medya, eğitim, aile, ahlak vb.) ile esas olarak bu common sense‘i kendi isteğince şekillendirmeyi, belki de – daha iyisi – kendi common sense‘ini yaratmayı hedeflediğini söylüyordu.
Dün mecliste olan bitenler, olan bitenlerin ardından türlü platformlarda konuşulanlar bir kez daha gösterdi ki, Türkiye’de yaşayan ve kendini bu devlete ait hisseden insanların common sense‘ini etkilemenin en kısa yolu kadın bedeninden geçiyor. Modern ‘Türk’ün üretiminde ve (yeniden-)üretiminde kadın bedeni neredeyse bir projektör görevi görüyor. Bu projektör hem onu kullananların izdüşümünü ‘ortak akıl’ üzerine yansıtmaya hem de yeni bir gelecek hayali kurdurmaya yarıyor. Ancak bu noktada dikkate değer olan şey, kadının bizzat kendisinin, projektörü kullanan erkekten de projektörün kendisinden de daha değersiz ve işlevsiz bir nesne haline getirilmesi olarak göze çarpıyor. Gündelik toplumsal hayat, kadını ikinci sınıf bir pornografik materyalde gösterildiğinden bile daha az arzu edilir ve daha fazla nesneleştirilmiş bir boyuta indirgiyor. Sıfatlarıyla (anne, eş, bacı, yar), kıyafetleriyle, sergilenişiyle, var olmayışıyla, kadın üzerinden kendini tatmin ediyor. Bu şekilde kadın pornografik bir özellik kazanıyor: eşitlenmiş, birbiriyle iletişimi kesilmiş, değersizleştirilmiş, metalaştırılmış, anlık hale getirilmiş.
Kadın ait olduğu bir yerden değil, ait oldurulduğu bir kuyunun dibinden sesleniyor, seslenmeye çalışıyor, topluma adeta. Sesini duyurabildiği anlar, erkeklerin o kuyudan çıkartabilecekleri üç damla suya ihtiyaçları olduğu ender zamanlar oluyor. Erkek kuyuya dalmadıkça, kadın atıldığı o sığ sularda debelenmeye çalışıyor. İçlerinde yukarıya doğru çıkmaya yeltenenler ise Kuzuların Sessizliği filmini hatırlatan tırnak izleri bırakıyorlar kuyunun duvarlarında. Seslerini çıkartmaya, hamle yapmaya korkuları yine içine atıldıkları kuyunun, onları oraya atan erkeklerin ahlaklarından doğuyor. Bu korkuyu yaratansa yine common sense oluyor.
Kadınına sahip çıkan erkekler… aslında o kadını elleriyle, diri diri toprağa gömüyor.
[1] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynaları – 1: Antisemitizm, (çev.) B. Sina Şener, 1951/2012, İstanbul: İletişim, s. 32